Sonbaharla birlikte büyük şehirler yine hareketlendi, sergiler, festivaller, açılışlar derken sanki evde geçirdiğimiz onca zamanı unuttuk. Ama pandemi hâlâ daha hareket kabiliyetimizi kısıtlamaya devam ediyor. Ya da belki döviz kurlarıdır bizi kısıtlayan ama sebep ne olursa olsun, geçtiğimiz dönemin en iyi yanlarından biri, kendi yaşadığımız sokakları, semtleri, şehirleri, ülkeyi daha iyi tanımak zorunda kalmamız.
Türkiye içinde kalmak zorunluluğu ülkede aslında ne kadar bilmediğimiz güzellikler olduğunu hatırlattı. Denizinden toprağına hatta toprağının altına, bu ülkede görecek (ve Instagramlanacak) çok şey var! Ülkenin doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine her köşesinde. Tüm o sistematik betonlaşmaya, kültürsüzleştirmeye, çirkinleştirmeye, yakmaya, yıkmaya, çalıp çırpmaya rağmen hem de, hâlâ daha bilmediğimiz güzelliklerle dolu bir coğrafyadayız. Sadece bu güzellikleri hatırlamamız, öğrenmemiz ve haliyle korumamız lazım -önce kendimizden.
Ama bu çok da kolay değil. Onlarca senedir öylesine önemsiz gördük ki kültürel ve doğal değerleri, sanırsınız ki ülkede belli başlı popülerleşmiş noktalar dışında her yer çöp… Bunun sebebi halkın ilgilenmemesi değil; yatırım, tanıtım ve yönlendirme yapılmaması.
Oysa en basit örnekler Kars, Kapadokya, Mardin… Mardin’de diziler sayesinde artan ilgi ile şehrin çehresi değişti, esnafın yüzü güldü ama bölgenin gerçek değerini çok anlamadan yüzeysel bilgiyle ve bol alışverişle ayrılmak yerine daha derinini görmek Sakıp Sabancı Kent Müzesi ile oldu. Eskişehir’in küçük modern bir Avrupa kenti gibi olduğunu OMM hatırlattı. Sosyal medyanın, bilhassa Instagram’ın etkisini unutmamak gerekli. Meselâ Kerimcan Akduman’ın yaz aylarında belli yerlerine özel izinle, Jandarma eşliğinde girdiği Hakkâri seyahati sonucu bölgeye ilgi artmış durumda. Çünkü daha önce çok az insan bu bölgenin öylesine yeşil, öylesine çiçek dolu, manzara dolu olduğunu biliyordu. Kaş, Patara tarafları hep çok güzeldi, çok sevilirdi de Baya İyi’nin kurucuları Oylum ve Onur Yüksel’in muazzam güzellikte fotoğrafları ve işleri sayesinde eskisinden de çok ilgi oldu bu yaz Kaş’a ama sadece deniz turizmi değil, çevredeki ören yerleri de ikilinin güzel anlatımları sayesinde yeni ziyaretçiler edindi.
Benim de son zamanlarda Türkiye ile ilgili öğrendiğim en yeni bilgi, aslında biranın tarihinin üstünde yaşadığımız oldu! Bira denince aklınıza orta Avrupa özellikle Belçika, Almanya geliyorsa, haklısınız. Ama meğer Türkiye ve Mezopotamya topraklarında biranın tarihi sandığımızdan da eski ve etkiliymiş. Dahası, kimi rivayetlere göre dünyada ilk kez bira Göbeklitepe’de üretilmiş ama bu kesinleşmiş bir bilgi değil. Kesin olan ise, Göbeklitepe yakınlarındaki bulgularda ortaya çıkan nişasta fırınının Alman biracıların dikkatini çekmesi ve bu yöntemi canlandırarak bira üretmeye çalışmaları…
Anadolu Efes Yenilik Atölyesi’nde Eylül ayında yapılan buluşmada müzik dünyasından tanıdığımız Güneş Duru, Doç. Dr. unvanları ve arkeolog kimliği ile karşımızdaydı. Biranın coğrafyamızdaki hiç anlatılmayan tarihini ve Anadolu’nun bilinen en eski içeceği olduğunu bu buluşmada öğrendik.
Son arkeolojik bulgulara göre biranın tarihçesi 12-13 bin yıl öncesine dayanıyor. Maya ise 18. yüzyılda yaygınlaştı. Sümerler, Hititliler, Mısırlılar için temel gıda maddelerinden biri olan bira genellikle arkeolojik kazılarda karşımıza çıkan, bazılarının “çanak çömlek” dediği hayvan figürlü kaselerde pipet yardımı ile içilirmiş. Bu toprak kaplardakilerin bira olduğu tabii ki araştırmacıların mikroskobik izleri incelemesi, kaplar içindeki DNA kalıntılarının analizini yapmaları gibi değişik yöntemlerle anlaşılıyor. O dönemde bira tam sıvı değil, daha çok yoğun bir çorba kıvamındaymış. Bu nedenle yaklaşık 1000-1500 senede pipetilerin teknolojisi gelişmiş, filtreli pipetler kullanılmış. Şimdilerde Keban Barajı surları altında kalan Malatya İmamoğlu Köyü’nde bulunan 4500 yıllık tabletlerdeki bir çizimde 2 kişinin pipetle bira içtiği görülüyor.
Sivas’ta kalıntıları bulunan Hitit Sarayı’ndan alınan örneklerde birada şerbetçi otu yerine Madımak otu kullanıldığı tespit edilmiş. İmalathane ise tapınağın içinde bulunuyormuş. Yine kalıntılardaki tabletlerde yazanlara göre bira zamanında şifalı bir içecek olarak görülüyor, armutla karıştırınca yara iyileştirici özelliği olduğundan bahsediliyormuş. İlk kez evcilleştirilmiş arpadan ve ilk evcilleştirilen buğday olan siyezle yapılan biraların da ana vatanı bizim topraklar.
Hızlı bir geçişle bugüne gelecek olursak; bira konusunda hala daha dünyada oldukça iyi bir yere sahibiz. Ne arkeoloji, ne tarım ne de alkollü içecek sektörü devletten gerekli ilgiyi ve desteği görmediği halde hem de! Anadolu Efes’ in amiral markası, Avrupa’da en çok tercih edilen biralardan biri ama biranın bu topraklardaki tarihini onurlandıran tek özelliği bu değil. Dünya bira literatürüne geçecek +1 yöntemini geliştiren Anadolu Efes Yenilik Atölyesi her ay 7-8 farklı bira üzerinde çalışma yapılıyor. Beğenilenler piyasaya sürülüyor. Yaz sonu piyasaya sürülen ve bir anda herkesin favorisi olunca piyasada zor bulunur hale gelen glutensiz bunlardan biri. Üretim sürecinde maltın dinlenme süresini 2 katına çıkaran +1 yöntemi, atölyenin dünya ile paylaşacağı ilk yöntemi olsa da Anadolu Efes’in bira dünyasına katkıları 1969’dan beri devam ediyor. 17 farklı tescilli arpa üreterek, anlaşmalı tarım sayesinde 100 milyon TL üzerinde katkı sağlanıyor ekonomiye.
İzmir’de içinde genç kadın sanatçıların eserlerinin bulunduğu renkli Anadolu Efes Yenilik Atölyesi’nde Türkiye hakkında öğrendiğim tek bilgi biranın arkeolojisi değildi. Biranın ham madesi olan şerbetçi otunun Türkiye’de sadece Bilecik’te yetiştiğini ve Anadolu Efes’in 7 farklı tescilli şerbetçi otu çeşidi olduğunu da öğrendim. Bilecik’i ziyaret edip tadını çok sevdiğim şerbetçi otu ile yakından tanışmayı dört gözle bekliyorum şimdi.
Başlıkta sorduğum “insanları bira kurtarabilir mi” sorusuna gelince… Bira antik çağlarda da insanların bir araya gelmesini sağlayan, kutlamalarda, buluşmalarda yani genelde yanında +1’inle içilen bir içecekmiş. İnsanları alkollü içecek içenler ve içmeyenler olarak kutuplaştırıp her şeyin fazlasının zarar olduğunu unutmak, tarihi bilmemenin bir sonucu işte. O yüzden yeniden konserlerde, festivallerde, belediye etkinliği olan toplaşmalarda birer şişe tokuştururken bir arada olmanın genlerimizde olduğunu unutmamak lazım, belki insanın kendisini değil ama insanlığı kurtarır bir arada olmak. Fiziksel kurtuluş konusu ise çok daha elzem ve ilginç çünkü Younger Dryas denilen, Avrupa’nın 10 bin önce yaşadığı iklimsel değişiklik, özetle “buzul çağı/çölleşme dönemi”nde insanların hayatta kalmak için daha fazla bira tükettiği, böylece protein ihtiyacını karşıladıkları var sayılıyor.
Malum, önümüz iklim krizinin zor günleri… Bu günlerde hepimize bir arada olmak ve bol protein gerekecek, şimdiden antrenmanlı olmakta fayda var!