22 Mart 2023
1993 yılında Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilen bir kararla 22 Mart, "Dünya Su Günü" olarak ilan edilmiş ve böylece küresel olarak gezegenimizin her köşesinde gittikçe büyüyen "temiz su" sorununa dikkat çekilmiş.
Su herkesin değeri, değerlisi; yokluğu da, kontrolsüz çokluğu da insanın kâbusu! Bahara girdik, yaza az kaldı; haberlerde baraj seviyeleri ve kavurucu sıcaklarda az suyla ne yapacağımızın endişesi var. Yakın yıllara kadar "onların petrolü varsa bizim de bir gün çok değerli olacak suyumuz var" söylemleri de boş çıktı, meğer kuraklık kapıdaymış! Har vurup harman savurduğumuz sularımız bir daha geri dönmeyecek şekilde çekilirken yerlerine inşa ettiğimiz çürük-çarık binalar başımıza yıkılıyor. Fay hattına sanayi yerleştiren, dere yatağına şehir kuran insanların ülkesi burası!
İnsan düşününce irkiliyor, farklı kaynaklardaki araştırmalara göre bugün 1 ila 1,6 milyarı aşkın insan temiz içme suyuna ulaşamıyor, 2,7 ila 4 milyar kişi de yılın en az bir ayında su sıkıntısı çekiyormuş. Latin Amerika ülkelerinde 1 milyar insan içme suyu olarak kirli su kullanmak zorundaymış ve sırf bu yüzden her yıl 2 milyon kişi sadece temiz içme suyuna erişemediği için hayatını kaybediyormuş.
Su konusunda öylesine İlginç bir paradoks var ki, yeryüzünün yüzde 70'lik kısmı su ile kaplı olsa da içilebilir su oranı toplam rezerv içinde yüzde 2,5'luk bir paya sahip. Dahası da var, bu yüzde 2,5 oranı içinden kutuplardaki erişilmesi güç kaynakları da çıkarırsak kullanılabilecek olanların oranı da sadece yüzde 1 civarına düşüyor.
En sonda söyleyeceğimi en başta da yazayım, ileriyi görmede pek becerili olamasak da, bu defa biraz öngörülü olup çevremizdeki denizlerden faydalanmak ve deniz suyunu arıtarak su sorunumuza kalıcı çözüm bulmak zorundayız. Özellikle İstanbul için deniz suyunu arıtmaktan başka çare yok, diye düşünüyorum.
Yakın yıllara kadar göçmen kuşların konakladığı, kazların, ördeklerin, flamingoların zarif bir edayla dolaştığı ve birbirinden nadide hayvan çeşitliliğine sahip sulak alanlarımızı kaybettik, kalanları da tümüyle yitirmek üzereyiz. Arıtma tesisleri kirli atıklar için de hayati önem taşıyor; arıtma tesislerini arttırmalı, tüm ülke bazında yaygınlaştırmalı bu konuda yapılan bilimsel arayışları özendirmeliyiz.
Temiz su tarihin her evresinde insanın olduğu kadar tüm biyolojik çeşitliliğin de ana itici unsuru olmuş; kutsal kitaplarda da, mitolojik öykülerde de hep ana tema şeklinde işlenmiş. MÖ 9. yüzyılda İsrail oğullarının Mara Bölgesinde buldukları acı suya Musa'nın bir ağaç parçası atması ve suyun bir anda arınarak içilebilir hale gelmesi günümüze kadar ulaşan dini anlatılarda yer almış. Aynı yıllarda farklı bir coğrafyada Spartalı bir yargıç tarafından topluma tanıtılan "arındırıcı bardak" kirli ve bulanık suyun kullanılmasından sakınmak gayesiyle tasarlanmış; eski kayıtlarda yazılanlara göre çamurun bardak kenarlarına yapışmasını sağlamak için özel bir sistem geliştirilmiş.
İnsan var olduğundan beri su havzaları civarında yaşamış, içebileceği temiz su kaynakları yaşam alanı seçiminde en önemli kriteri olmuş. Hem Eski Sanskritçe hem de Antik Mısır yazıtlarında temiz ve içilebilir suyu elde etmek için izlenen uygulamalar açıkça görülüyor. Denilebilir ki, kentsel medeniyet merkezleri suya yakın yerlerde kurulmuş, içilebilir su kaynakları kültürlerarası etkileşimde önemli yer kaplamış. Su etrafında gelişen uygarlıklar arasındaki savaşların çoğunun nedeni suyla ilgili olmuş, su kaynakları her zaman stratejik üstünlük sağlamış.
Tarih öncesinde su arıtmadaki ana amaç her zaman lezzetli içme suyu sağlamak olarak düşünülmüş, tadı iyi olan suyun temiz olduğu varsayılmış. Bu yıllarda insanlar su içindeki zararlı organizmaları bilmedikleri ve suyu hastalıkla ilişkilendirmedikleri için tadımı iyi olan su mikroplu da olsa rağbet görmüş, "mikrop" bulunana kadar kaynatmanın gerekliliği -genellikle- bilinmediğinden hastalıkların içme-kullanma suyu yoluyla yayılmasına engel olunamamış.
İnsan nüfusu arttıkça su kaynakları azalmış, kirlenmiş; yüzyıllar boyunca içilecek saf, temiz suya olan ihtiyaç artan bir hızda kendini gösterirken farklı su arıtma teknikleri ortaya çıkmış.
Yapılan arkeolojik araştırmalardan anlaşıldığına göre Taş Devrinde yaşayan göçebe ve avcı-toplayıcı atalarımız temiz içme suyu elde etmek için genelde dereleri, nehirleri, kaynak sularını ve gölleri kullanmışlar. Kurak yerlerde yaşamaları gerektiğinde genellikle kurumuş nehir yataklarını kazarak kuyular açmışlar, suyu bulana kadar da derine inmişler. Binlerce yıl öncesinde kuyularda toplanan suyun temiz olmadığı durumlarda suyun akış yönünde açılan deliklerin çimenlerle, bambu, saman, ağaç parçalarıyla tıkanarak bir tür filtre düzeneği kurulduğu farklı coğrafyalarda yapılan kazı sonuçlarında açıkça görülüyormuş. Suyu arıtmanın tarihi yerleşik hayata geçilmesi kadar eskiye dayandığı için bu konudaki uğraş binlerce yıl öncesinden beri insanın aklını meşgul ediyor olmalı.
Bereketli Hilal'de tarımı başlatan, karmaşık toplumsal ilişkilere ve yerleşik uygarlıklara yol açan faktör "su" olmuş. Yüzyıllar boyunca su kaynakları her coğrafyada tarımı yapılabilecek gıdaların türünü de yönlendirmiş. Su kültürler arası etkileşimlerin arkasındaki itici - yol gösterici güç olmasının yanında ilk çağlardaki ticaret gerek malların taşınması, gerekse de insanların ve hayvanların beslenmesi için tamamen suya bağımlı olmuş.
Yabancı literatürde "kanat" adı verilen, dağ eteklerine kayalar arasından süzülerek gelen suya ulaşma tekniği zaman içinde kültürler arası geçişlerle Basra Körfezinden Mısır'a, İpek yoluyla da dünyanın diğer bölgelerine ulaşmış; yüzyıllar içinde Almanya'dan Kanarya Adalarına kadar yaygınlaşmış.
Suya ulaşmada önüne çıkan engelleri aşmaya çalışan insan, Roma İmparatorluğu'nun hüküm sürdüğü MÖ 2300'den sonra bugün izleri ülkemizde görülen ve neredeyse tüm komşularımızda da rastlanılan su kemerleriyle iki dağ arasındaki vadiyi, zirve seviyesinde aşarak geçmiş, zarif kemerli su taşıyan köprüler için ciddi emek harcanmış.
4500 yıldan daha uzun bir süre önce Antik Mısır'da kazılan derin kuyularda toplanan suların önüne tıkılan çimenlerin, samanların, sapların arasından sızan su o günün şartlarında daha içilebilir olmuş, kuyuya saplanan içi boş bambu – saman parçaları bir tür emme borusu görevi gören mekanizmaya dönüşmüş.
Eski Mısır medeniyeti, Nil Nehri'nden gelen suyu kontrol etmeye başlayarak gelişmiş, Firavun Keops zamanında Nil Nehri'ne yapılan bentlerde toplanan suyun yılın belirli dönemlerinde bakır borularla sarayın sulama sistemi içine aktarılması sağlanmış.
MÖ 1500 civarında Mısırlılar pıhtılaşma olarak bilinen su arıtma sistemini bulmuşlar. Bir çeşit "şap" benzeri kimyasalın kirli suya yerleştirilmesiyle işleyen bu yöntemde şap kristalleri birleşip daha büyük parçacıklar oluşturmak için sudan ayrılırken kirliliği içine çekip süzülerek çıkarılmasını sağlıyormuş.
Mısır hükümdarları 2. Amenhotep ile 2. Ramses'in mezarlarının duvarlarını süsleyen çizimlerde pıhtılaşma yoluyla yapılan su arıtma sisteminin nasıl çalıştığını gösteren tasarımlar günümüze ulaşmış durumda. Denilen o ki, o yıllarda Mısır Medeniyeti mikroplu su ile temiz su arasındaki farkı anlayamadığı için temel amaç suyu daha lezzetli hale getirmek üzerine kuruluymuş.
MÖ 5. yüzyılda İstanköy Adasında doğan antik dönemin ünlü filozof hekimi Hipokrat da su arıtma deneyleri yapmış. Ateşli hastalara, vücut sıcaklığının uyumunu sağlamak için soğuk suya girmelerini tavsiye eden Hipokrat, "hava, toprak ve su" temalı eserinde hekimlere önerdiği çevre ile sağlık arasındaki bağlantı su üzerinden kurulmuş; içilen suyun kalitesi ile sıhhat aynı düzlemde görülmüş.
Tıbbın ünlü babası, 4 mevsimin farklı sıcaklıklarının vücuttaki "dört sıvı" (kan, balgam, sarı safra ve kara safra) ile ilişkili olduğu düşüncesiyle dengede tutulmasını önemsemiş; temiz suyun iyileştirici gücünü özellikle öne çıkartan Hipokrat'a göre temiz - arıtılmış su vücuttaki 4 sıvıyı ve bedensel uyumu düzenleyici özelliklere sahipmiş.
İçildiğinde şifa olacak suyun temiz ve saf olması gerektiğine inandığı için hastalarına kullandıkları suyu "arındırmak" adına su filtresi tasarlayan bu ünlü Doktor, "Hipokrat Kılıfı" ya da "Hipokrat kovanı" olarak bilinen bir filtre tasarlamış. Bu düzenek kaynatıldıktan sonra içindeki suyun dökülebileceği bez bir torba şeklindeymiş; bez torba suda kötü tat ve kokuya neden olan her türlü olumsuzluğu içinde hapsediyormuş.
3000 yıl önce İran'ın dağlık bölgesinde yağmur alan dağ eteklerinde yüksek kotlardan köylere ve kasabalara kadar yeraltından uzanan tünelleri inşa eden bölge halkı hem kendisi hem de beslediği hayvanların gereksinimi olan suyla aynı zamanda ekinlerini de suluyormuş.
Eski Sanskritçe metinlerde görüldüğü şekliyle Hint coğrafyasında yerleştiği alanda içme suyu bulmada zorluk çekenler doğayı gözlemleyerek çözüm bulmaya, farklı tiplerde filtre sistemleri geliştirmeye çalışmışlar.
MS 3. veya 4. yüzyılda Asya'da "Cerrahinin Babası" olarak kabul edilen "ayurvedik tıp" tekniklerinde Sushruta'ya atfedilen su arıtma yöntemleri içinde kaynatma, güneş altında ısıtma ya da ısıtılmış demiri suya daldırarak sonrasında soğumaya bırakma gibi yollardan bahsediliyor. Bunların yanı sıra kirli suyu kömür filtrelerinden, ham kum ve kaba çakılların arasından geçirerek süzmeyi deneyen Hintliler, astrolojilerinde önemli bir yere sahip olan "gomedhaka" ya da "gomethakam olarak bilinen granat ailesinden "hessonite" taşını da su arıtmada kullanmışlar.
Bunlara ek olarak literatürde "strychnos potatorum" olarak bilinen, kışın yaprak dökerek bir çeşit kuruyemiş meyvesi veren ve 15 metreye kadar uzayan ağacın tohumları yüzyıllar boyunca su arıtmada kullanılmış. İlginçtir bu ağacın tohumları, bugün de Hint halk kültürünün geleneksel tedavi yollarında denendiği gibi Hindistan ve Myanmar'da suyu arıtma konusunda da yaygın olarak kullanılmaktaymış.
Anadolu topraklarında yaşayan medeniyetlerin su konusundaki hassasiyetini ve suya uygun olarak geliştirdiği kentsel yaşamı kendine örnek olan Osmanlı durgun suyu barındıran sarnıç yerine akarı tercih ederek suyun refahla ve kültürle ilişkili olduğunu kavramış. Geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısından itibaren başlayan büyük şehirlere göç ile dengesiz olarak yok edilen- kirletilen kaynaklarımız çok uzun süre gözlerden ırak olmuş, temizliğini ve dinginliğini korumuş.
Tabii ki dönemin özellikleriyle değerlendirmek lazım ama özellikle 1940'lı yıllara kadar çok sayıda bataklığı, su toplama havzasını salgın hastalıklara neden oluyor diye kuruttuk, kullanıma açtık. Bir zamanlar tahıl ambarı olduğunu düşündüğümüz İç Anadolu bölgemiz acımasızca kullandığı yer altı suyunun bedelini öderken bir ölçüde dışa bağımlı hale gelen tarımsal üretimimiz artık dış ticaret açığımızda önemli bir yere oturmakta.
Bir gün suyun petrol kadar önemli olacağını gören ama böbürlenme dışında adım atamayan, geleceği göremeyen politikacılarımız ve devlet erkânı yine yanlış hesap yaptı. Dereler, göller kururken, akarsular ve denizlerimiz kirlenirken, göçmen kuşlar bile her göründüklerinde biraz daha azalırken biz pisliğini en yakın suya döken tesislere ruhsat veriyorduk.
Artık uyanma ve irkilme zamanı! Tek çare deniz suyunu arıtma tesislerini denize kıyısı olan yerleşim birimlerimize inşa etmek. Maliyeti de gittikçe düştüğü için erişilebilir olan sonsuz su kaynağı denizlerimizde bizi bekliyor. Bir an önce yer altı sularının kullanımı kontrol altına alınmalı, nehirlerimizin, göllerimizin ve denizlerimizin temizlenmesi için seferber olmalıyız. Lağım çukuruna dönüştürdüğümüz Marmara gibi bir iç denize sahip olmanın gururunu gelecek nesillere de yaşatmak anca yüzleşmekle ve arınmakla olacaktır diye düşünüyorum.
Hepimizin su günü kutlu olsun! Erişebileceğimiz temiz su her daim serinliğini bize hissettirsin. İstanbul'da ve ülkemizin farklı yerlerinde susuzluk yaşamanın arifesinde elimizi çabuk tutmalı ve arıtma konusunda faydası dokunacak her düşünceyi, mevcut örnekleri ve tüm kurumları bir araya toplayarak "ortak aklı" oluşturacak pozitif ivmeyi yakalamalıyız diye düşünüyorum.
Su arıtmanın kültür tarihi üzerine derlediklerimi sizlerle paylaşmaya devam edeceğim ama son söz olarak söylemek isterim ki, hem bireysel hem de toplumsal olarak her alanda arınmalı, devletin her kademesine liyakat aşılamalı, üstümüze-sistemimize bulaşan çirkeften bir an önce kurtulup temizlenmeliyiz.
Güzellikleri biriktirmenizi dilerim.
İrfan Yalın kimdir? Koleksiyoncu İrfan Yalın 1962 yılında İstanbul'da doğdu. 9 Eylül Üniversitesi, Aydın Turizm İşletmeciliği ve Otelcilik Yüksek Okulu mezunu. Objelerin – belgelerin peşinde "Popüler Tarih ve Kültür Yaşanmışlıkları araştırmacısı. Bizimev TV'de yayınlanan "Koleksiyoncu" programı sunucusu - yapımcısı. Asya ve Afrika ülkelerinden tek tek topladığı el sanatlarını sergilediği Kadıköy'deki "Artemis"in kurucusu. Koleksiyonculuğun özendirilmesi adına amatörce çalışan, sergi, sempozyum, sunu ve derleme çalışmaları içinde kültürel değerlere gönül bağımlısı… |
İnsan kurabiye ile yüzlerce yıl öncesinde tanışmış; kurabiye sevince de kedere de eşlik etmiş
Geçmişin gelecekle bağını kuran “eski gazete koleksiyonları” kültür hazinelerini sararmış sayfalarında saklıyor
Yumurta, yüzbinlerce yıldır sofrada olmuş; tek başına yenilmesi yanında, çok şeyle birlikte de pişirilmiş
© Tüm hakları saklıdır.