Osmanlı, denizlerdeki en büyük rakiplerinden biri olan Portekiz’i portakalın adı olarak benimsemiş. Sanırım bu da dış mihrak işi olmalı. Günün birinde likörü yapılsın da milletin edep ve adabı bozulsun diye mi getirdiler yoksa?
Portakal mı, mandalina mı yoksa narenciye mi, ne karın ağrısı bilmiyorum ama bir zamanlar karın ağrısının da ilacı portakal, mandalina likörüymüş. Hazmı kolaylaştırır, mideye ferahlık verirmiş. Nereden mi biliyorum; şaşıracaksınız ama gazete ilanlarından. Hem de devlet eliyle verilen ve 30’lu/40’lı yıllarda gazetelerin, dergilerin ara yüzlerini süsleyen o güzel ilanlardan… Hani o Mecidiyeköy’de arazisinin çok büyük bir kısmında şimdi yeller esen ünlü Tekel Likör ve Kanyak Fabrikası var ya, bir ara öylesine popülermiş ki, inanamazsınız! Çok yıllar öncesinden, bayramlarda ev ziyaretlerine gidilirken baklava-börek yanında likörlerin de götürüldüğü günlerden bahsediyorum. Hediyelik eşya alınacağı zaman bile seçenekler arasında olan portakal, mandalina likörünün parlak günlerinden yani…
Efendim, serde koleksiyonculuk taşıyoruz ya! Hem eski gazete okuma merakım hem de -çok ehli olmasam da- küçük likör şişeleri koleksiyonum var. Eski Ali Sami Yen stadının yanında bulunan bu fabrikanın o kadar güzel likör şişeleri var ki, görseniz bayılırsınız! Hala antika dükkanlarının bir köşelerinde rastlayabilirsiniz onlara. Portakal, mandalina, ahududu, ne bileyim badem likörü bile varmış ürettikleri arasında. Demek istediğim portakal da, mandalina da karın ağrısı yapmıyormuş, hatta tam tersi yemekten sonra içildiğinde hazma yardımcıymış. Devletten daha iyi bilecek değiliz ya; inanmayan açar, bakar o yılların dergilerine, gazetelerine…
Araştırdım, portakal ne zamandan beri biliniyor diye, karşıma çeşitli bilgiler çıktı. Güney Doğu Asya'nın tropikal iklim kuşağı içinde yetiştiği söyleniyor. Portakal ağaçları da, portakal meyvesi de farklı tip ve boyutlarda. İnsanlar da öyle değil mi? Kimi gücüyle büyüklük taslar, kimi konumu, kimi parasıyla. Hadi diyelim ki, portakalı anlamak kolay, yersin bakarsın; tatlı mı, acı mı diye. İnsanı nasıl anlayacaksın; ne likörü yapılır, ne sirkesi ne de turşusu. Yeri geliyor, insan bir portakal kabuğu bile olamıyor.
Okuyanlar hatırlayacaktır, manikürün kültür tarihini anlattığım bir önceki yazımda, kadınların törpünün olmadığı zamanlarda tırnaklarını portakal kabuklarına sürterek şekil verdiklerini yazmıştım. Yani portakal kabuğu deyip geçmeyin, onun da muz kabuğu gibi özellikle de siyasette mutlaka faydalı olduğu alanlar vardır.
Geçenlerde İnternet'te gördüm, ne derece doğru bilmiyorum ama 90’lı yıllarda iki bilim insanı Amazonlarda bulunan tahrip edilmiş büyük bir araziye kamyonlar dolusu portakal kabuğu dökmüş. Ve sonra da bu alanı kaderine terk etmişler. Aradan 16 yıl geçmiş, akıllarına döktükleri portakal kabukları gelmiş ve gidip bakmışlar. Bir de ne görsünler; o çorak arazi yeşillenmiş, cennetten bir köşeye dönmüş sanki. Ağaçlar çıkmış, sarmaşıklar büyümüş, kaynak sular fışkırmış topraktan…
Dedim ya, doğruluk payı var mı yok mu bilmiyorum, ama pek inanasım da gelmedi. Ne bileyim, şimdi götürüp o Mecidiyeköy’deki likör fabrikasının arazisine ya da Fikirtepe’ye 100 ton portakal kabuğu döksek oraları eski haline döndürebilir miyiz?! Yine hazmı kolaylaştıracak portakal likörü yapabilir mi o fabrika?..
Sizi bilmiyorum ama benim pek umudum yok; o günler çok geride kaldı...
‘Acıysan, acılığını bırak!’
Portakalı, mandalinayı Avrupa’ya ilk tanıtanların Portekizli denizciler olduğunu yazıyor kaynaklar. Tabii ki bunda, Portekizlilerin Asya'nın birçok yerinde sömürgeler oluşturmalarının payı var. Onlar sayesinde de 9. yüzyılda Sicilya krallığı tanışmış portakalla. Bu portakalın tadı herhalde tatlı değildi, yani bizim turunç dediğimiz cinstendi ki, ıslah edilmesi yüzyıllar sürmüş, diye notlar var okuduğum yerlerde. Demem o ki, yazılanlara göre 1400’lü yıllara kadar tatlı portakal bilinmiyormuş. Yani acı portakala haddinin bildirilmesi tam 500 yıl almış. En sonunda, güçlü birisi, acıysan acılığını bırak, yoksa bu Sicilyalılar senin enseni patlatırlar demiş olmalı ki, bugünkü gibi tatlı portakal girebilmiş sofralara!..
Sonra da Sicilyalılar ile Portekizliler el ele vermiş ve Akdeniz'in her köşesine portakal ağaçlarını götürmüşler. Anadolu’ya da portakalı 16. yüzyılda İspanyollar ve Hollandalılar getirmiş. Portakalın dilimizdeki ismi de buradan geliyor zaten. Yani Osmanlı, denizlerdeki en büyük rakiplerinden biri olan Portekiz’i portakalın adı olarak benimsemiş. Sanırım bu da dış mihrak işi olmalı. Ne dersiniz, günün birinde likörü yapılsın da milletin edep ve adabı bozulsun diye mi getirdiler yoksa?
Acaba Ömer Hayyam da portakal likörü tatmış mıdır? Portakalı bilmese nasıl yazabilirdi o veciz sözlerini diye düşünmeden edemedim doğrusu.
Almanlara da portakalı biz tanıtmışız. İlginç de bir hikayesi var bunun. 1887 yılından 1. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar Osmanlı ordusunun ana silah tedarikçisi olan ve bizde “mavzer” olarak bilinen silahlarla ilgili olarak Oberndorf isimli kasabaya giden Türkler, yanlarında büyük bir ihtimalle yemek için götürdükleri portakalları o sırada rastlantı olarak karşılaştıkları karnaval kortejinde yürüyenlere atmışlar. O günden sonra bu bir gelenek olmuş ve işin ilginci hala da sürdürülüyormuş. Belki bizim Portakal’ı da buraya sürgün eder, sadece yılda bir kez karnaval haberleri yapmasını sağlarız.
Portakal hakkında ne yazacağım diye kara kara düşünürken bakın neler çıktı ortaya! Portakalın ne kadar siyasi bir gücü varmış da farkında değilmişiz. Zaten Türkiye’de siyaset ve gündem öylesine hızlı değişiyor ki, yer elmasından fıstık çamına kadar her şey üzerinden günlük siyasete malzeme çıkarılabilir, diye düşünüyorum.
İster kan portakalı olsun, isterse de kışın toplananından… Yafa, vaşington ya da şeker portakalı… Pazarınıza sağlık, afiyet ve neşe katsın efendim!..
Güzellikleri biriktirmenizi dilerim…