08 Ağustos 2021
Tehlike geçmiş değil, yükselen ısı artışlarıyla birlikte doğanın bize ödeteceği bedeller masada bekliyor. İklim krizinin gittikçe yükselen bir tehlike olduğu, olumsuz etkilerinin artan bir ivme ile yükseldiği, doğal hayata açılan yaraların dünyanın her yerinde görüldüğü ve artık geri dönüş yollarının büyük ölçüde tükendiği gerçeği varken yangınlara hazır olmamak ve yolları haydutça kesip suçlu aramak bize özgü düşünce olsa gerek!
Bu yazıma -her zamanki gibi- sizlere konunun kültür tarihi detaylı olarak sunmak, tematik alanda ilgi alanlarını ortaya çıkarmak isteğiyle başladım ama tarihsel süreci içindeki gelişimleri bile yazmakta zorlandım. Dört bir yandan yükselen alevler karşısında yaşananları çaresizce izlemenin yalnızlığı, birlikte karşılaştığımız olumsuzlukların toplumsal yansıması, ırkçılıkla birlikte yükselen faşizm tehlikesi aynı zamanda içimizde yanan başka bir yangının da alevlerini besliyordu.
Orman yangınlarına havadan müdahale etme fikri, zararlılara karşı mücadele edecek kimyasal ilaç kullanımı ile eş zamanlı olarak gelişmiş; uçakların altına açılacak bir delik sayesinde geniş alana yayılabilecek sıvı püskürtme düşüncesi yıllar içinde gelişmiş.
Amerika'da, Clevelandlı bir böcekbilimci olan C. R. Neillie, çok geniş bir alana yayılmış olan ağaçlardaki zararlıların havadan ilaçlanabileceği düşüncesini ilk kez ortaya atan kişi olmuş. Bu fikri test etmek için 3 Ağustos 1921 tarihinde, Dayton McCook Field'daki Ordu Hava Servisi ile ortaklaşa bir tatbikat düzenlenmiş; Teğmen John A. Macready, bu uçuşta Curtiss JN-6 tipi bir uçak kullanmış. "Sfenks tırtıllarını" öldürmek için yapılan bu uygulamayla ülkemizde "sigara ağacı" olarak bilinen çok çiçekli "katalpa" ağaçları ile dolu bir ormanın üzerinde püskürtme yapılmış; bu işlem gelişme yolundaki uçak teknolojileri için açılan yeni bir uygulama kapısı olmuş.
Bu yıllarda, Anadolu'nun yoksul bağrında, Cumhuriyet'in ilanından sadece 16 ay sonra, 16 Şubat 1925'de Atatürk'ün emriyle, "Türk Tayyare Cemiyeti" adıyla kurulan oluşum, 1935 yılındaki kongre sonrasında "Türk Hava Kurumu" adını almış. Genç Türkiye, havacılık sanayisini askeri, ekonomik, sosyal ve siyasal alanda kurmak, askeri-sivil-sportif ve turistik havacılığın gelişmesini sağlamak, havacılık faaliyetleri için gerekli araç-gereçleri üretmek, personel yetiştirmek ve genel anlamıyla ülkenin geleceğini göklerde de aramak vizyonuyla yola çıkmış.
THK, 1926 yılında ilk olarak "Tayyare Makinist Mektebi"ni ardından da Kayseri'de -1929 yılında Milli Savunma Bakanlığına devredilen- Tomtaş Uçak ve Motor Fabrikasını hizmete açmış, A-19 ve A-20 uçaklarının üretimiyle bakım ve onarımları ülkemizde yapılmaya başlanmış. Vecihi Hürkuş, Mühendis Selahattin Reşit Bey ve işadamı Nuri Demirağ'ın girişimleriyle havacılık alanında birçok başarılı çalışmaya imza atılmış, Tomtaş'tan sonra THK atölyesi fabrika haline getirilmiş ve İngiliz Magister eğitim uçaklarının seri montajına başlanmış.
Bu yıllarda peş peşe kurulan paraşüt, planör, uçuş eğitim ve model uçak okullarıyla 1936'da hizmete giren İnönü Planör Kampı ve 1937'de açılan Etimesgut Motorlu Uçuş okulu, binlerce gencimizi bir araya getirmiş; ülkenin dört bir yanından yükselen barışı-kardeşliği gökyüzüne taşımış.
Halkın ilgisi o kadar büyük olmuş ki toplanan gelirler ile ilk 10 yıl içerisinde THK, üreterek ve yurt dışından satın alarak Türk Hava Kuvvetlerine tam 351 uçak teslim etmiş. Etimesgut'ta kurulan uçak fabrikası 1940'da tam kapasite üretime geçmiş, 1944 yılında da Atatürk Orman Çiftliği'nde ilk uçak motor fabrikası kurulmuş. Ancak ne olduysa olmuş, 1952 yılında üretimler durdurulmuş ve fabrikalar kapatılmış; bu tarihten sonra Türk Hava Kurumu, tamamen havacılık eğitimi ile ulusal ve uluslararası sportif etkinliklere yönelmiş.
Bizde bu gelişmeler olurken dışımızdaki dünyada da havacılık endüstrisi hızla gelişmeye devam ediyormuş. Bilinen en eski hava yangın söndürme girişimi 1930'da ABD Orman Servisi'nin bir Ford Tri-Motor uçağına suyla doldurarak yüklediği tahta bir bira fıçısını ateşin üzerine atmasıyla gerçekleşmiş. Bir daha da böyle bir şey uygulanmamış olsa da, orman yangınlarına karşı havadan müdahale bulunulabileceği düşüncesi bir şekilde ete kemiğe bürünmüş. Tabii ki unutmamak lazım ki, günün şartlarında en gelişmiş ülkelerde bile, II. Dünya Savaşına kadar engebeli bölgelerde ve sık ormanlık alanlardaki yangınları söndürmek için itfaiyecilerin yapabileceği pek bir şey yokmuş, yangınlar çaresizlik içinde izleniyormuş.
1933 Yılında, 2. Dünya savaşının ayak seslerinin duyulduğu yıllarda, havadan sıvı boşaltımı, tarımı geliştirmek, ormanları korumak ya da düşman topraklarda saldırı amaçlı kimyasal kullanımının düşünce pratiği içinde geliştirilmeye başlanan hazır güçlerden biriymiş.
2. Dünya savaşının acı günlerinde yaşananlar, geliştirilmeye çalışılan yeni silahlar ve çok kişiyi-kurumu-ülkeyi içine alan savaş teknolojileri konusunda çok hızlı gelişme-tasarım arayışları her alanda olduğu gibi "havadan müdahaleleri de çok ileri götürmüş. Savaş sonrasında, ABD Hava Kuvvetlerinin elinde çok sayıda askeri uçak olması, bu uçakların bir şekilde tarımı destekleyecek şekilde kullanılabileceği düşüncesini de doğurmuş. Savaşta kullanılmış çift kanatlı "Stearman" tipli uçağın alt kısmında bir delik açmayı akıl eden pilot Nolta, iptidai olarak halatla çekilerek açılan menteşeli bir kapak mekanizmasıyla, uçağın doldurulan deposundaki ilaçlı suyun toprakla buluşmasını sağlamış, havadan yapılan bu işlem günümüze dek ulaşan geniş alanda ilaçlamanın da kronolojisini de değiştirmiş. Pilot Nolta'nın bu fikrine 1955 Yılında, Kaliforniya'daki ABD Orman Servisi için çalışan Joe Ely de destek olmuş, tarım arazilerinde ve orman alanlarında çıkan yangınları bastırmak için uçakların suyla donatılabileceği fikrini ortaya atmış. Yaptıkları denemelerde çok yüksekten bırakılan suyun serbest düşüşü sırasında alevlerle buluşmadan buharlaşması, onları uçakların bu amaçla kullanılması halinde özel tasarıma ve depodaki suyun çabuk buharlaşmayacak şekilde bir karışım içermesinin gerekliliğini göstermiş; depoda ilk kez sodyum, kalsiyum ve borat karışımı denenmiş.
Yangınların acısı içinde yaşadıklarımız da ruh halimizi dışa vurur gibiydi. Kimi Toki'nin yapacağı yeni evlerin müjdesini verirken evi yanmayanların üzüleceğini söyledi, kimi arka planındaki orman yangınını doğal dekor (!) olarak görüp jet-sky ile denizde keyif yaparken ta İspanya'dan yardıma gelmiş uçağın durmasına ve söndürme işleminin aksamasına yol açtı. Ne idüğü belirsiz silahlı-silahsız kişilerin kimlik sorgulaması yapması, yurt dışından yardım istemenin soruşturmaya uğraması, acil kullanım malzemelerinin fiyat artışı, canlı yayının basılarak konuşulanların engellenmesi gerçekten yaklaşan tehlikenin ne kadar yakınımızda olduğunu gösteriyordu. Sanki her şey, Meral Akşener'e yapılan çirkin saldırı sonrasında söylenen "bunların iyi günler olduğu, çok daha kötüsünün yaşanacağı" beklentisini hatırlatıyordu. Ormanlardaki büyükbaş hayvanlarla beyaz etli olanların konu edilmesi, yerel belediyelerin yalnız bırakılması, yangına körük yerine çayla gidilmesi gibi hususlar son yılların bize özgü düşünü şeklinin bir boyutu gibiydi.
Tabii ki sivil vatandaşların organize olması, canı pahasına alevlere müdahale etmesi, halkın para toplayarak çok kısa bir zaman içinde arkasında büyük su deposu olan araçları ortaya çıkarması, pet şişelerden dökülen damlalarla canların hayata dönüşü, ülkenin dört bir tarafından yardıma koşulması, zarar gören hayvanlara el uzatılması umudu canlı kılan yaşanmışlıklar oldu.
Ordunun niye çok aktif yer almadığı düşüncesi hepimiz için muallâkta kalan bir şüphe şeklinde yer alırken ormandaki ağaçların arasından çekilmiş elektrik kablolarının ve panellerinin ağaçlara monte edildiği görüntüler yaşadığımız çağa yakışmıyordu. Tunceli'de orman yangınına müdahale etmeye çalışan Belediye Başkanının "özel güvenlik alanı" bahanesiyle durdurulması ve bu arada yangının devam etmesi ekranları ve sosyal medyayı sallasa da yönetim erkini etkilemiyordu. Eş zamanlı olarak ormanlarını hızla kaybeden bir doğada yükselen alevler eşliğinde başlayan "ağaçlandırma" hatta ne tür ağaçların dikileceği tartışması bana çok münasebetsiz bir zamanlama hissinde geldi. Hani çocuğunu yitirmiş anne-babaya cenaze töreni sırasında "acınızı unutun, hemen bir tane daha yapın" demek gibiydi. Bir zamanlar parlak bir fikir gibi sunulan tüm ülkenin meşe ile kaplanması düşü gibi gerçekten iyi niyetle oluşmuş bir hayal olsa da –bence- bilimsel temeli olmayan bir ütopya şeklinde kaldı. Aynı tartışma Endonezya'da yüzyıllık nadide ağaçların yerli halk tarafından kesilip yerlerine bamboo dikilmesiyle de yaşandı; bir yılda 20m kadar büyüyebilen tropikal iklime uygun bamboo ağacı tüm doğayı yeşile dönüştürse de, -uzmanlara göre- flora çeşitliğini hiçbir zaman eski haline getiremedi.
Küresel ısınma zaten bir gerçek olgu; bu tehlikeden de artık kaçış yok! Sanırım doğaya müdahale etmezsek, doğayı gözlemlerle anlamaya çalışırsak ve sadece –varsa- bilimsel bilgi yardımıyla katkıda bulunursak o gerekeni yapacaktır, diye düşünüyorum. Doğanın gerçeklerine uygun olarak tasarlayacağımız projelerde bilim dünyamıza ve orman fakültelerimize çok iş düşüyor. Açıkçası Orman Fakültelerinin ülkemiz ağaç zenginliğine ne tür parlak fikirler geliştirdiklerini, son yıllarda hızla azalan ormanlarımız için ne tür düşünceler ürettiklerini bilmiyorum. Uluslararası planda etkinliği olmayan çalışanlarıyla bilim insanı (!) yerine ortaya çıkarttığımız üniversite esnaflarının çok alanda kadroları doldurduğu yüksek eğitim hayatımızda bu gidişle ağacı saksıda, yeşili bahçede, yaban hayatını da yabancı belgesellerde göreceğiz, endişesi içindeyim.
2005 yılında çıkmış 7 nolu Bartın Orman Fakültesi Dergisinde okuduğum bir makaleye göre, Türkiye'de Orman yangınları ile ilgili istatistiklerin tutulmaya başlandığı 1937 yılından 2003 yılına kadar toplam 74.493 adet yangın kayıt edilmiş olup, her yıla ortalama 1111 adet yangın düşmekteymiş. 1993-2003 Yılları arasını kapsayan son 10 yıllık dönemde toplam 20.632 adet orman yangını meydana gelmiş ve dönem ortalaması neredeyse 2 katına çıkan bir artışla yılda 2063 vaka yaşanmış. Bu yangınların çıktığı yerler de bilindik yerleşimler. Ortalama rakamlarla Muğla'da 268, İzmir'de 208, Antalya'da 162 ayrı yangın çıktığı anlaşılmakta. Bu dönem zarfında en yüksek yangın sayısı 3239 adet ile 1994 yılında, en düşük sayı ise 1339 adet ile 1997 yılında kaydedilmiş. 2003 yılında ise toplam 2177 yangın ile dönem ortalamasının üzerine çıkılmış. 10 yıllık döneme bakıldığında, İzmir, Milas, Kanlıca, Nazilli, Fethiye, Manisa, Akhisar, Ankara, Uşak, Antalya, Taşağıl, Antakya ve Kemer Orman İşletmeleri yıllık ortalama 30 adetten fazla yangının çıktığı, en riskli bölgeler arasındaymış. Bilgiler yıllar öncesinin olsa da yaşananlar güncel; tekrarlanan tehlike kapımızda. Yani demek istediğim şu ki, tehlike karşımıza yeni çıkmış değil, biz yaşadıklarımızı kolay unutuyoruz.
Hatırlarsanız Gelibolu Yarımadası'nda 1994 yılının temmuz ayında çıkan orman yangına havadan ve karadan çok sayıda ekiple müdahale edilse de, 4 bin 49 hektar alanda zarara yol açmıştı; hatta dönemin Çanakkale Orman Bölge Müdürü Talat Göktepe de müdahale sırasında şehit olmuştu. O yıldan beri, Silahlı Kuvvetlerimizin bu konuda görevlendirilmesini, hava kuvvetlerimizin tecrübeli pilotlarının özel eğitim alarak yangınlara müdahale edebileceğini kendi içimde düşünmeye başladım; hatta paylaştığım gazeteci büyüklerim de oldu! Yıllar geçti, yaşananlar unutuldu ama bugün sanıyorum çok kişi benim gibi düşünüyor. Hava Kuvvetlerimizin elindeki bazı uçaklar bu konuya uygun olarak dönüştürülebilir, özel eğitim verilerek konunun hassas detayları öğretilebilir, ülkemiz bu konuda öncü rol oynayabilir. Denize yakın yerlerde Deniz Kuvvetlerine ait gemilerin denizden su çekerek, gerekirse belli bir uzaklığa taşınacak borularla tazyikli su basmasını son günlerde çok hayal ettim. Orman içlerinde insanlarımızın, itfaiye erlerimizin canhıraş mücadeleyle yapmaya çalıştığı yol açma, hendek kazma ya da diğer gerekenleri niye askerlerimize yaptırmıyoruz, sorusunu çok kere kendime sordum. Daha da ileriye giderek söyleyeyim, ülkemizin her kıraç kamu alanı bölgesi oradaki askeri birliklere zimmetlenerek bilimsel bilginin ışığı altında ağaçlandırılabilir, fikrini gönülden taşıyorum. Askere giden her gencimiz belli bir sayıda ağaç dikmekten, korumaktan, sulamaktan ve geleceğe dönük hayal kurmaktan zevk alacaktır, diye düşünüyorum.
Yani demek istiyorum ki, ordumuzdan yardım değil, görev istenmesi ve görev tanımında orman yangınlarının da eklenmesi yerinde olacaktır, kanısındayım. Çünkü "yardım" sözünün ne anlama geldiği açık değil; Milli Prodüktivite Merkezi tarafından yazılmış bir raporda okudum, 285 sayılı genelgede açıklanan yangın söndürme çalışmalarının yönetsel düzenlerine ilişkin kurallar gerektiğince yaşama geçirilememekte; yangın yerinde orman işletme personeli ile asker ve sivil yükümlüler arasında eşgüdüm kurulamamaktaymış.
Aklımda paylaşmak istediğim çok şey var, şikâyetlerim öfkemi tetikliyor ama yangından zarar gören insanlarımızın, doğamızın ve yitirdiğimiz, zarar verdiğimiz hayvanların üzüntüsü serzenişlerimi örtüyor. Yangına canhıraş gücüyle müdahale eden itfaiyecilerimiz, devlet-belediye görevlilerimiz ve insanlarımızın çabasına rağmen değerlerimiz yanıyor, biz bakıyoruz, bir kısım maaşlı vatanseverler bakıyor.
Türk Hava Kurumunun başına gelenler tam bir felaket boyutunda. Zaten yıllardır yazılıyor ve söyleniyor da. Üstüne çöreklenen kayyumla, etkisizleştirilen yapısıyla her şey gözümüzün önünde yaşanıyor. Bizlere düşen "abdal" misali bir şeyi olmadan görmek, önceden bilmek değil, hiç olmazsa gözümüzün önünde olanı anlayabilmek ve çare arayabilmek; yani hiç olmazsa yaşananlar üzerine düşünebilmek.
Bir daha böyle felaketler yaşamamak dileğiyle.
Güzellikleri biriktirmenizi dilerim
Geçmişin gelecekle bağını kuran “eski gazete koleksiyonları” kültür hazinelerini sararmış sayfalarında saklıyor
Yumurta, yüzbinlerce yıldır sofrada olmuş; tek başına yenilmesi yanında, çok şeyle birlikte de pişirilmiş
Kış saati uygulaması -bizde kabul görmese de- 70’ten fazla ülkede enerji tasarrufu yapmak için uygulanıyor
© Tüm hakları saklıdır.