Tarihin belki de en çok bilinen ilk sansür yaşanmışlığı Socrates'e ait. Sebebi de, gözlemlerine dayanarak, gençliğin, politik düzenin ve alışılmışın dışında hissedilen tanrısallığın yozlaşmış olduğunu söylemesi ve yaşananları eleştirmesiymiş. Sen misin eleştiren demişler ve MÖ 399 yılında, onu zehir içerek ölüme mahkûm etmişler. O gün, bugün toplumu uyandırmak, yaşanan olumsuzlukları, haksızlıkları, gidilen yanlış yolu ve bozulmayı işaret edenler susturulmaya, sansürlenmeye, kaybedilmeye çalışılmış. Ama şu bir gerçek ki, insanlık tarihi boyunca asıl kaybedenler her daim sansürlenenler değil, sansürleyenler olmuş! Zaman gelmiş, dönemlerindeki o güçlü kişiliklerin her birinin üzerine bilimsel gelişimin sifonu çekilmiş. Zalimler gözden düşmüşler, tarihin kendilerinden sonraki dönemlerinde de gönüllerde taht kuramamışlar, övgüden uzakta unutulmuşlar.
MÖ 213'te Çin İmparatoru Shih Huang, tıp, tarım, kehanet ve tarihçilerin yazmış olduğu eserler dışındaki imparatorluk arşivinde bulunan bütün tarihi kayıtlarının imhasını emretmiş. Kayıtlar sözüm ona bilimsel olmayan(!) kitapları imha ettirdiğini söylüyor ama o kargaşada asıl kaybedilen Konfüçyüs’ün günümüze ulaşamayan sözleri ve klasik Çin edebiyatının temel eserleri olmuş.
Antik çağın oyun yazarı, Euripides, ifade özgürlüğünü ve özgür düşünceyi ilk ifade edenlerden
Kralların, imparatorların ve yerel hükümdarların elinde olan farklı sesleri susturma gücü, Hristiyanlığın doğması ve yayılmasıyla birlikte din adamlarının da kullanımına geçmiş. Dinin geniş coğrafyalarda yayılması, toplumda belirleyici hale gelmesiyle birlikte, bilimsel arayışlar, sanatın her türdeki icraatı ve siyaseti belirleme kararı, daha geniş bir ifade ile Tanrı adına hem günlük, hem de gelecekteki yaşamı şekillendirme gücü kilisenin ukdesinde olmuş. Bunun tabii ki, liderlere de, krallara da ve yönetici sınıfa da çok faydası olmuş. Artık istenmeyen sesin susturulması sadece uyduruk yasa ve söylemlerle değil, din adamlarının ağzından seslendirilen tanrı buyruğu(!) olarak da dile getirilmeye başlanmış.
Bu sürecin topraklarımızda yaşanan 325 yılındaki İznik ve 8 Ekim 451 tarihinde başlayıp 3 haftadan fazla süren Kadıköy konsüllerinden sonra ortaya çıkması da ilginç, değil mi? Bizden başlayıp kıta Avrupa'sını yıllarca karanlıkta bırakan dinsel doktrin, onların yakasını büyük ölçüde bıraktı ama bizdeki sansür gücünü hâlâ kullanıyor. Konumuzla ilgisi yok ama İznik ve Kadıköy konsüllerinin adı bugün dünya üzerindeki, tüm Hristiyan kiliselerinde geçiyor. Fakat ne yazık ki, biz Kadıköy’de de, İznik'te de tarihi koruyamıyoruz. Bırak korumayı, bu zenginliğin yaşandığı olası yerlere bile çalakalem inşaat izni vermeye devam ediyoruz, her geçen gün bir şeylerin kaybedilmesini uzaktan izliyoruz.
Yani bu topraklarda geçmişte yaşamış uygarlıklara karşı zaman zaman açık, zaman zaman da gizli bir sansür var. Sanki Hitit, Karya, Likya, Roma ve Bizans uygarlıkları buhar olup uçmuş da onların yerine Orta Asya’dan bizler gelmişiz. Türk İslam sentezi, topraklarımızdan fışkıran değerleri her yerde bastırmaya çalışıyor. Bu tür tarihi yaşanmışların ülkeye kazandıracağı artı değeri, görmezden gelmeye ve yok saymaya devam ediliyor. Tam bir kültür sansürü yani! Devletin egemen görüşünde ve temel ideolojisinde, varsa yoksa fetih var, geçmişin üzerine kalın bir örtü çekmek var.
Söyleyecek sözü olmayanın gözü hep yaratıcı aklın özünde olmuş
Matbaa makinesinin kullanımı, sansürcülere fazla mesai yaptırmış
1450 yılında Johonnes Gutenberg tarafından harfleri değişebilen hareketli parçalarla yazı baskısı yapılmasıyla, yani sistematik olarak ortaya çıkan bir matbaa makinesinin kullanımıyla birlikte "sansür" konusu daha da bir önemli hale gelmiş. Çünkü artık sınırlı sayıda üretilen el yazımı metinler bir yana, aynı anda çok sayıda kopya basılabilmesi egemen güçleri endişelendirmiş. Onlar için tünelin ucundan gözüken, bilimsel bilginin üretilmesi ve paylaşılması değil, sansürün sistematik bir işleyişe bürünmesi zorunluluğu olmuş. Ve İngiltere’de sansürün bürokrasi içine yerleştirilerek kurumsal hale getirilmesi 1530 yılında Kral Henry eliyle yapılmış.
Biliyorsunuz, dinsel ideolojinin yüzyıllarca süren baskısı altında bırakın yazıp-çizmeyi, toplumu aydınlatmayı ve bu yönde bir şeyler üretmeyi, sadece düşünmek bile suç sayılmış, sansürlenmiş. Kilise tarafından her gün yeni eklemelerin yapıldığı, "yasaklı kitaplar listesi" yüzünden düşünenler lanetlenmiş, yazarların hayatı zehir edilerek yetenekleri yok sayılmış.
II. Abdülhamid’in yasakladığı kelimeler
Sansür konusu özellikle II. Abdülhamit döneminde çok etkili olmuş! O yıllarda bırakın basın yoluyla zülfüyara dokunulabileceğini, bazı kelimeleri telaffuz etmek bile yasaklanmış. Rahmetli, Bülent Tanör Hoca’nın "Osmanlı Türk Anayasal Gelişmeleri" adlı eserinde belirttiğine göre, Ermenistan, Girit, Kanun-ı Esasi, hukuk-ı millet, ıslahat, hürriyet, müsavat, vatan, cumhuriyet, bomba, millet, zulüm, adalet, sakal, boya, halletmek, tahtakurusu gibi kelimeleri bile kullanmak yasaklanmış.
Yaptığım araştırmalarda, bunlara ek olarak, anarşi, özgürlük, grev, anayasa, ihtilal, suikast, dinamit, sosyalizm gibi kelimelerin de yasak olduğunu fark ettim.
Genç Türk’lerden dolayı "genç" Kızıl Sultan’dan dolayı da "kırmızı" kelimeleri kullanmak yasakmış. Çırağan’da hapis hayatı yaşattığı kardeşi 5. Murat’ı akla getirebilecek olan, Murat, deli, birader, hasta gibi kelimelerle, ikamet ettiği yeri çağrıştıran yıldız ve tepe kelimelerini kullanmak da mümkün değilmiş. Bir de tabii ki, malum nedenle, burun kelimesinin yerine o yıllarda çıkıntı kelimesi kullanılıyormuş.
Dünya üzerindeki anti-demokratik tüm yönetim biçimlerinin ortak silahı sansürdür
Günümüzdeki "Basın Müzesi" sansürün merkeziymiş
9 Mayıs 1988'de Basın Müzesi olarak hizmete açılan bina, Maarif Nazırı Saffet Paşa tarafından 1865'te yaptırılmış, Osmanlı döneminde yıllarca Maarif-i Umumiye Nezareti (Milli Eğim Bakanlığı) ve İstanbul Darülfünun (İstanbul Üniversitesi) binası olarak hizmet vermiş. Bir dönem sansür heyetinin çalıştığı bu bina 1908'de Şehrülemaneti'ne yani İstanbul Belediyesi’ne devredilip, 1983'e kadar belediyenin emrinde kullanılmış. Umarım geçmişte yaşanan sansürlü günlerin acısını, günümüzdeki sansürün boyutlarıyla birleştirip geleceğin Türkiye’sinin sansürünü yaşatacak bir ibret mekanına tekrar ihtiyacımız olmaz.
Bırakın basını, II. Abdülhamid elektriğin İstanbul’a gelmesine bile yıllarca güvenlik nedeniyle engel olmuş. Elektriğin çok uzun mesafelerden bile küçücük bir tel vasıtasıyla hayatını etkileyebileceğini düşünerek Şam ve Selanik gibi diğer illere izin verdiği halde, yaşadığı şehre elektrik alt yapısı kurulmasına izin vermemiş. İstanbul için elektriğin medeni ve itici gücü, II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra gündeme gelmiş.
Sakın II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesiyle sansürün bittiğini düşünmeyin. Bugün hepimizin bağrında yara açan, Sarıkamış harekâtı hakkında, çok uzun bir süre herhangi bir haber, bildiri veya yayın yapılması engellenerek çok ciddi bir sansür uygulamış. Osmanlı halkı burada yaşananları hiçbir zaman tam olarak doğru dürüst öğrenememiş. Gidip de gelemeyenlerin yıllarca yolu gözlenmiş, yıllar sonra dönebilen şanslı askerler için de mucize öyküleri yazılmış.
Sansür, görülmesi istemeyen ışık, girişi kapanan kapı gibidir
3 Mart 1937 tarihli Cumhuriyet gazetesinde müstehcen şarkıların sansürleneceğini, 9 Nisan 1951 tarihli Akşam gazetesinde de Konya’da bir muhtarın hava karardıktan sonra 3 kişinin bir araya gelerek konuşmasını yasakladığını okudum.
Çok ülkede sansür yaşanıyor ama Çin bu konuda öncü durumda. Bu zengin kültürün tarih boyunca insanlığa katkıları çok yüksek düzeyde ama geçmişte yaşanan gelenekselleşmiş baskılar bir yana, Çin günümüzde, sansürde ve ifade özgürlüğü kısıtlamasında başlarda yer alıyor. Geçtiğimiz yıllarda dünya basınına yansımış, Çin kökenli yüzlerce sansür haberinden birkaç tanesini aldım, size aktarıyorum:
Çin, bir milyondan fazla Müslüman Uygur’un "yeniden eğitim kamplarında" yaşadığı tutukluluk hayatını ekranlarına taşıyan BBC’yi defalarca sansürlemiş. Zaten hükumete verilen devletin ulusal birliğini ve ülkenin çıkarlarını korumak için interneti sansür etme hakkı varmış. Ne kadar alışık olduğumuz bir cümle değil mi? Bu nedenle de "hassas" olarak kabul edilen internet siteleri düzenli olarak sansüre maruz kalıyormuş. Öyle ki, önde gelen finans dergilerinden Caixin, hükumetin uyguladığı sansürü internet sitesinden duyurunca, bu sefer de internet sitesindeki "sansür" haberinin erişimi engellenmiş, haber sansürlenip silinmiş.
İdeolojiler, sınırları belirlenmiş, törpülenmiş dogmalarını toplumun tüm unsurlarına şırınga ile zerk edip, herkes tarafından aynı konuda aynı cümlelerin kurulmasını, aynı bakış açısıyla düşünülmesini isterler
Facebook tarafından sansürlenen 30 bin yaşındaki heykel
Facebook, 30 bin yaşında olan 11 cm boyundaki Willendorf Venüsü heykelini "uygunsuz" bularak sansürlediği için özür dilemiş. Viyana Ulusal Tarih Müzesi'nde sergilenen, çıplak bir kadın figürü şeklindeki "doğurganlık simgesi" heykelin Yontma Taş Çağı'na ait olması ve insanlık envanterinde bu dönemin en önemli eserleri arasında bulunması sansürün boyutlarını daha güçlü olarak ortaya çıkarmış, olmalı.
İran dünyada internet sansürünün en katı olarak uygulandığı ülkelerden biri! Birçok İranlı Proxy-Server uygulaması aracılığıyla Twitter veya Facebook gibi "yasaklı" sosyal sitelere ulaşabiliyor, uygulama yasağıyla ilgili herkesin merak ettiği ve takipçilerin peşinden koştuğu çok ilginç tespitlerde bulunuyorlarmış. İşte bazı örnekler; "Dünya polislere ulaşmaya yarayan uygulamalar üretirken, biz polislerden korunmak için bunları üretiyoruz.". "Uygulamanın işleyip işlememesi önemli değil. Her yükleme aynı zamanda bir protesto anlamına geliyor."
Etiyopya internete sansür uygulayan, insan hakları savunucusu sitelere ve muhalif bloglara erişim yasağı getiren Afrika ülkeleri arasında. Sınav sürecinde, Facebook, Twitter, Instagram sayfalarının öğrencileri ders çalışmaktan alıkoymaması ve yanlış söylentilerin yayılmaması için Etiyopya hükûmeti, geçtiğimiz yıllarda sosyal medyaya erişim yasağı getirmiş. Ne dersiniz, belki günün birinde bize de örnek olur bu sebep!
Sansürün sosyal getirisi varmış
Nobel edebiyat ödüllü İtalyan oyun yazarı Dario Fo, bir oyununun sahnelenmesinin Vatikan tarafından engellendiğini iddia etmiş. Papalık Sözcüsü Peder Federico Lombardi cevap olarak, Vatikan’ın oyunla ilgili hiçbir bilgisi olmadığını söyleyerek, "Bu medyatik çıkışın ve Vatikan ile Papa’yı kullanma girişimlerinden sonra Auditorium’da bu oyunun gösterilmemesinin daha iyi olacağını düşünüyorum" demiş. Demek ki, sansürün sansürlenene de bazı durumlarda faydası oluyormuş.
Akıldakini özgürce ifade etmenin yasaklandığı ülkelerde "ideolojiler", hap haline getirilip herkese yutturulmaya çalışılan "görüşler", yani devletin ana fikri, aynı konuda aynı cümlelerin kurulmasını öngörür. Ne kadar ben yapmam diye düşünürseniz düşünün, farkında olmasanız da mutlaka ağzınızdan bu yönde sözler çıktığına rastlamışsınızdır. Aslında bu tür sözler sizin değil, sizi o noktaya odaklayan ideolojinin kalıp sözleridir, sizin adınıza konuşanındır. Bu konuda sizlere önereceğim, sevgili dostum Ömer Faruk tarafından yazılmış güzel bir kitap var, adı şöyle; Başkası Adına Konuşmanın Haysiyetsizliği!
Koleksiyonculuk açısından sansür çok zengin bir alan! Bizler için serbestçe erişilir olandan ziyade sansürlüsü makbul. Bu konuda ülke olarak özel bir zenginliğimiz de var zaten. Yakılan filmler, toplatılan kitaplar, yasaklı resimler-heykeller, susturulmuş süreli yayınlar, neyin denmeyeceği belirlenmiş TV ekranları. Unuttuklarım çoktur, lütfen hatırladıklarınızı çevrenize hatırlatın ki, sansürün ayıbı yaşasın, sansürcünün çirkin yüzü açığa çıksın.
Güzellikleri biriktirmenizi dilerim.
Sansürlenmiş mektuplar, dünyanın her yerinde koleksiyonerler tarafından ilgi ile toplanıyor