01 Mart 2023

Kamusal alan – özel alan ilişkisi/etkileşimler

Yaşamda özel alan-kamusal alan ayrımının oluşumu ve karşılıklı konumlarının ve ilişkilerinin sürekli yeniden tanımlanmakta olması ne tür toplumsal sonuçlar yaratıyor?

I: GİRİŞ

Günümüz dünyasında ister demokrasi açığı yaratmayan bir yönetim oluşturma, ister kentlerimizde doyurucu bir yaşam kalitesi yaratma arayışı içine girelim, karşımıza kamusal alan kavramı çıkmaktadır. Bu nedenle son yıllarda kamusal alan konusunda çok önemli, çalışmalar yapılmıştır. Örnek olarak siyasal felsefe alanından Hannah Arendt'in ve Jürgen Habermas'ın, şehir planlama kökenli felsefeci Richard Sennett'in çalışmaları sayılabilir.

İlk bakışta iki farklı bilim alanında aynı "kamu alanı" sözcüğü kullanılmış olsa da, dikkatli bir analize girişilirse, iki farklı amaçla kullanılan kamu alanı kavramlarının içeriklerinin bazı önemli farklar taşıdığı ortaya çıkmaktadır. Ama iki ayrı amaçla kullanılan "kamu alanı" kavramlarının tamamen birbirinden kopuk olduğu söylenemez. İki kavramın Venn diyagramlarının kesiştiği, üst üste düştüğü yerler bulunmaktadır.

Ben bu yazıyı kamu alanı kavramının değişik amaçlarla kullanılışının içerik farklılıkları konusuna açıklık getirmek için yazıyorum. Böyle bir tartışmanın hem demokrasi, hem de kent planlaması ve kent yönetimi konusunda önemli katkıları olabileceğini düşünüyorum.

Kamu alanı kavramı tek başına var olmuyor. Özel alan kavramıyla birlikte var oluyor. Bu iki kavram birbirinin anlamını belirliyor. İlginçtir, bu durumda ilişkisel bir varoluş söz konusu olmaktadır. Bu ilişkisellik tanımsal değil, olumsal, dolayısıyla tarihseldir. Kamu alanı kavramını kullanarak, kuram geliştirmeye çalışan felsefeciler/düşünürler bu tarihsel ilişkiselliği incelerken daha çok iki kavramdan birinin diğerini yok ettiği/çökerttiği üzerinde durmuşlardır. Kanımca tarihselliğin böyle bir bağlamda ele alınmasının nedeni, kamu alanı kavramını yakından anlama çabasının abartılmasıyla ilişkilidir. Ben bu yazıda insanlığın evrimi sırasında özel alan farklılaşmasının ortaya çıkmasıyla birlikte oluşan kamusal alan ve özel alan ilişkisinin kurulduğunu ve tarihsel akış içinde bu ilişkinin sürekli olarak biçim değiştirerek günümüze kadar geldiği kabulüyle hareket edeceğim. Böyle bir ele alış özel alanın ve kamusal alanın ne olduğunu tanımlamaya çalışmaktan çok ilişkiselliğin tarihselliğini anlatmaya önem verecek. Bu ilişkiselliğin zaman içinde yeni biçimler kazanmasında, özel alan ve kamusal alanda yaşanan gelişmeler kadar, bu iki alanın oluşturduğu bütünün niteliğindeki değişmeler de etkili olmaktadır.

Bu yazıda, böyle bir bakış açısı içinde, önce özel alan kamusal alan kavramları üzerinde fiktif, daha sonra bu kavramların tarihsel ilişkisellikleri konusunda iki ayrı tartışma yürüteceğim. Bu konularda elde edilen açılımlardan sonra bu kavramların demokrasi açığı olmayan bir yönetimin kurgulanmasına ve kentlerdeki yaşam kalitesinin geliştirilmesine olabilecek katkıları üzerinde durulacaktır.

TIKLAYIN | Kent planı ve yurttaş eşitliği | Kent planı karşısında yurttaşların eşitliği ve planların uygulanabilirlik sorunları

TIKLAYIN | Maraş depremi | Deprem stratejileri, çözüm arayışları

II. İNSANLARIN YAŞAM ALANLARININ ÖZEL VE KAMUSAL ALAN OLARAK AYRIŞMASININ NASIL GERÇEKLEŞTİĞİ KONUSUNDA FİKTİF BİR ANLATI

Yeryüzünün gelişmesi sürecinde yaşanan evrimin bir aşamasında insanın ortaya çıkmasıyla insanlar yeryüzünde yaşamaya başlamışlardır. İnsanlar yaşamlarını zamanda ve mekanda gerçekleştirirken yaşam deneyimi birikmektedir. İnsan beyni sembolleştirme kapasitesine sahip olduğu için dil geliştirebilmekte, insanın yaşamını sürdürebilmek içine girdiği doğayla etkileştirme süreci içinde oluşturduğu yaşam bilgisi/kültürü, geliştirdiği dil aracılığıyla gelecek nesillere nakledilmektedir. Bu durumda insanın dünyadaki zamanı bir kültürel gelişme okuna sahip olmaktadır.

Başlangıçta, insanın yaşamı avlayıcı ve toplayıcılıkla ve bir yerde yerleşik olmadan sürmektedir. Bu aşamada insan, yaşamını sürdürebilmek için sürekli yer değiştirirken, bir "yaşam mekanı" oluşturmakta/üretmektedir. Bu aşamada yaşam mekanı içinde henüz bir ayrışma yoktur, tek bir mekan bulunmaktadır. Ama insanlığın kültürünün birikmesi sonucunda belli bir aşamaya ulaşıldığında insanlar yerleşik yaşama geçerken, ailenin oluşması, mahremiyet arayışının gelişmesi, iklim koşullarının zorlaması, güvenlik arayışı vb. nedenlerle barınaklar üretilmeye başlamıştır. İnsanların yaptıkları bu evler, yaşam alanı içindeki özel alanları yaratmaya başlamışlardır. Bu aşamada aileler özel alanlarında kendilerini yeniden üretecek faaliyetleri gerçekleştirirken, bu alanlarda üretim faaliyetlerini de gerçekleştirmektedir. Bu durumda insanların yaşam alanları içinde özel yaşam alanları ayrışmaya başlamıştır.

Bu özel alanların bir yerde toplanarak varlığını sürdürebilen bir yerleşik yerleşme/kent oluşturması için, özel alanın dışında bu yerleşmenin bir bütün olarak, bir sistem olarak çalışmasını sağlayacak faaliyetlerin gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Bunlara "kamusal faaliyetler", bunların mekanlarına da "kamusal alanlar" denilmeye başlamıştır. Kamusal alanlar özel alanların dışında olan tüm mekanları kapsamamakta, bu alanların yerleşme bütünlüğü içinde kalan kesimini kapsamakta, aile ve yakın arkadaş ortamı dışında kalan yaşam alanları anlamını taşımaktadır. Bu kamusal alanlar, değişik işlevleri yerine getirmektedir. Örneğin; özel alanların birbirine ve kamusal işlevlere ulaşmasını sağlayacak yolları, özel alanlarda bulunanların üretimlerinin değiş tokuşunun yapılmasını sağlayacak pazar yerlerini, bu bütünlüğün sürdürülebilmesi için gerekli güvenlik/savunma hizmetlerinin bir kamu malı olarak üretimini ve bunun gerektirdiği altyapıları, örneğin kale alanlarını içerecektir.

Bir yerleşmenin yaşam alanlarında, özel alanlar ve kamusal alanlar diye bir farklılaşma/ayrışma ortaya çıktığında özel alanlar ile kamusal alanlardan oluşan sistemin işlerliği için hem özel hem de kamusal alanlara ilişkin eylemlerin kararlarına nasıl ulaşıldığına açıklık kazandırmak gerekir. Özel alanlardaki eylemler bu alanın mensuplarınca kararlaştırılacak ve gerçekleştirilecektir. İnsanlığın evrimi sürecinde ilk yerleşik yaşama ve daha sonra kentsel yaşama geçildiğinde kamusal alanda gerçekleştirilecek faaliyetlerin kararlaştırılması ve uygulanması için yol aranırken, atılan ilk adım bu yerleşme/komünite içinde egemen olacak siyasal gücün tanımlanması olmuştur. İlk aşamalarda bu güç yerleşmenin özel alan mensuplarının hiçbir sözü olmadan belirlenmiştir. Bu ilk aşamalarda böyle bir siyasal güç ortaya çıktığı zaman kamusal alanın tek otoritesi olmakta ve bu alandaki tüm faaliyetleri belirlemektedir. Bu güç temelde bir egemenlik kullanmakta, o yerleşmede yaşayanların yaşam biçimlerini belirleyen kararlar almaktadır. Bu dönemde siyasal güçler egemenliklerinin meşruiyetini oluşturdukları öykülerle, bir biçimde ilahi olana dayandırmaktadırlar. Bu aşamada toplumun üyelerinden kamusal alanda sadece bir kişi bulunmaktadır. O da toplumun egemenidir. Toplumun tüm diğer mensupları özel alandadır.

İnsanlığın kültürel gelişmesinin bu aşamasında özel alan ve kamu alanı kavramlarını salt coğrafik mekanlar olarak tanımlanmak yeterli olmaktadır. Ama bu aşama aşılıp insanlar, yani özel alan mensupları, ilahi olarak temellendirilmiş siyasal gücün meşruiyetini sorgulamaya ve bu siyasal gücün oluşumunda rol talep etmeye başladığında kamu alanının tanımlanmasında tek başına coğrafi mekan boyutu yetersiz kalmaktadır. Kültürel gelişme/aydınlanma sonucu insanların kaderi, tanrının elinden alınarak insanın eline geçmeye başlar. Bu süreçte kamusal alan, yerleşmede siyasal gücün/iktidarın oluşmasında işlev kazanır. Kamusal alan tanımlanırken artık sadece üç coğrafik mekan boyutu ile yetinilmemekte, bunun yanı sıra (N) sosyal ilişki boyutunu da içerecek biçimde bir tanımlamaya gidilmektedir. Kamusal alandan toplumdaki iktidarın oluşturulmasında rol alması beklenmeye başlayınca, bir yandan yerleşme bütünlüğünün oluşturulması ve ortak yargıların, anlayışların geliştirilmesi, özneller arası oydaşmaların ortaya çıkışıyla ilişkilendirilmesi gerekmiştir. Artık kamu alanı sadece fiziki bir yer değil, aynı zamanda bu alanda gerçekleşen bir fikir alış verişi, tartışma, polemik haline gelmektedir. Bu kamu alanının bütünlüğünün kurulmasında gazete ve diğer media önemli bir rol oynamaktadır. Böylece kamu alanında sınıf bilinci oluşmakta, yeni örgütlenme biçimleri ortaya çıkmakta, toplumsal eylemler gelişebilmektedir.

Kültürel evrimde böyle bir aşamaya gelindiğinde toplumda yaşayanlar, hem kamusal işlevlerin, hem de özel işlevlerin ikisini de birden yerine getirmektedir. Bu aşamada bir toplumda yaşayan her insan hem bir kamusal, hem de özel insandır. Bu özelliğe ilk olarak 1726'da Butler "her insan kamusal ve özel olmak üzere iki tür yetisine göre değerlendirilmelidir" diyerek dikkati çekmiştir. Dolayısıyla bu aşamada kamusal ve özel alanların ilişkiselliğinin değişmesinden söz ederken birinin önem kazandığını ve diğerinin kaybettiğini söylediğimizde, iki alanda yaşayanların sayısındaki göreli değişmeden değil, o toplumun insanlarının yaşamındaki özel ve kamusal olanlarının önemlerinin/kapsamlarının göreli değişmesinden söz ediyoruz.

Kamusal alanın işlevinde yaşanan bu dönüşüm kamusal alan kavramının kapsamını çok genişletmiş, kavramı coğrafik boyutların ötesine taşıyarak çok boyutlu hale getirmiştir. Ama daha dar kapsamlı olan kamusal alan kavramı da kullanılışını sürdürmektedir. Günümüzde şehir plancıları, mimarlar kamu alanını dar kapsamlı anlamıyla kullanırken, siyaset bilimciler, sosyologlar kamu alanını en geniş kapsamıyla kullanmaktadırlar. İlginçtir, kamu alanı kavramının pratikte iki farklı kullanımının bulunması bunların arasında hiçbir geçiş bulunmadığını göstermemektedir. Onun için, bu yazıda bu kavramın nasıl dönüştüğünü anlatırken, toplam boyut sayısındaki artışa bağlı olarak yaşanan nitelik dönüşümü açıklanmaya çalışılacaktır.

III.DÜNYADA GENİŞ KAPSAMLI KAMU ALANINA GEÇİŞ NASIL YAŞANDI VE TOPLUMSAL SONUÇLARI NELER OLDU ?

Bundan önceki bölümde, kültürün birikebilme ve ilerleme niteliklerini merkeze alarak, dünyada insanların yaşamlarının evrimine ilişkin bir kurguda kamusal yaşam kavramının nasıl ortaya çıktığı ve önemli bir nitelik değiştirdiği konusunda geliştirilen fiktif bir anlatıyı gördük. Bu anlatıdaki en kritik olgu kamu alanı kavramının nitelik değiştirmesiydi. Şimdi bu fiktif olgunun, gerçek tarihte nasıl yaşandığı üzerinde duralım.

Genellikle yeni kamusal alan tarihi konusunda yazanlar, Jürgen Habermas olsun, Richard Sennett olsun, bu kavramı kapitalizmin özellikle de sanayi kapitalizminin gelişmesiyle ilişkilendirmektedirler. Hannah Arendt ise bu tarihi çok daha geriye, eski Yunan kent-demokrasilerine kadar götürür. Bu bir önceki bölümde kurgulanan anlatıyla tam bir uyum içindedir. Ama bu demokrasi pratiği dünyada yaygınlaşamayınca, insanın kaderi henüz insanın eline geçemeyince, bu yeni kamu alanı kavramının gelişmesi ve o yerellikte iktidarın oluşmasına etkisi 18. yüzyıla kadar gecikmiştir.

Jürgen Habermas

17. yüzyılda Avrupa'da siyasal işlevler yüklenen kamu alanı kavramının gelişmesinin gerisinde iki önemli sosyal süreç bulunmaktadır. Bunlardan birincisi feodalite döneminin aristokratik siyasal otoritesinin çözülmesi, sürdürülemez hale gelmesidir. İkincisi ise kapitalist birikim sürecinin işleyişi sonucu burjuvazinin oluşumudur. Feodal bir toplumun tepesindeki tek bir kişiden oluşan siyasal otorite o toplumu kamusal olarak temsil ediyordu. O toplumun iktidarının cismani bir taşıyıcısıydı. Onun varlığının kamusal ve özel diye bir ayrımı yoktu. Bu durumda temsiliyet halk adına değil, halkın önünde bir egemenlik gösterisi olarak gerçekleşmektedir.

Ama Avrupa'da Aydınlanma ve Reformasyon sonrasında iki farklı kanalda yaşanan gelişmeler, tek kişi olan siyasal otoritenin yaşamının da kamusal ve özel diye ikiye ayrımını getirmiş oldu. Reformasyon sonrasında, din ya da ilahi olan, artık toplum düzeyinde siyasi otoriteye meşruiyet sağlayamıyordu, çünkü din bireylerin vicdanlarına ilişkin özel bir konu haline gelmişti. Artık dini inançlar bireysel özgürlüğün ögelerinden biri olarak görülüyordu. İkinci önemli gelişme siyasi otoritenin kamusal alandaki harcamaları ile özel/saray harcamaları ayrılarak her iki alanda ayrı ayrı bütçelemeye tabi tutularak, siyasi otoritenin özel harcamaları denetim altına alındı. Kamusal otoritenin işlevleri; millet meclisi, ordu, bürokrasi ve yargı sarayın dışında ve ondan bağımsız olarak örgütlendi. Bu gelişmeler kamusal alandaki o tek kamusal insanın da işlevlerinin ayrışması, onun da hem kamusal hem özel insan haline gelmesi demek oluyordu.

Dönüştürücü ikinci süreç kapitalizmin gelişmesiydi. Kapitalizmin gelişmesi bir yandan güçlü kamusal sorunları sorgulayabilecek bir burjuvaziyi yaratırken, öte yandan burjuvazinin farklılaşmış kamu alanını oluşturuyordu. Bu gelişmeler sonucunda 18. yüzyılda sivil toplum oluşmaya başladı. Herkese açık ticari alanlar gelişiyor, insanlar, Fransa'da olduğu gibi burjuvaların salonlarında, İngiltere'de olduğu gibi kafelerde, değişik ülkelerde de insanlar boş zamanlarında bir araya geldikleri yerlerde olup bitenleri tartışmaya başlıyorlardı. Tiyatro ve opera salonlarının koltuklarında artık sadece aristokratlar oturmuyordu. Bu kurumların salonları, bilet satın alarak herkesin oturabildiği yerler haline geliyordu. Bu yeni gelişen yerler yöneticilerin denetimleri dışında kalacak şekilde işletiliyorlardı. Ayrıca bu dönemde insanların eğitimleri artıyordu. İnsanlar toplandıkları bu yerlerde edebiyatı, felsefeyi, sanatı konuşuyordu. Oluşmaya başlayan kamu alanında bir araya gelen bu insanların o ülkede olup bitenler konusunda bilgi talebi ortaya çıkınca, gazeteler yayınlanmaya başladı. Daha sonraki yıllarda basın gelişerek çok yönlü bir medya haline gelecektir. Böylece donatılmış olan kamu alanlarında ülke yönetimlerine ilişkin tartışmalar ve müzakerelerin sonucu "kamuoyu" oluşmaya, siyasal hareketler gelişmeye, siyasal partiler kurulmaya başladı. "Kamuoyu", kamu alanının bir ürünüydü. Bir toplumda siyasal konulardaki kollektif olan fikri oluşturuyordu. İlk kez 1588'de Montaigne tarafından kullanılmış, 18. yüzyılda Jean Jacques Rousseau'nun yazılarında yer almaya başlamıştı. Oluşan bu burjuva kamu alanında insanlar bir araya geliyor, görüşleriyle devleti de etkiliyordu. 18. yüzyılda gelişmeye başlayan kamu alanları 19. yüzyılın ortalarına kadar güçlenmesini sürdürdü, demokratik siyasal rejimlerin kurulabilmesi için gerekli bir temel alt yapı haline geldi. Bir toplumda devlet gücünün görünür hale gelmesinin ön koşulu oldu. Beraberinde kamu yararı kavramının gelişmesini getirdi. Habermas'a göre kamu alanı eleştirel tartışmanın, siyasette politikalar, programlar üretmenin olduğu kadar, yürürlükte olan hükümet etme biçimine karşı çıkışların, yani muhalefetin de alanıydı.

18. yüzyıl sonunda parlayan Amerikan ve Fransız devrimleri ve 19. yüzyılda gelişmeye başlayan sanayi devrimi, kamusal ve özel olana ilişkin düşünceleri etkilemeye başladı. Bunun sonucu özel ve kamusalın ilişkileri değişiyordu. 19. yüzyılda hızlı bir kentleşme yaşanmaya başlamıştı. Gelen göçlerle kentler büyük nüfus kitleleri alıyordu. Gelenler genç ve bekardı. Dolayısıyla kentlerde istikrarsız bir nüfus bulunuyordu. Kentlere gelenler, kent merkezlerinde yer alan atölyelerde çalışıyorlardı. Kentlerde yoğunluklar çok yükselmişti. Kentlerde yaşam güvensizdi ve sağlık risklerine açıktı. Sanayi devrimiyle ortaya çıkan fabrikalar kentin çeperlerinde yer alıyordu. Gelişen sanayi kentlerinde perakende ticaret o zamana kadar görülmedik şekilde karlı hale geldi. 19. yüzyıl Avrupa başkentlerinde perakende ticaret artık pazarlarda değil, satış mağazalarında yapılmaya başladı. Bu mağazalarda pazarlarda olduğu gibi yoğun bir sosyal deneyim ortaya çıkmıyordu. Doğan bu kentlerde insanlar birkaç sokaklık bir alanda yaşıyor, çalışıyordu. Geniş alanlarda diğer insanlarla karşılıklı etkileşim içine giremiyorlardı.

Kent kamusal alanı 18. yüzyılın kamusal alanından farklılaşmıştır artık. Kentlerde daha çok sayıda yabancı bulunmaktadır. Kent artık bir kozmopolitler kentidir. Kamusal alandaki kurulan ilişkiler kestirilebilir ve güvenli olmaktan çıkmıştır. Toplumda kamusal yaşamı ahlaki bulmayanların sayısı yükselmektedir. İnsanlar güvenilir olanı ve istikrarı özel alanda, mahrem olanda aramaya başlamışlardır. Özel olan kendisini kamusal olana dayatmaya başlamıştır. İnsanların kamusal işlevleri bir tür yabancıların seyirciliği düzeyini aşabilmekte zorlanmaktadır. Bu da kamusal alanın bir çözülme süreci içine girdiği anlamına geliyordu.

19. yüzyılın ortaları geçildikten sonra sanayi devrimini yaşayan ülkelerin kentleri sürdürülemez kentler haline gelmişlerdi. Bu kentlerde, ilk örnekleri Paris ve Londra'da gerçekleştirilen, büyük imar operasyonları uygulanmaya başladı. Büyük mühendislik projeleriyle, temiz su ve atık su alt yapıları geliştirildi. Kent planlaması operasyonlarıyla da, yolları genişletildi, araba ve toplu taşıma trafiğine uygun hale getirildi. Açılan geniş bulvarlar promenad güzergahlarını oluşturmaya, açık hava kafeleri ve restoranlarla donatılmaya başlandı. Artık kamu alanları kentin gelişmesi sırasında oluşmuyordu. Kamu alanları kent planları tarafından planlanır hale gelmişti. Bu gelişme sonucu kentlerin kamu alanlarının planlanmaya başlaması, kentteki bireyin kamusal eylem alanını birkaç sokağa sıkışmaktan kurtarmış, daha sonra toplu ulaşımın da gelişmesiyle tüm kenti kapsar hale getirmiştir.

Kamusal alanların planlanır/tasarlanır hale gelmesi beraberinde kamusal insanın güçlenmesini getirmedi. Bu konuda iki farklı etkinin üst üste düştüğü söylenebilir. Bunlardan birincisi, artık kamu alanındaki ilişkinin yabancılar arasındaki bir ilişki olarak gelişme durumunda olmasıydı. İnsanlar yabancılarla bir arada yaşarken, yabancıyı ve bilinmeyeni yorumlayan bir sekülerleşme oluşuyordu. Kamusal alanda/kentlerde kurulan ilişkiler gayri şahsiydi. Yani insanlar birbirleriyle kurdukları ilişkilerde duygularını, zevklerini kimliklerini gizlemekteydiler. Böyle bir ilişki kurma biçimi toplumun hoşgörü gösterme kapasitesinin çok düşmüş olması anlamına geliyordu. Kamu alanındaki ilişkilerde gelinen noktayı Richard Sennett, "kamusal alanda kişi satın almak, düşünmek, onaylamak istedikleri bakımından gözlem yapar, kendini ifade eder, tüm bunları bir karşılıklı etkileşme sonucunda değil, pasif, suskun ve odaklanmış bir ilgiyle yapar" diye vermektedir. Böyle bir kamusal alanda insanların rahatsız olmadan kalabilmesi için sessiz kalması gerekmektedir. İnsanların kamusal alana konuşarak etkili bir biçimde katılma hakkı dönüşerek, yerini sessiz kalma hakkına bırakmış olmaktadır. Bu anlatılan dönüşüm insanların kamu alanında seyirci hale gelmesinin bir kanıtı olarak da görülebilir.

İkinci etki, kentteki insanın yaşamında psikolojik doyumun öneminin artması ve pasif bir seyirci haline gelerek toplumsal eylemde bulunma güdüsünün zayıflamasından gelmektedir. Bu durumda aktif bir yurttaş olma güdüsü de önemli ölçüde yitirilmiş olmaktadır. İnsanların yaşamlarında kamusalla ilişkileri azalmış, bunun sonucu onlar da insanlar, büyük ölçüde, kendi bireysel yaşam tutkularına hapsolmaya başlamışlardır. Bu durumu savunan söylemler bu gelişmeyi bir özgürleşme olarak sunmuşlardır. Bu yazıdaki bakış açısına göre, kamusaldan bu tür bir uzaklaşma, bir özgürleşmeden çok, ilişki içindeki insandan uzaklaşma ve atomistik bireye geri dönmeye çalışmak gibi bir tuzağa düşmek olarak görülmektedir. Böyle bir durumda insanlar için kamusal olan, heyecan verici özelliğini kaybetmiş, formel bir yükümlülük haline gelmiştir. İnsanın devletle ilişkileri teslimiyetçi ve rutin bir nitelik kazanmıştır. Heyecanını kaybetmiş bir alanda kamusal insan çıkamamaktadır. Kamusal insan, ancak kamusal alanda cisimleşir. Sennett'e göre bir toplumda kamusal insanın çöküşü onu mahrem bir toplum haline getirir. Bu toplumda kişi dışı toplumsal fenomenlere bile anlam kazandırabilmek için, onların kişisel sorunlarına dönüştürülmesi durumunda kalınmaktadır.

20. yüzyıla girerken özel olanın ve özel çıkarların kazandığı ağırlığı Hannah Arendt, kamusal olanın kirlenmesi olarak görüyordu. Siyasetin yaşadığı bu kirlenme çok kanlı iki dünya savaşı getirdi. II.Dünya Savaşı sonrasında krizsiz bir dünya arayışına girişildiğinde, Keynesgil ekonomik politikaların merkezde olduğu bir Refah Devleti anlayışı gelişmiş ve uygulanmaya başladığında da bir çeyrek yüzyıl krizsiz bir dünya ekonomisi yaratabilmişti. Refah devleti insanların boş zamanlarının artmasını sağladı. Ama bu boş zaman kamusal insanın yeniden canlanmasına yol açmadı. Refah devleti döneminde devlet güçlenmişti. Kamu hizmetleri devlet eliyle üretiliyordu. Bu durum toplumun bireylerini kamusal alanı geliştirmek yerine, tüketim kültürünü yaygınlaştırmaya itiyordu. Kitle kültürünün yaygınlaşmasının kamu alanının niteliğini önemli ölçüde sınırlayabileceğini de unutmamak gerekiyor. Habermas bu dönemin kamusal alanını, refah devleti kamu alanı olarak adlandırıyor, kamusal otoritenin özel alanı kapsayan genişlemesi sonucu toplumsal güçlerin yerine kamusal otorite yetkelerine sahip devletin geçtiğini belirtiyor.

Hannah Arendt

1980 sonrasında ise dünya bilgi toplumuna geçiyor, küreselleşmeye başlıyordu. Bu geçişle birlikte dünya tek "gezegensel kent" haline geliyor, bir "ağlar toplumu" haline dönüşüyordu. Bu gelişme 1990'lı yılların ortalarından sonra World Wide Web 1.0'ın oluşması ve internetin kitlelerin kullandığı bir iletişim aracına dönüşmesiyle gerçekleşti. Mobil telefonların yaygınlaşması ve bununla birlikte radyo ve televizyon gibi iletişim araçlarının da internet ağına katılması/entegre olması ile birlikte, dijital ağlar gündelik hayatımızın bir parçası oldu. 2009 sonrasında ise Web 2.0 ile web sitelerinde kullanıcılar da içerik üretebilmeye başladı ve bu bağlamda bu siteler etkileşimsel özellikler kazandı. Dijital ortamda çift yönlü iletişim olanağının ortaya çıkması sosyal medyanın yolunu açtı.

Bu dönemde ortaya çıkan sanal ve dijital medya, özel alan ve kamusal alan ilişkisindeki ayrımları bulanıklaştırmaktadır. Bunun sonucunda özel alanların temel özelliklerinden biri olan özel yaşamın gizliliği büyük ölçüde hasara uğramaktadır. Özel yaşamın gizliliği, bireyin kendisini başkalarına açıp açmayacağına kendisinin karar verme hakkıdır. İnsanların özgürlüğünün/özerkliğinin ön koşullarından biri, insanların bu hakka sahip olmasıdır. İletişim yüz yüze ilişkilerle değil dijital teknolojilerle kurulmaya başladığında, gizlilik konusunda insanın doğrudan denetim olanakları sınırlanmıştır. İletişimde dijital teknoloji kullanıldıkça gizliliğin içeriği yeniden yapılanmıştır denilebilir. Dijital olanın gizliliği; bilgi gizliliği, iletişim gizliliği ve bireysel gizlilik gibi üç ayrı ögeye ayrılarak konuşulmaya başlamıştır. Bu dünyadaki sosyal medya kullanıcılarının aldıkları e-hizmetler ücretsizdir. Bunların maliyeti kaybedilen gizlilik/mahremiyet ile ödenmektedir. Sosyal ağ üzerinden paylaşılan bilgiler ve veriler finansal kaynağa dönüştürülmektedir. Günümüz dünyasında kullanılışı her geçen gün artan sosyal medya, özel hayatların gizliliğini ve kişisel özerkliklerini ihlal etmeye başlamıştır.

Günümüz dünyasında internette kullanımında yaşanan gelişmeler, bireylerin kamusal alandaki faaliyetlerinde önemli değişiklikler yapmıştır. Bu gelişmeler devletin yapısal ve zihinsel değişimini zorlamıştır. Devletin kamu hizmetlerini, elektronik bilgi ve teknolojilerini kullanarak, daha etkin, demokrasi açığı yaratmadan, yönetişim anlayışı içinde üretmeye başlaması E-devlet olarak adlandırılmaya başlamıştır. Merkezi hükümetler ve yerel yönetimler rutinleşmiş hizmetleri E-devlet anlayışı içinde üreterek maliyetlerini düşürmeye ve performanslarını yükseltmeye girişmişlerdir. E-devletin etkili olarak çalışabilmesi büyük ölçüde E-katılımın sağlanmasıyla gerçekleştirilmektedir. E-katılım yurttaşların kendi yaşamlarını doğrudan ve dolaylı olarak etkileyebilecek karar süreçlerine müdahale ederek, değişiklik yaratabilme olanağının yaratılması anlamına gelmektedir. Eğer bu olanak varsa yaşanan demokrasi pratiği bir müzakereci demokrasi niteliği kazanacaktır. Bu durumda E-katılıma olanak veren bir E-demokrasinin, temsili demokrasinin demokrasi açığı yaratarak ortaya çıkardığı meşruiyet krizinin aşılmasına önemli bir katkı yapacağı düşünülebilir. Katılımcı demokraside devlet açık bir sistem haline gelmekte, birey de aktif bir yurttaş olma niteliği kazanmaktadır.

Dijitalleşme süreci ile birlikte özel alan, kamu alanı farklılaşması da yeni bir boyut kazanmıştır. 21. yüzyılın enformasyon teknolojileri, geleneksel kamusal alanın dışında farklı türde kamusal alanların yaratılmasına olanak vermektedir. İnternet kullanımıyla birlikte bireylerin kamusal alanda aktif olma kapasiteleri artmıştır denilebilir. Dünyanın en ücra köşesinde olan olaylardan, insanların evlerinde otururken haberdar olması kısa bir sürede gerçekleşmektedir. Dijital ortamı kullanan bireyler hiçbir izne tabi olmadan, düşüncelerini kısa sürede yaygınlaştırabilmektedirler. Bireyler, artık, bir araya gelmeden, dijital kanalları kullanarak, kitlesel örgütlenmeyi başarabilmekte, özel alanlarından çıkmadan, dijital ortamda siyasal otoritelerin yaptıklarına ettiklerine karşı bir direnç, bir muhalefet geliştirilebilmektedir.

Richard Sennett

IV. GÜNÜMÜZ KENTLERİNİN GELİŞMESİ SIRASINDA COĞRAFİK MEKANDA KAMUSAL ALAN-ÖZEL ALAN İLİŞKİSİ NASIL KURULUYOR?

Genişletilmiş, siyaset yazınının temel kavramı haline gelmiş olan kamu alanı kavramının öneminin azaldığını, dijital iletişim teknolojilerinin ve her insanın yaşamında özelin artan önemi karşısında insanın kamusal işlevlerinin rutinleştiğini gördük. 1990'lar sonrasında insanların internet ve dijital medya kullanımında yaşanan gelişmelerin yeni kamusal alanlar yaratmak ve yurttaşların aktif hale gelmesi bakımından yeni fırsatlar yaratmasına karşın bu fırsatların demokrasiyi geliştirmek bakımından etkili olarak kullanıldığı, başarılabilecek olanın başarıldığını söyleyemiyoruz.

Ama, bir şehir plancı olarak tartışmamızı, insanların toplu olarak yaşadığı kentlerde dar kapsamlı coğrafik boyutlarıyla betimlenen özel alanlar ve kamusal alanlar üzerinden yürütseydik, kentin yaşam kalitesinin gelişmesi, yaşamının doyurucu hale gelmesi bakımından kamu alanının artan önemiyle karşılaşacaktık. Nitekim günümüzün gezegensel bir kent haline gelmiş kentler dünyasındaki her yerleşmede, geçmişte inşa edilmiş açık ve kapalı kamu alanları bulunuyor. Açık kamu alanlarına örnek olarak, meydanları, bulvarları, parkları, kültür parkları, kıyı düzenlemelerini, vb.lerini, kapalı kamu alanlarına örnek olarak; kafeleri, kültür merkezlerini, tiyatroları, spor salonlarını, müzeleri, vb.lerini verebiliriz.

Her ne kadar geniş anlamdaki siyasal içerikli kamusal alan kavramında bir gerileme olsa da, günümüzün kentlerinde dar kapsamlı coğrafik boyutlar içinde tanımlanan örneklerini saydığımız kamusal alanların sayıları hızla artmaktadır. Kent kültürünü geliştirmek, yurttaşın oluşumunu/sosyalleşmesini sağlamak için kamusal alanlarda oluşan toplumsal etkileşmeye ihtiyacımız var. Ama bu etkileşme sadece planlama kararlarıyla gerçekleşmemekte, aynı zamanda yaşamın akışı içinde oluşmaktadır. Bu kamusal mekanlar çok önemli sosyal ve sembolik işlevler yüklenmektedir. Toplumsal entegrasyonun ve tutunumun oluşması için bu alanların herkese açık olması, kimseyi dışlamaması gerekir. Bu alanların varlığından söz edilebilmesi için bu alanda özgürlük bulunması, alanın tüm baskı ve denetimden azade olması gerekir.

Kamusal insanın bir çöküş yaşaması, kamusal alanın insanın yaşamı bakımından önemini ortadan kaldırmamıştır. İnsanın siyasal kamusal alandaki varlığı geri çekilmiş olsa da, ilişki içinde olan bir insan yine de toplumsal olarak kendisini ancak kamusal alanda var edebilmektedir. Onu kalıcı kılacak işleri ancak orada gerçekleştirebilmektedir. Özel alanda gerçekleştirebileceği ise aile yaşantısı ve insanın doğasında bulunanlardı. Bu alan başkaları ne der diye düşünmeden kişinin kendisini doğrudan ifade edebildiği bir yerdir. İnsan yalnız özel alanında kendisinin olabilmektedir. Ev insanın huzur yeridir. Eğer böyle değilse orası ev olamaz. Günümüzün insanı özel alanında kendini sürekli olarak yeniden yaratabildiği için, olabildiğince kendi olarak kamu alanına çıkabiliyor, ama bu kamu alanı içinde kendisini sınırlıyor ve büyük ölçüde aktif bir aktör olmaktan uzaklaştırıyor ve bir seyirci konumuna indirgiyor. Ayrıca günümüzün kentsel yapısı, kentsel ulaşım düzeni ve ekonomik yapısı da, yarattığı trafikle, spekülatif gayri menkul hareketleriyle ve bazı faaliyetlerde girişi ücretlendirerek kamu alanını erozyona uğratıyor. Bu dönemde sokakların, yolların tasarımı insanların birbiriyle karşılaşmasına olanak verecek, birbiriyle ilişki kurmasını kolaylaştıracak bir yapıda olmayınca, insanlar kamusal alanda kendilerini yeniden üretemiyorlar. Günümüzün özel olan ve kamusal olanı böyle birbirini sınırlayarak, toplumsal ilişkiler evrenini, olabileceklere göre çok geride kalan bir noktada gerçekleştiriyor.

Bu noktaya kadar yaptığımız çözümlemede kamusal alanların siyasal işlevinde bir gerileme yaşanmasının, coğrafik anlamdaki kamusal alanların toplumsal yaşamdaki kritik önemlerini azaltmadığını ve kentlerin gelişmesi sırasında sayısının ve çeşitlerinin sürekli arttığını saptadık. Bu durumda bir plancı olarak yanıtlamamız gereken iki soru var. Sorulardan biri, yapılmakta ve yapılacak kamu alanları demokrasi bakımından yitirdikleri işlevleri bir şekilde geri kazanarak demokrasi açığı yaratmayan bir yönetimin oluşmasına nasıl katkı yapabileceğidir. İkincisi ise, kent yönetimlerinin yaptıkları ve çeşitlendirdikleri kamusal alanların yapılmasında, özellikle de kullanılmasında sağlanan gelişmelerin kentsel yaşam kalitesine yapacağı katkının nasıl artırılacağıdır.

V. GÜNÜMÜZDE KENTLERDE YAPILAN KAMUSAL ALANLARIN DEMOKRASİ AÇIĞI YARATMAYAN BİR YÖNETİMİN OLUŞMASINA KATKISINI ARTIRMAK İÇİN NE YAPMAK GEREKİR?

Kamusal alanın demokrasi açığı yaratmayacak bir yönetimin temel dayanağı haline gelebilmesi için, yurttaşların, kamu yararı söz konusu olduğunda kısıtlanmamış bir biçimde kamusal alanda toplanabilme, kanaatlerini özgürce ifade etme, yayınlama, eylemlerini örgütleme haklarının garanti altına alınmış olması gerekir. Ancak bu halde kamusal alanın yönetim sisteminin kamusal bir gövdesi olduğunu söyleyebiliriz. Dijital teknolojilerin kullanılmasının bu ön koşulun sağlanmasını kolaylaştırdığı ileri sürülebilir.

Nörolojik çalışmalarda yaşanan gelişmelerden sonra, günümüzde kamusal alanda insanlar arasındaki ilişki kurma biçimlerini üç farklı türde ele almamız gerektiğini söyleyebiliriz.

Bunlardan birincisi, kamu alanındaki kişiler arasında gerçekleştirilen "iletişimsel eylemlerdir." Kamusal alanın oluşabilmesinin ön koşulu konuşmadır. İkincisi, eylem türü kamu alanına çıkan kişilerin birbiriyle karşılaşması, karşılaştığı kişiyi etkilemesi ve karşılaştığı kişiden etkilenmesidir. Üçüncüsü ise, kamu alanına çıkan kişilerin birbirini yüz yüze gelecek biçimde bir araya gelme, bir arada bulunma eylemidir. Bir arada bulunan bu insanlar hiç konuşmadan, ayna nöronları sayesinde, birbirinden öğrenebilmekte, özneller arası yargılar geliştirebilmektedirler. Kamusal alanda hangi tür etkileşme biçimi gelişirse gelişsin, kimse diğeri üzerinde bir üstünlük iddiası taşımayacağı gibi kimseyi fikirlerinden dolayı aşağılamayacak, kimseye karşı nefret söylemini kullanmayacaktır.

Her insanın hem özel hem de kamusal alanda bulunmakta olması bu iki alanın tam olarak birbirinden yalıtılmasını olanaksız kılmaktadır. Arendt'e göre bir kişi yaşamını sadece kendi özel alanına hapsetmişse, o kişi aptaldır. Sadece özelde sürdürülen yaşam insana çok şey kaybettirecektir. Böyle bir insanın yaşamı doyurucu hale gelemez. Doyurucu hale gelebilmesi için insanın kamusal alana çıkması gerekir. İnsan tek başına yaşarsa diğer canlılardan farkını ortaya koyamaz. İnsanın yaşamında kalıcı şeyler yapabilmesi, kamusal alanda var olmasıyla gerçekleşir. Aslında insan kamusal alanda eylemde bulunduğunda özgürlüğünü kullanmış olur. Nörolojik çalışmalar göstermektedir ki, insanların kamusal alanda ortaya çıkan karşılıklı etkileşme biçiminin çeşitlenmiş olması kamusal alanda özneller arası oydaşma olasılıklarını artırmıştır. Kentlerde birlikte yaşamın kolaylaştırılmasında kamusal alanlardan araçsal beklentileri yükseltmiştir.

Kamu alanlarında yükselen etkileşimin demokrasinin kalitesinin artırılmasında olumlu etki yapabilmesi için katılımcı demokrasinin bir ülkenin demokrasi pratiği içinde meşruiyet çerçevesinin genişletilmesi gereklidir. Günümüz dünyasında hakim demokrasi türü, temel olarak, temsili demokrasidir. Öyle demokrasilerde genel katılımın olduğu seçimlerde çoğunluk oyunu alan iktidar olmaktadır. Bu kuralın adil olarak görülmesi, insanların birbirinden kopuk (atomistik) olması ve insanların sadece kendi hazzını en çoğa çıkaracak şekilde davranacağı kabulünün yapılmış olması dolayısıyladır. İktidarı ele geçirenler bir sonraki seçime kadar ülkeyi yönetmektedir. Yeni seçim dönemi gelinceye kadar seçimi kazanarak iktidar olanın/kişinin kararları meşru kabul edilmektedir. Bir ülkede iktidar olan, verdiği kararları demokratik süreçlerle katılımcı olarak üretmiyorsa, böyle bir yönetim sürekli olarak demokrasi açığı yaratır. Bu açıktan kaçınabilmek için, kamu alanlarından yararlanarak kararları katılımcı süreçleriyle üretmek gerekecektir. Bir ülke demokrasisinin demokrasi açığı yaratmadan yüksek kaliteli bir yönetişimi gerçekleştiğini iddia edebilmek için, hem iktidarın verdiği kararlardan etkilenen tüm kişilerin katılımıyla yapılan bir seçimde belirlenmiş olması, hem de seçimle gelen iktidarın yönetirken verdiği kararları katılımcı süreçlerle, kamu alanındaki karşılıklı etkileşmeler sonucu üretmesi gerekir.

Bir ülkedeki yönetim kararlarının demokrasi açığı yaratmaması için ülkedeki demokrasi mimarisi de önem taşımaktadır. Ulus devletlerin temsili demokrasilerinde genellikle güçlü bir merkezi yönetim ve göreli olarak zayıf yerel yönetimler bulunmaktadır. Bu demokrasilerde merkezi yönetimler yerindenlik ilkesine göre sahip olması gerekenden daha fazla işlevi kendisinde toplamaktadır. Hem üst, hem alt kademedeki yönetim birimlerinin bazı işlevlerini kendi bünyesinde toplamaktadır. Merkezde toplanan tüm bu işlevler çerçevesinde verdiği kararların hepsinden toplumun tamamı etkilenmekte ve kaçınılmaz olarak demokrasi açığı üretilmiş olmaktadır.

Günümüz Türkiye'sinde de 20'den fazla merkezi yönetim kurumu, yerel yönetimlerin yetkili olduğu alanlarda, yerel yönetimle müzakere yapmadan, tek taraflı olarak uygulama yapabilmektedir. Merkezi yönetimlere tanınan, bir tür yerel yönetimlere emrivaki yapma hakkı, yerel yönetimleri daha başlangıçtan demokrasi açığı alanı haline getirmektedir. Bir ülkede eğer demokrasi merkezden kuruluyorsa, orada demokrasi açığından kaçınma olanağı kalmamaktadır. Eğer bir ülkede demokrasi açığı yaratmayan bir yönetim kurulmak isteniyorsa, o demokrasi merkezden değil yerel yönetimlerden başlanarak kurgulanma durumundadır.

Demokrasi açığı yaratmayan bir yerel demokrasi pratiğini geliştirebilmek için o yerelliğin tümünde bir "komünite" duygusunun yaratılmış olması gerekir. Komünite kavramının gerisinde bir yer sevgisi (topophila), diğerkamlık, kendi yaşamının doyumunu başkalarınınkiyle ilişkilendirmek gibi duyguların bulunduğu hemen sezilmektedir. Günümüzde bir komünite oluşmasının iki yüzü bulunmaktadır. Birinci yüzünde kentsel deneyimler, gündelik yaşamın birinci elden pratikleri bulunurken, ikinci yüzünde yaşam deneyiminin anlamı konusunda, komünite içinde konuşularak oluşturulan, komünite duygusunun o komünitede yaşayanlarca bölüşülmesi, paylaşılması bulunmaktadır. Bu duygunun bir ögesi o yere aidiyet duygusu ve orada yaşayanlara adanmışlıktır. Bu duygular komünite üyelerini birbirine bağlamakta ve bir sosyal doku ve kimlik oluşturmaktadır. Bu aynı zamanda o toplumda kendilerini inşası anlamına gelmektedir. Bir komünite duygusunun inşası dıştan verilebilen bir şey değildir. Kentte gündelik yaşam pratikleri içinde karşılıklı etkileşimle kentin kamusal alanında oluşur. Toplumun bireyleri tarafından içselleştirilir.

Böyle bir komünitede yaşama insan haklarının da bir parçasıdır. Bunun gerçekleşebilmesi için insanların yaşadıkları yerleşmede çeşitlenmiş kamusal alanların üretilmiş ve bu alanlarda canlı karşılıklı etkileşim süreçlerinin işlemekte olması gerekir. Demokrasi açığı yaratmayan bir yerel demokrasinin kurulabilmesi için kent düzeyinde parçalanmamış bir komünite duygusunun yaratılmasının bir ön koşul haline gelmesi, kentlerde kamusal alanların yaygınlaşmasını ve çeşitlenmesini daha da kritik hale getirmektedir.

VI. BİR KENTTE KAMU ALANLARININ YAYGINLAŞMASI VE ÇEŞİTLENMESİ KENTSEL YAŞAM KALİTESİNİN GELİŞMESİNE NASIL KATKIDA BULUNUYOR?

Kentsel kamu alanları kentliler ve kent plancıları için çok değerlidir. Kamu alanı dediğimizde, bununla ilgili iki farklı muhataba atıf yapmış olmaktayız. Kamu dediğimizde bir yandan o komünitede yaşayan halkın tümünü kastediyoruz. Öte yandan bu kamu alanlarının sahibi olan, kamu hizmetlerini üreten devleti ya da yerel yönetimleri işaret etmiş oluyoruz. Belli özel bir kamu alanından söz ettiğimizde, kamu sözcüğünün iki farklı yönü bir araya gelerek üzerinde konuştuğumuz gerçekliği yaratmış oluyor. Kamusal alanlar öncelikle kentin ekonomik ve sosyal işlerliğinin sağlanması için gereklidirler. Bu alanlar genelde devletin hüküm ve tasarrufu altındaki topraklar ile ortak mülkiyet altındaki topraklardır. Bu alanlar temelde özel mülkiyet konusu olmazlar. Tüm kentliler tarafından rahatça erişilebilen, herkesin kullanımına açıktırlar. Bir komünitede yaşayanların, o komünitenin kamusal alanlarına ulaşmasını engellemek bir suç oluşturur. 1980'ler sonrasında kamu alanlarının özel sunumu diye bir ayrı kategori ortaya çıkmaya başlamıştır. Özel mülk sahibi olan işletmeler, kendi topraklarını toplumdaki herkesin erişimine açmanın karlı olacağını hesaplayacak, topluma bir kamu alanı olarak açmayı tercih etmeye başlamışlardır. Bir alanın kamu alanı işlevi görmesinde kritik olan özellik herkesin kullanımına açık kalmaktır. Bu özellik aynı zamanda, kamu alanı kullanıcılarının, kullandıkları yerleri, sürekli olarak denetimleri altında tutamayacağı, kullanıcıların kullanımlarının eylem süresiyle sınırlı olacağı anlamına gelmektedir.

Kent yöneticileri ve kent plancıları, kentsel tasarımcılar, kentlerindeki kamu alanlarının geliştirilmesini daha çok bir fiziksel tasarım sorunu olarak görmek eğilimindedirler. Oysa bir kentin kamusal alanlarının orada yaşayanların yaşam kalitesine katkısı, o kamusal alanda gerçekleştirilen kamusal faaliyetlerle sağlanır. Tabii bir kentin kamusal alanlarının tasarım kalitesinin yüksekliğinin, o kentteki yaşam kalitesine olumlu bir etkisi olacaktır. Ama esas katkı kamusal alanlarda yer alan faaliyetlerden gelecektir. Bir kentteki kamusal mekanların çeşitliliği o kentteki yaşamın zenginliğinin bir işaretidir. Kentin sosyal yaşamı bu alanlarda gerçekleştirilen faaliyetlerle oluşurken, kentliler kendilerini bu alanlarda inşa ederler. Bir kenti kent yapan, onun kimliğini oluşturan, bu kamusal mekanlar ve onların kullanılma biçimleridir.

Bir kentlinin kent mekanlarında bulunma biçimlerinin değişik kategorileri vardır. Her kategori onun yaşam kalitesine farklı biçimlerde ve farklı mekanizmalarla katkıda bulunmaktadır. Bir kişi kentte yaşarken hayatını kazanmak için gerçekleştirdiği faaliyetler sırasında kentin kamusal alanlarının belirli kısımlarını kullanmak durumunda kalmaktadır. Ama o kişi kendisini yeniden üretme faaliyetleri içine girdiğinde, iş dışındaki (boş) zamanlarında kentin kamusal alanlarının başka bölümlerini kullanacaktır. Bir kentli gündelik yaşam rutini içinde günün değişik zamanlarında kentin kamusal alanlarının değişik bölümlerinin aktif bir katılımcısı olacaktır. Ama Walter Benjamin kamusal alanda, bunların dışında bir var olma biçimi olarak önerdiği flâneurlük farklı bir durum yaratmaktadır. Flaneur kentin kamusal alanlarında, belli bir yere ulaşmak, belli bir faaliyete katılmak için dolaşmamaktadır. Önceden belirlenmiş, belli bir güzergahı yoktur, güzergah her an değiştirilmeye açıktır. Flaneurlüğün kent içinde yaşam kalitesine katkı yapar hale gelebilmesi için, kamusallıkların çok çeşitlenmiş olduğu büyük bir kentte bulunmak gerekir. Bir kentte tiyatrolar, kafeler, sinemalar, kulüpler, salonlar vb. gibi daha çok eğlenceye yönelik yerler çoğaldıkça, bu yerleri gezmek, dolaşmak, izlemek, paylaşmak ve deneyimlemek için serbest zamanı olanlar arasından yeni bir kamusal insan türü doğmaktadır. Zaman içinde kamuya açık bu tür alanlar, dolaylı olarak yaşama ilişkin bir takım toplumsal değerlerin de üreticisi niteliğini kazanmaktadır.

Her yerel yönetim/yönetişim varlığının meşruiyetini temelde "yaşam kalitesi"ni gerçekleştirebilmesinden almaktadır denilebilir. Yaşam insanlığın tüm faaliyetlerini kapsayan ve bunların sürekliliğini içeren bir kavramdır. Tarımsal üretim, tarım dışı üretim, tüketimin tümü, insanların kapasitelerini geliştirme faaliyetleri, insanların birbiriyle ilişki kurması, aralarında uzlaşarak toplum için hizmet yapabilmesi, neslini üretebilmesi ve benzeri çok şey yaşamın içeriğini oluşturmaktadır. "Yaşam kalitesi" kavramının günümüzdeki içeriğine, II. Dünya Savaşı sonrasında başlayan, insanın onurlu yaşam hakkının gerçekleştirilmesi konusunda atılan adımlar sonrasında ulaşılmıştır. 1948 yılında Birleşmiş Milletler'de kabul edilen İnsan Hakları Bildirgesi'nde insanın yaşam hakkına onurluluk sıfatı eklenmiştir. Aynı yıl, Birleşmiş Milletler Dünya Sağlık Örgütü'nde (WHO) insanın sağlıklı olmasını, tam "İyi Olma Hali" olarak tanımlamıştır. "Yaşam kalitesi" kavramının bu noktadan başlayan gelişmelerle, adım adım, günümüzdeki çok yönlü içeriğine kavuştuğunu söyleyebiliriz.

Günümüz dünyasında yerel yönetimler, kentlerindeki yaşam kalitesinin kentlerinin nesnel göstergelerine dayanarak ölçülmesini tercih etmektedirler. Oysa bu noktada, temel bir sorun ortaya çıkmaktadır. Yaşam kalitesinin hem nesnel, hem de öznel bir yönü bulunmaktadır. Bu nedenle yaşam kalitesinin, orada yaşayanların öznel değerlendirmelerini hesaba katmayan, salt nesnel göstergelerle ölçülmesini savunulamaz. Yaşam kalitesini, o kentteki yaşam deneyimi ve buna ilişkin özneller arası (intersubjektive) olarak oluşmuş bir ortak iyinin bulunmasıyla ve buna ilişkin söylemlerin geliştirilmesiyle ilişkilendirmek gerekecektir. Bu özneller arası yargılar ancak kentlilerin kamusal alandaki karşılıklı etkileşmelerle üretilebilecektir. İyi yaşam konusunda bir tartışmayı ilerletebilmek için yaşam kalitesinin alt bileşenlerine inmek gerekir. Eski Yunan felsefesinden beri bu konuda iki farklı görüş açısı yarışmaktadır. Felsefeci Aristippus iyi toplumu, "hedonic" olarak yani bedenin aldığı anlık zevk üzerinden tanımlıyordu. Çağdaşı olan Aristotales ise, "eudainomic" bir iyi olma halini savunuyordu. O, arzuların kör bir izleyicisi olmanın karşısındaydı. Bir tür mükemmeliyet arayışı peşindeydi. O, mutluluğu insanların gerçek potansiyellerinin gerçekleştirilmesinde ve yapmaya değer olanın yapılmasında görüyordu. Erdemli olan buydu. Bu çizgi, Erich Fromm ve Amartya Sen üzerinden geçerek günümüzde de varlığını sürdürmektedir.

İlginçtir, son yıllarda nörobilim alanındaki çalışmalar, bize iyi yaşam konusunda "hedonic" ve "eudaimonic" anlayışların sağladığı doyumların beyinde iki ayrı noktası bulunduğunu gösterdi. Bu biyolojik saptama, bizi ilginç bir noktaya getiriyor. Bu durumda bizim iyilik hali/iyi yaşam anlayışımız içinde hem "hedonic" hem de "eudaimonic" anlayışlara birlikte yer vermemizin gerekliliği ortaya çıkıyor. "Yaşam kalitesi"ni çok boyutlu olarak tanımladığımızda, bu boyutlardan bir kısmı "hedonic", diğer bir kısmı da "eudaimonic" olacaktır. Neo-liberal politikaların hakim olduğu günümüz dünyasında, kamusal alan kullanışlarında, hakim olan faaliyetler büyük ölçüde hedoniktir. Kentlilerin bu alanlarda daha çok tüketici ve seyirci olarak yer almasına olanak verilmek istenmektedir. Oysa İnsanların kamu alanlarındaki faaliyetlerden alacağı "eudaimonic" yaşam doyumlarını artırmak için yapılacak çok şey vardır. Eudaimonic bir doyumun doğabilmesi için kentlilerin kamusal alandaki etkinlikleriyle/eylemleriyle bir başarı üretebilmesi gerekir. Yerel yönetimlerin hizmet üretme yaklaşımlarında önemli değişiklikler gerekir. Örneğin kamusal alanda yer alacak sanat etkinlikleri düzenlenirken kentlilerin salt bir seyirci olması yerine, kentlilerin kendilerinin sanat performansının oluşmasına aktif olarak katılabilecekleri faaliyetler düzenlediklerinde, yaratılan doyum "hedonic" olmaktan çıkarak "eudaimonic" olma niteliğini kazanacaktır.

Bunun daha ötesine de gidilebilir. Günümüz şehrinin kamusal alanları git gide bizim tarafımızdan değil bizim için üretilir hale gelmektedir. Günümüzün insanı bu alanların sadece tüketicisi olmakla yetinecek midir? Lefebvre insanların bunlardan ötesini hak ettiğini düşünmektedir. İnsanın yaşamındaki doyumu, kamusal alanın bir tüketicisi/kullanıcısı olmanın ötesine geçerek, yaratılmasına katkı yapmaya başladığında "eudaimonic" nitelik kazanmaya başlayacaktır.

Daha önce de vurguladığımız üzere kamu alanındaki faaliyetlerin önemli bir kısmı "hedonic" olmayı sürdürecektir. Sorun "eudaimonic" doyum sağlayan faaliyetlerin payının artırılmasıdır. Bu ise, yaşam pratiği içinde, kamusal alanda, kamusal özne olma iddiasını taşıyanların buluşlarıyla, getirecekleri yeniliklerle gerçekleşecektir. Bu noktada kamusal alanda kamusal öznenin oluşumunun olanaklı olup olmadığı sorulabilir. Türkiye'nin yakın tarihi içinde böyle bir kamusal öznenin oluşmasının örneği olarak 2013'de İstanbul'da gerçekleşen GEZİ olayını verebiliriz. Bir kamusal özne oluşmuş, ama önü kesilmiştir.

Günümüzün özel mülkiyetlerle kuşatılmış kentlerinde kamusal alan olağan üstü bir öneme sahiptir. Toplum ancak bu alanlarda nefes alabilmektedir. Toplum olma farkındalığını bu alanlarda üretebilmektedir. Ayrıca belirtmek gerekir ki, kamusal alanlar kentte yaşayan mülksüzler için özellikle önem kazanmaktadır. Tabii ki kamusal alanların güvenli olması gerekmektedir. Ama toplumda kamu alanları konusunda nesnel dayanağı olmayan bir korku ve güvenlik kaygısı kolayca yaratılabilmektedir. Bu dayanağı olmayan korku düzeyi dolayısıyla kamu alanı düzenlemelerine güvenlikçi bir perspektif hakim olmaktadır. Bu nedenle kamu alanları aşırı ölçüde güvenlikçi önlemlerle tahkim edilirken, toplumda kamu alanına gereksinmesi en yüksek kesimler, yaratılan kuşkular dolayısıyla, tamamen dışlanabilmektedir. Güvenlikçiler yaşanmaya değen bir kamu alanı yaşantısının ortaya çıkmasının engeli haline gelebilmektedir. Unutulmamalı ki, kamusal alanların gerçek güvenliğini, kamusal alandaki yaşamın canlılığı ve çekiciliği sağlar. Kamu alanları komünite mensuplarınca kullanıldıkça güvenli hale gelir. Kamusal alanda canlılık için halka açıklık, heterojenlik, izin vericilik gereklidir. Bu alanlardaki düzen arayışı kamu alanlarını kapalı/sıkıcı hale getirmemeli, yaratıcılığa açıklığını ortadan kaldırmamalıdır. Kentin bazı alanlarında "uyumsuzların" da bulunuyor olması alanların çekiciliğini artırabilmektedir. Unutulmamalı ki, kamu alanlarının istenirliğinin sınırları ya da çekiciliği toplumda karşılıklı müzakereyle, karşılıklı olarak verilen ödünlerle belirlenmektedir. Kısacası kamusal alandaki oluşumları kapalı olarak ele almamak gerekir. Günümüzün kamusal alanları bu alanlardaki yeniliklere açık kalabilen olmak durumundadır.

Bir kentin kamusal alanlarından söz ettiğimizde, bir yandan kentteki herkesin hiçbir ayrımcılığa uğramadan gidebileceği değişik türlerdeki açık alanların varlığına ve bu açık alanlarda yer alan değişik türlerdeki etkinliğin bulunmasına işaret etmiş olmaktayız. Birinci yönüyle kentsel tasarım konusu olan kentin sokakları, meydanları, pazar yerleri, parkları, bölgesel yeşil alanları, kültür parkları, spor alanları, kıyı şeritleri ve yürüme alanları gibi kentlilerin tümüne açık olan kent mekanlarının varlığına atıf yapmış olmaktayız. İkinci yönüyle de, bu mekanlarda kentlilerin gerçekleştirdiği günlük faaliyetlere, yılın belirli günlerinde yapılan şenliklere, törenlere, bayram kutlamaları gibi birlikte gerçekleştirilen faaliyetlere işaret edilmiş olmaktadır. Kamusal alanlar bir arada yaşam kültürünün geliştiği, insanların birbirlerine hoşgörülü davranışlarının üretildiği yerlerdir. Bu alanlarda birbirine yabancı olarak yer alan bireyler, anonim olarak ilişki kurarlar ve böylece bireyin gelişmesi için uygun ortamlar yaratılır. Bu alanlarda toplumdaki sosyal statü farklılıkları önemini yitirir.

Kamu alanı kentte bir iş yaparken gelip geçilen bir yer değildir. Vakit geçirmek için uygun şekilde giyinerek özel olarak gidilen bir yerdir. İnsanlar bu yerlere yalnız kendi varlıklarını göstermek ve sergilemek, vakitlerini hoş geçirmek için gitmezler, aynı zamanda şikayetlerini ve taleplerini bildirmek için de giderler. Kamu alanlarını bir protesto mekanı olarak kullanırlar. Böylece kentte kentle ilişkili kamuoyunun oluşmasına katkı yaparlar. Kentin gelişmesini yönlendirecek özneller arası yargıların oluşmasını sağlarlar.

VII. SON VERİRKEN

Yazımım sonuna geldim. Geldiğimiz nokta açık. Kent plancıları ve kent yöneticileri bakımından yaşam kalitesini yükseltmek, insanların varlık sorunlarına çözüm üretebilmek bakımından çok kritik bir öneme sahip. Her ne kadar kentlerde kamusal alanların sayılarında artışlar yaşansa da, bu alanları kullanış biçimlerimiz bu alanların potansiyellerini hayata geçiremiyor. Bir yandan modern insanın ekonominin hegemonyası altına girmiş olması, öte yandan büyük ölçüde özel alanlara hapsolarak yaşama eğilimin yüksekliği, kamusal alanın potansiyellerinden yararlanılmasını engelliyor. Ayrıca temsili demokrasinin meşruiyet kalıpları içinde gelişen siyasal kararlar sürekli bir demokrasi açığı yaratıyor. Ama bundan kaçınmak için katılımcı demokrasinin meşruiyet çerçevelerini genişletmek ve yurttaşları pasif konumdan çıkarmak, aktif hale gelmelerinin yollarını açmak ve açık tutmak gerekiyor. Geleneksel kamu alanlarının bu bakımdan karşılaştığı sorunların aşılmasında günümüzün gelişen dijital teknolojileri olanaklar açıyor. Ama bunların yeni ve insanların yaşam kalitesini geliştiren yeni kamusallıklar üretebildiğini söylemek güç. Bu nedenle, okuyucuları kamu alanlarının kullanışlarını çeşitlendirerek, yaratıcı kullanış biçimleri geliştirerek, kamu alanlarının yaşamımıza katabileceklerini artıran yeni tartışmalar yapmaya davet ederek, yazımı bir bitirişle değil, bir başlangıç önererek noktalıyorum.

Yazarın Diğer Yazıları

Kent planlamasında sorunlar nasıl aşılabilir? | Kapalı plan-açık plan

T24'te 27 Şubat'ta başlayarak üç gün peş peşe yayınlanan Kent Planı ve Yurttaş Eşitliği; Maraş Depremi / Deprem Stratejileri, Çözüm Arayışları; Kamusal Alan-Özel Alan İlişkisi / Etkileşimler başlıklı yazı dizisini, kapalı plandan açık plana geçmenin Türkiye'nin kent planlamasında karşılaştığı sorunları hafifletip hafifletmeyeceğini tartıştığım bu sonuncu yazıyla tamamlıyorum

Maraş depremi | Deprem stratejileri, çözüm arayışları

Maraş merkezli Şubat 2023 depremlerinin yarattığı yıkımların ışığında Türkiye'nin izleyegeldiği deprem stratejileri ve çözüm arayışları üstüne bir not

Kent planı ve yurttaş eşitliği | Kent planı karşısında yurttaşların eşitliği ve planların uygulanabilirlik sorunları

Kent planlarını yapanlar planlarını yaparken tüm kentlilerin eşit kapasitede ve planlara eşit ölçüde saygılı oldukları varsayımı altında planlarını hazırlamaktadırlar. Eğer bir kentteki yurttaşların güçlüler ve güçsüzler diye ikiye ayrışarak, farklı davrandıkları biliniyorsa, planla ilgili kurumsal düzenlemeleri tasarlayanların ve planları hazırlayanların böyle bir fark yokmuş gibi davranmalarının olumsuz sonuçlarının neler olduğunu sorgulamamız ve bu konuda ulaşılacak farkındalıkların bizim kent planı yapma yaklaşımlarında ne tür değişiklikler yaratması gerektiği konusunda öneriler geliştirmemiz gerekmektedir

"
"