25 Şubat 2025
İnsanoğlu, tarihi boyunca pek çok liderle tanıştı. Hepsinin zamanları, coğrafyaları ve halkları üzerinde -neredeyse birbirine hiç benzemeyen- etkilerinin olduğunu deneyimledi. Ancak unutulmaması gereken temel gerçek, o liderlerin ortaya çıkmasını sağlayanın da zaman, coğrafya ve halklar sihirli üçlüsü olduğudur.
Dünya tarihine göz attığımızda, bizim coğrafyamızın ve hatta binlerce yıllık devlet kurma ve yönetme pratiğimizin, liderler ile aynı kaderi paylaşma ve aynı kaderi yaratma şansımızın pek çok topluma göre daha fazla olduğunu söylemek hatalı olmayacaktır.
Hele ki yakın tarihimizde eşsiz liderlik özellikleri gösteren Mustafa Kemal Atatürk ile küllerinden doğmak, insanlarımız için müthiş bir deneyim olmuştur. Ancak siyasal sistemleri kuran, örgütleyen ve yöneten liderlerin; mucizevi kişilik özellikleri göstererek büyük kaderler yazmaları ve bu yazgının halklar üzerinde sonsuz bir etkisi olduğunu varsaymak da çok doğru değildir.
Bugün Türkiye, dönüşüm yolculuğunda son derece önemli bir kavşakta durmakta ve halkımızın bu ülkenin geleceği için bir karar vermesi gerekmektedir. Konu çok açıktır. Yaygınlaştırılmış, derinlikli bir demokrasi mi, yoksa diktaya evrilen otoriter bir rejim mi?
Bugün Türkiye’de amaçlanan siyasal dönüşümün altında yatan liderlik tarzı ve liderin halkı için yaptığı tercih, bizi diktaya evrilen ikinci yol ayrımına getiriyor.
İran asıllı Profesör Fathali Moghaddam, bu yolu tanımlamak için ‘’ Sıçrama Tahtası Modelini’’ kullanır. Bu modelde;
1. Öncelikle halkın diktatörü desteklemesi için; ülkeye yönelik bir tehdidin dillendirilmesi ya da var olan tehdidin abartılması ile ilgili faktörler yaygın olarak kullanılır ve topluma kabullendirilir.
2. Bununla da yetinilmez, ayrıca, toplumun karşı karşıya olduğu güncel sorunların çözümünde diktatörü yüceltmeye yol açan şartlar oluşturulur.
Bu iki koşul yaratıldığında fırsatçı lider, kendisini diktatörlüğe taşıyacak olan sıçrama tahtasını kurmuş ve bir diktatörlüğün doğuş sürecini başlatmış olur.
Türkiye’deki sürecin (özellikle de 20 Temmuz 2016’dan sonra) nasıl geliştiğini ve nerelere evrildiğini artık bu ülkenin seçkinleri görmek zorundadırlar.
Tüm diktatörlüklerin özünü oluşturan ana davranışlar, kayıtsız şartsız “itaat ve iltifat”tır. Bu bağlamda yönettikleri devletin de işlevini bu doğrultuda yapmasını maksimize ederler.
Toplumsal çaresizlik hissini canlı tutmak için, diktatörler korkuyu ve baskıyı sıklıkla kullanırlar. Özellikle kontrol ettikleri medya aracılığı ile toplumu etkilemeye, yönlendirmeye çalışırlar. Korku ve baskıya direnenler için ise yargı silah olarak kullanılır. Bununla da kalınmaz, kontrollü yargı kararlarının haklılığını (!) anlatma görevini de yandaş medya üstlenir. Bu tür yönetim anlayışı bütün diktatörlerin ortak uygulamasıdır. Temel amaç diktatörü her olayda ve kararda haklı göstermek ve dikta yönetimine süreklilik kazandırmaktır.
Zoraki seçimler ya da “iyi yurttaş” etkinlikleri, “bakın düşman kapımızda!”, “milli muhalefet” gibi antidemokratik önermeler, düzmece etkinlikler ve siyasal dizaynlar ile halkın, kendi hayatlarının kontrolüne sahip olmadan “düdüklü tencereye uyum’’ şeklinde davranış göstermeleri için bir alan yaratılır.
Hedef gruplara yöneltilen saldırganlık ve kurgulanmış, abartılmış dış tehditler ve kahramanlık hikayeleri ile geniş kitlelerin diktatöre körü körüne itaat ve boyun eğme ve bütün hatalarına rağmen iltifatla onun gözüne girme çabaları had safhaya çıkarılır.
Diktatörlerin temel özelliklerinden biri de diktaya giden sürecin başlangıcında aydınları yanına çekme becerisidir. “Demokrasi”, “insan hakları”, “inanç özgürlüğü”, “darbe anayasasından kurtulma,” “üstünlerin hukuku değil, hukukun üstünlüğü” gibi söylemlerle seçkinlerin toplumu etkileme gücünü yanına çekmeye çalışır. Ama diktatör, yeri ve zamanı geldiğinde bunlara bedel ödetmeyi de bilir.
Şu gerçeğin de unutulmaması gerekir. Diktatörlüğün çöküşünü başlatan ve hızlandıran çoğu zaman bu seçkinci tabakanın parçalanmasıdır. Bir zamanlar kendisinin var olmasını destekleyen seçkinlerin, liderin diktatöre dönüşme sürecinde yaşanan karanlık tablo nedeniyle, dikta yönetimine karşı çıkmaları demokrasi adına ödemeleri gereken bir bedeli de beraberinde getirecektir. Ancak şu gerçeğin de unutulmaması gerekir. Diktatör karşı hamle olarak artık kendi kontrolünde yeni seçkinler yarama gücüne sahiptir.
Demokrasi ve diktatörlük iki ayrı kavram ve kategori olarak ele alınmakta ise de aslında bir sarkacın iki ayrı ucu gibi de değerlendirilebilir.
Toplumu oluşturan bireyler ya da örgütler, bu sarkacın farklı yerlerinde bulunurlar. Ancak unutulmamalıdır ki toplumlar durağan değildir ve devamlı değişirler. Bu nedenle, diktatörlükle demokrasi arasında gidip gelen bu sarkacın diktatörlüğe yönelmesi toplumda ağır dramatik sonuçlar doğurur.
Bu gerçeğin altını çizerek şunu söyleyebiliriz. Türkiye’de yürürlüğe giren “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” tam bir diktatöryel yapılanmanın altyapısı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Diktatöryel sistemlerde politikanın merkezi başkandır ve parlamentolar tamamen reaktif yapıdadır. Daha da önemlisi başkan, yasama ve yargı organlarını ayak bağı olarak görür. Hatta başkanlar seçildikten sonra seçmenleri karşısında dâhi bir bağlılık hissetmediklerinden, onları bağlayan herhangi bir güç yok gibidir.
Günümüzde diktatörler, klasik otoriter rejimlerden farklı olarak, devlet mekanizmasını kaldırmazlar. Aksine onu koruyarak işlevsiz hale getirir ve mekanizmayı “rejimi koruma zırhına” dönüştürürler. Diğer bir anlatımla diktatör, mevcut devlet mekanizmasının üzerine çöker ve onu yönlendiren asıl güce dönüşür.
Bu sistemlerin devletin kurucu düzeni ile uyumsuz, bu düzenin gerçeklerine ve dolayısı ile düzenin yarattığı seçkinlere karşı çıkan, kurulu düzenin kurum, kural ve mekanizmalarını yok sayarak, halk kitleleri ile doğrudan ve kendisini onaylatacak biçimde ilişki kurabilen siyaset ve siyasetçi modeli olarak popülizme dayanır.
Kavşağın tam da bu noktasında Erdoğan rejimine baktığımızda günümüz Türkiye’si uygulamaları ile diktatöryel rejimlerle çok büyük oranda örtüştüğü ve ülkenin tam anlamıyla bir diktatörlüğe geçiş sürecinde olduğu görülmektedir. Bu süreçte iktidar son kez demokrasi söylemi adı altında ‘’milli muhalefet,” “darbe anayasasından kurtulma” ve “terör ile mücadelede sıfır terör” gibi toplumsal duyarlılıkları bir sıçrama tahtası gibi kullanarak otoriter yönetimini kurumsallaştırmayı amaçlamaktadır.
Türkiye’nin son 23 yılını analiz ettiğimizde merak ettiğimiz bütün soruların cevabına ulaşıyoruz. Zaman, coğrafya ve halklar sihirli üçlüsünün doğal akşını hukuk ve ahlak dışı yollarla değiştiren emperyal güçlerin kurgusu sonucunda, (piyasaya sürdükleri, ancak zaman zaman kontrol dışına çıkma girişimlerini kâh satın alarak, kâh tehdit ederek, her an her istediklerini yaptırdıkları) giderek otoriterleşen bir süreci yaşıyoruz.
Evet, bugün dönüşümün yönüne karar verme noktasında olan bir Türkiye gerçeği ile karşı karşıyayız.
Kemal Kılıçdaroğlu - CHP 7. Genel Başkanı
"Ortadoğu tehditler ve fırsatlara açık bir bölge. Tehditleri fırsatlar ile törpülemek ve zaman içinde etkisiz hale getirmek OBİT projesi ile mümkün"
"Ben, rahmetli Demirel, rahmetli Erbakan, rahmetli Ecevit gibi demokrasiyi içselleştirmiş bir siyasi rakiple değil, yargısıyla, askeriyesiyle, istihbaratıyla “BAAS” partisi benzeri, devletleşmiş bir yapıyla mücadele ettim"
© Tüm hakları saklıdır.