04 Ağustos 2024

"Deryaya yakın dünyadan uzak"

Tatminsiz ve günahkârız; bir zamanların en tenha bölgesi Kuzey Ege'de, zeytinlikleri kemire kemire tepelere doğru ilerleyen yazlıkların arasında deryaya yakın, dünyadan uzak bir yer bulunamıyor artık

Geçen hafta havaalanları, otogarlar, yollar ne kadar kalabalık farkında mısınız, diye sormuştum. O sözün gelişiydi; elbette herkes farkında. Hatta geçen haftaki yazıyı belleğimde kurgularken ben de Troya'dan Aleksandreia Tros'a oradan da şimdiki adı Gülpınar olan Apollon Smintheion'a uzanan Asya'nın en batı ucundaki yoldaydım. Bir yanda Zeus'un ve bilumum tanrının/tanrıçanın mekânı Kaz Dağları, bir yanda ise Can Yücel'in "efendi deniz" diye tanımladığı Ege ve hemen ilerisinde Midilli olan bu güzel yolu geçiyordum. Geçemiyordum aslında! Göz alabildiğine uzanan kumsalları saran plajlar, çam ormanları arasındaki kampingler, yazlık evler, seyyar satıcılar, lokantalar, üç harfli sırnaşık marketler, büfeler ve şıpıdık terlikli, mayolu, bikinili, kadınlı erkekli her yaştan insanla dolu yolda, yoğun trafiğin içinde, egzoz kokusu yüzünden çam ormanlarının ve denizin kokusunu değil, klimanın ruhsuz serinliğini hissederek ilerliyorduk. Eskiden beri olur olmaz her işe burnunu sokan mitolojik tanrıların biz fanilerle alay etmesi midir nedir, bir yandan da Pinhâni söylüyordu: "Bir yol var ama her yerde tuzak / Bir yol daha var dönmek de yasak / Deryaya yakın dünyadan uzak"

Geçen yüzyılda "doğdukları yerde ölenler" son elli yıldır birden hareketlenmişler, yolculuklara çıkmakla kalmamışlar, sahillere akın etmişlerdi. Bunun son perdesiydi yaşanan. Oysa, çok değil, elli altmış yıl önce yaz geldi mi tatil, akrabaların yaşadığı köyleri çağrıştırırdı. Ders kitaplarında bile "okullar kapanınca köye gitmek"ten söz edilirdi. Yaz boyu serin serin yaşanan yaylalar da buna dahildi. Başka bir deyişle, kasaba ve küçük kent insanlarının yaz anıları bunun gibi birkaç seçenekle sınırlıydı. Çoğunluk için yaşanılan yer değişmezdi. Evler ve bahçeler yaz hayatına hazırlanır, sedirler, minderler çıkarılır, akşamüstü tulumbadan çekilen ya da kovayla mahalle çeşmelerinden alınan suyla yıkanan "taşlıklar"da oturulup akşam serinliğinin düşmesi beklenir, hava kararırken de altmış mumluk ampullerle aydınlatılan masalarda yemek yenirdi. Sonrası ev ahalisinin meşrebine göre bütün mahalleye demli çay kokusu da dağılabilirdi anason kokusu da.

Bu anlattıklarım taşrayı tanımlar sonuçta. İstanbul'da ise her zaman ve her şeyde olduğu gibi hayat farklıydı. Yüzyıllardır "deniz hamamı" kavramıyla tatil olgusu hayatın içindeydi. Evliya Çelebi'nin "cümle dilberân mâh-ı temmûz'da deryâya çimerler" yani "bütün kadınlar temmuz ayında denize girerler" dediği deniz hamamı tahta perdelerle kapatılmış iskeleydi. Bunlar da elbette varlıklı olanlar, "asri hayat" sürenler içindi. Bu zevat yaz gelince "sayfiye evlere" gidiyorlardı. Şimdi şehrin merkezi sayılabilecek Suadiye, Bostancı ve elbette en gözde yer olarak Adalar statü semtleriydi. 1929'da İstanbul gazetelerinde şöyle bir köşe yazısı görmek mümkündü: "Kış, yaz Boğaz, Kadıköy, Adalar ve Yedikule ötelerinde oturanlar sayfiye ihtiyacının ne demek olduğunu bilemezler ve ‘Bu yaz nereye?' sualine verecek cevap bulamayanların nasıl utanıp kızardıklarını tasavvur edemezler."

Sayfiyesi olanlar için hangi kıyafetlerin bu yaz moda olduğu, plajda nasıl davranılacağı, ne giyileceği ballandıra ballandıra anlatılırdı sayfalar boyu. Bu tabii "İstanbullu vatandaşlar" içindi. Taşralı okur pek anlam veremeden okur geçerdi. Yıllar sonra deniz keyfi yaygınlaştığı ve herkesin kıyılara koştuğu dönemde, İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay'a atfedilen o söz, İstanbul'un taşraya bakışını ne güzel yansıtır: "Halk kıyılara hücum etti, vatandaş denize giremiyor." 

1970'ler, valinin şikâyet ettiği halkın kıyılara yerleştiği yıllar oldu. 1960'larda "sayfiye" olarak adlandırılan, daha sonra "yazlık" sözcüğüyle anlatılan yeni yaşam biçimi girdi hayatımıza. Kasabalar, kentler hareketlendi. "Asker bavulu" tabiri artık "yazlık valizi" olmaya başladı. Köylerdeki akrabaların kapısı daha az çalınır oldu. Küçük de olsa bir yazlığa sahip olmak, okullar kapanır kapanmaz "çoluk çocuğu göndermek" prestijdi. İtibardan tasarruf olmaz fikri, devletten önce yazlıkçıların şiarıydı. Her şey yaz aylarına göre planlanır, eşyalar yazlıklar da hesaba katılarak alınırdı. Abartılmış yaz maceraları, aşkları da bütün bunlara dahildi. Çadır, kamping, karavan sonra sonra girdi hayatımıza. VW minibüslerle gelen "çiçek çocuklar" başka bir tatil de olabileceğini gösterdi. Entelijansiyanın "güneye gitmek" kavramı da Bodrum'la, Çeşme'yle, Marmaris'le hayatımıza girince gözümüzü oralara diktik. Pinhâni ne demek istedi bilinmez ama "yine gözümüz yükseklerde /hayat geçiyor perde perde" derken bir türlü "doydum artık bana müsaade" diyemedik. Deniz hamamlarının, köylerde geçen yazların, minik ve çoğunlukla ikiz yazlıkların, abartılı yaz hikâyelerinin masumiyeti hızla bozuldu. Dağ tepe yazlık oldu; yetmedi ormanları yaktık ve daha da çoğalttık yazlıkları. Tatil kavramı hayatımızı dönüştürmedi sadece, adım adım kıyıları da değiştirdi, yağma ve talana çanak tuttu. Bunu bizim gibi bozkır insanının deniz kıyısı açlığıyla mı açıklayabiliriz, kapitalizmin gemi azıya almış saldırısıyla mı bilmiyorum ama kendi yurdunu yağmalamakta üstümüze yok. Pinhâni yine o güzelim şarkısıyla imdadımıza yetişir belki: "Yapamadığım birçok şey var / Hem tatminsizim hem günahkâr" 

Evet evet, tatminsiz ve günahkârız; bir zamanların en tenha bölgesi Kuzey Ege'de, zeytinlikleri kemire kemire tepelere doğru ilerleyen yazlıkların arasında deryaya yakın, dünyadan uzak bir yer bulunamıyor artık.

İbrahim Dizman kimdir?

1961'de, Çanakkale'de doğdu. Ankara Üniversitesi'nde, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Türk Dili, Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Yaratıcı Yazarlık dersleri verdi.

1983'ten beri çeşitli kültür-sanat ve edebiyat dergilerinde eleştiri-röportaj, değerlendirme ve kültür tarihi üzerine inceleme-araştırma yazıları yazdı.

İbrahim Dizman'ın ikisi roman olmak üzere yayımlanmış 20 kitabı var; bir kitabı Yunancaya da çevrildi.

Dizman'ın yönetmenliğini yaptığı 4 belgesel film de bulunuyor.

Sahnelenmiş iki tiyatro oyunu bulunmakta. Ayrıca, çeşitli sahne gösterileri de hazırladı ve uyguladı.

Kültür Bakanlığı Roman Başarı Ödülü, Behzat Ay Ödülü ve Genel-İş Abdullah Baştürk İşçi Ödülü sahibi de olan Dizman, çeşitli yıllarda Çağdaş Türk Dili ve Roman Kahramanları dergilerinin yayın yönetmenliğini ve editörlüğünü yürüttü. Türkiye PEN üyesidir. 

Kitaplarından bazıları:

Suyun ve Rüzgârın Şehri Çanakkale, İletişim Yayınları, 2020

Aşrı Memleket Trakya (T. Bilecen'le birlikte), İletişim Yayınları, 2018

Adı Başka Acı Başka (Karadeniz'in Son Ermenileri), İletişim Yayınları, 2016

Kardeşim Gibi (A. Papadopulos ile birlikte), Heyamola Yayınları, 2016

30 Yıl 30 Hayat (Ç. Sezer'le birlikte), İmge Kitabevi Yayınları, 2010

Başka Zaman Çocukları (roman), 2007, Heyamola Yayınları, 2007

Denize Düşen Dağ (monografi), 2006, Heyamola Yayınları, 2006

Belgesel filmleri: 

Kardeş Nereye: Mübadele, senaryo yazarlığı ve danışmanlık (yön: Ö. Asan), 2010

Oyunlarla Yaşayan Şehir, yönetmen, 2012

Hrant Amca: Memlekete Dönüş, yönetmen, 2016

Poliksena: Kız Öldün, yönetmen, 2018

Yola Gelmeyenler, yönetmen, 2020

 

Yazarın Diğer Yazıları

Semboller dünyasına hoş geldiniz!

Aklımızdakini ya da niyetimizi dile getiremediğimiz zamanlarda ve ortamlarda duygusal paradigmaların üzerine semboller inşa ederiz. Duygusal refleksleri düşünsel davranışlardan önde gelen bizim gibi toplumlar ve böyle toplumlarda egemenliğe sahip olanlar için semboller çok işlevseldir

"Neden yazılır: Dünya acılı olduğu için yazılır"

Bir yazarın fırtınalı yaşamının örneğini oluşturmuştu yaşarken; ancak gündelik hayatının akışından öte, oradan damıtarak karmaşık zihninin imbiğinden süzdüğü metinlerle oluşturdu bu örneği

Kumral başını gökyüzüne çevirdi, kalktı ayağa, 30 Ağustos'ta

30 Ağustos 1922'yi izleyen günler ve yıllarda gerçekleşenler, o zafere anlam kazandırdı. Yoksa her şey askeri bir başarıyla hatıralarda kalırdı. Elif kağnısıyla, Arhaveli İsmail teknesiyle, Kartallı Kâzım filintasıyla, Süleymaniyeli Şoför Ahmet "üç numrolu" kamyonetiyle, Mülazım Hasan "yedi buçukluk bataryasıyla", Nurettin Eşfak hayalleriyle gelip Kocatepe'de yanında durdu Mustafa Kemal'in ve Anadolu halkı "kumral başını gökyüzüne çevirdi, kalktı ayağa." Bu ayağa kalkışa önce "barış" sonra "cumhuriyet" denecekti

"
"