24 Şubat 2020
Arkadaşının kitabını raflarda görmek kadar güzeli olamaz! Kısa bir süre mesai arkadaşım olan ve hep beğeni ile takip ettiğim Seda Yılmaz’ın kitabı "Giysiler Ne Anlatır" çıkınca da ilk alan kişilerden oldum haliyle. Kitap, bir kadının giysiler, markalar, şaşalı defileler ötesindeki kadını, kendini bulma hikâyesini ve dergi dünyasının "sayfa arkalarını" anlatıyor.
Mundi Yayınları’ndan çıkan kitabın kahramanı Seda Yılmaz, her yerde tarzı ve içtenliği ile dikkat çeken bir moda yazarı ya da artık sadece "yazar"! Hikâyesinin gerisini ona sordum. Ama en başta söylediğim gibi bu, "arkadaşımın kitabı" o yüzden sıradan bir sohbetten ziyade, benzer yollardan geçen 2 kadının sohbeti daha çok.
Karşınızda sayfa sayfa çözümlemeleri ile "Giysiler Ne Anlatır" kitabı ve yazarı Seda Yılmaz.
- Nasıl karar verdin bu kitabı yazmaya, neden yazmaya ihtiyaç duydun?
Aslında 10 yıl önce bir yere "Günün birinde ben kitap yazacağım" yazmıştım bir yere, kendime not olarak. O 10 yıl içinde ne yaptın dersen bir sürü yere yazılar yazdım ama kitap yazamadım. O zamanki fikrim, "Benim bir tarzım var ve kadınlara da tarzlarını nasıl bulacaklarını anlatan bir kitap" yazmaktı.
- Yazdığından oldukça farklı!
Evet. Bu kitabın fikri çok sonradan çıktı ve bir anda gelişiverdi.
- Aslında feministliğin çok yükseldiği bir dönemde, çoğu kadının feministlikle yeni tanıştığı bir zamanda sen de kendi feministlikle tanışma, barışma hikâyeni anlatmışsın. Bir nevi kişisel gelişim kitabı diyebilir miyiz kitaba?
Hayır! Kendimi anlattığım kısmından gidersek bir yetişkin olma hikâyesi bu. Büyüme hikâyesi değil çünkü büyümekle yetişkin olmak aynı şeyler değil. Kadınlar arasında bu kitap sayesinde köprüler olsun, bir ortaklık kurulsun istemiştim yazarken. O yüzden de biraz sohbet eder gibi yazdım. Birine yol gösterir gibi değil de, "sen de ben de aynı yollardan geçmişizdir aşağı yukarı, gel beraber sohbet edelim" şeklinde yazdım.
- O hissediliyor zaten…
Sevindim. Kendi aramızda konuştuğumuz ama hiçbir yerde okuyamadığımız konuları yazmak, anlatmak, daha geniş alanlarda konuşulur kılmaktı amacım.
- Ben dergiciliğe ilk başladığımda (2002) senin de kitapta yazdığın gibi, çoğunluğun, özellikle de köşelerde ya da daha yüksek mevkilerde olan kişilerin belli bir zümredeki ailelerin -çoğunlukla- kızları olması ve bu kişilerin büyük kısmının dünyalarının Nişantaşı, Bebek, Bodrum’dan ibaret olması benim için çok şaşırtıcıydı. Duruma üzülemiyordum bile, kendime üzülüyordum. Kitabında cesurca buna da değinmişsin. Okurken "Nihayet birileri bunu anlatmaya başladı" dedim. Yurtdışında da durum farklı değil ve artık yabancı basında da bu konu konuşuluyor. Sence artık genel bir "ayma" mı yaşanıyor yoksa bu sadece senin hassasiyetinin ve bilincinin sonucu yazılmış satırlar mı?
Benim dergiciliğin en içinde olduğum zamanlarda o dünyanın büyüsü olduğuna inanıyordum. Bir takım ayrıcalıklar sunduğuna, büyülü olduğuna inanıyordum. Zaman zaman sorguluyordum ama bu yüksek sesle dile getirdiğim bir durum değildi. Ama modayı eleştiren yazılar da yazdım. Ben modaya eleştirel de yaklaşan bir editör oldum hep. En başlardaki zamanları saymazsak… Olduğum yerde soru soran ve eleştiren bir tipim. Dediğin gibi, orta ve üst sınıf ailelerin kızlarının dergiciliği parsellemesi hikâyesi bir tek Türkiye’de değil; kitapta da bahsettiğim gibi bütün dünyada mevcut olan bir durum. Londra’da eğitim aldıktan sonra staj yapmak için bir yerlere başvurduğumda, 2 yıldır dergilerde staj yapan kişiler tanıdım. Bunlar nasıl olabilir? Çünkü Londra, çünkü herkes o işi yapmak istiyor, herkes tasarımcılara yakın olmak, o dünyanın içinde olmak istiyor ama gerçek değil. Eğer kira ödemen gerekiyorsa, hayatını idame ettirmen gerekiyorsa, bu o stajyerlik ya da muhabirlik şartlarıyla mümkün değil. O zamanlar mümkün olduğunu düşünüyordum. Babamın imkânları ile yaşayacağımı düşünüyordum.
- Sex & the City dizisindeki Carrie Bradshaw karakterinin o dönem kızlarında yarattığı yanılgıydı bu…
Evet tabii, kitapta da söylüyorum bu. Dergide yazarak Manolo Blahnik marka ayakkabı alabileceğimizi düşünmemize yol açan karakterdi o. O yüzden çok sonraları sorgulamaya başladım ve aydım diyebiliriz.
- "Ümit ekonomisi" olarak adlandırıyorsun dergiciliği ve bir noktada lifestyle gazeteciliği. Okur için açarsak; o pırıltılı hayatların parçası olma, bir gün daha iyi maddi koşullarda çalışma hayaliyle gençlik geçip gidebiliyor! Bunun bir çözümü var mıdır?
Çok zor. Kendi adıma ben markalarla da çalıştım, çalışıyorum… Olabildiğince elimdeki yetki ve yetkinliği başka işlerde de kullanarak çalışıyorum çünkü dergilerde, gazetelerde ödenen telifler, kazanılan paralar ortada. Bir tarafta dergiye yazmanın şevki, röportaja giderken yaşadığın heyecan duyguları başka hiçbir işi yaparken tatmıyorum. Bunu da itiraf etmek gerekli.
- Benim anlamadığım şey şu; zamanında dergiciliğin yaptığı işlerin aynısını yapan influencerlar, dergicilerin, gazetecilerin çok daha yetkin oldukları konularda asla alamayacakları paraları kazanıyorlar...
Zaman değişiyor Heja!
- Sen de influencer olabilirdin çok rahatlıkla, neden bu yolu seçmedin?
Tabii ki benim de sosyal medyada varlığım ve orada çizdiğim bir profil var. Onun ne kadarı ben ne kadarı profil bu da tartışılır. Uzun zaman blog da yazdım ama neden influencer olmadın dersen; bunun başka bir matematiği var. Sosyal medyayı iş gibi görüp öyle yaklaşmak gerekiyor. Benim için iş dergicilikti. Bir de o kadar görsel bir dünyanın içinde olabilecek gibi görmedim kendimi. Influencerlardan önce bloggerlar çıktığında dergi dünyasında bir zelzeleye sebep olmuştu. Bunlar nereden geldi diye soruluyordu. Kendini çok iyi geliştiren influencerlar da var elbette. Markaların dergilerle, dergicilerle olan ilişkisi de influencerlarla olan ilişkisi de ortada. Sistemin kendisinin bir açığı var ve bu her yerde mevcut. Sadece influencerlar değil mesele, sistemin kendisi. Ama markaların influencerlara bu derece kul köle olmasını eleştiriyorum ve kitapta da eleştirdim. Yine de bunun için tüm influencerları vurmam.
- Tabii, aynı şekilde ilişkiler içinde olan gazeteciler, dergiciler de var… Bu nerede durduğunla, neyi ne kadar kabul ettiğinle alakalı.
Evet, tabii. Bir de artık sosyal medya sayesinde herkes kendi kendinin PR’cısı.
- Kitaba dönersek… Yazarken kendi eleştirilerinden mi korktun yoksa dışarıdan geleceklerden mi? Kendi adıma söylersem kitap yazmama sebebim kendimi ne kadar eleştireceğimi bilmem ya da birinin beni benim yapacağım şekilde eleştirmesinden korkmam…
Dışarıdan gelecek eleştiriyi düşündüm mü bilmiyorum. Ama şunu düşündüm: Orta sınıf bir kadının hayatını anlatıyorum. Neden ilgisini çeksin ki insanların? Bu duyguya düştüğüm oldu. İnsan, içinde yıkıcı içgüdü olan bir varlık ve o içgüdü de bir şey yaratmaya çalışırken daha çok ortaya çıkıyor. İçinde konuşup duran, "Bu ne ki, bunu mu yazdın, olmadı…" diyen bir ses var. Onunla mücadele ederek yazıyorsun. "Yazmak çok huzur veren bir eylemdir" gibi bir beyanat yok. Tabii ki bir noktada tatmin oluyorsun ama eleştiriyorsun da kendini. Bir de ben kendimi yazdığım için, daha zor.
- Otosansür uyguladın mı peki?
Bazı yerlerde çok açık olsam da kendimi engellediğim oldu. Şu anki halinde otosansür yok. Ama vardı. Editörümün de hakkını teslim etmem gerekiyor. Onun da iyi yönlendirmeleri oldu, neyi neden yaptığımı sorgulattı. O şekilde açıldı. Ama bize öğretilen, kadın olma kalıpları, çok da sivrilmemek, çok da bağırmamak gibi bilgiler zaman zaman ortaya çıktı. Çıktıkları zaman "Hayır" dedim.
- Ailenden bahsediyorsun kitapta ama eşinin bahsi sadece bir cümlede geçiyor…
Ben derdim olan erkeklerle ilgili düşünüp yazmayı tercih ettim, bana destek olanla ilgili değil. Gerçekten çok destek oldu. Hem kitapta yazdığım buhranları yaşarken hem de kitabı yazarken hep destek oldu. Benim yetişkin olma hikâyemdeki temel figürler üzerinden gittim. Aşk ve ilişki kısmı aslında ebeveyn ilişkisinin bir takım replikaları… O yüzden ordan bana malzeme çıkmazdı. Aile meselesini halletmeden diğer tarafla hellaşemezdim.
- Kitapta sayfa 17’de Benetton markasının reklamlarından ve günümüzde çok tartışılan marka/sosyal bilinç, sürdürülebilirlik ve bunları reklam amaçlı kullanma konularından bahsediyorsun… Benetton reklamlarının çok da masum olmadığını söylüyorsun. Ben Diyarbakır’da yaşayan küçük bir çocukken Benetton sayesinde farklı renklerin uğradığı ayrımcılığın, siyah ve beyazın kardeşliğinin farkına varmıştım… Kitabını okurken bunu hatırladım. Belki reklam ama iyi yanı da varmış demek ki dedim. Şimdi sürdürülebilirlik, hayvan sevgisi gibi konuları kullanan markaların içtenliğini sorgularken daha ılımlı yaklaşmamı sağladı.
Biraz farkındalık yarattığı kesin ama çoğu markanın pazarlama stratejileri dahilinde çalıştığı ve nihai hedefin bizi daha fazla tüketime teşvik etmek olduğunu unutmamak lazım. Ben de unutmamaya çalıştım, kitapta da insanlara hatırlatmaya çalıştım. Tabii ki bir sürü proje yapılıyor, sürdürülebilirlik çalışmaları yapılıyor ama mesela sürdürülebilirliği ele alalım: Markalar büyüme hedeflerini düşürmediği sürece ne kadar sürdürülebilir olabilirler? Markaların hepsi, özellikle hızlı tüketim markalarına bakarsaki istiyorlar ki "Biz hem büyümeye devam edelim hem de sürdürülebilir olalım". Ama böyle bir kaynak yok artık. O zaman da bu kavramların kullanılmasına dönüyor. Kitapta bahsettiğim Benetton reklamları dönemi, 80’ler yani Michael Jackson’ın "We Are The World" zamanları. Bize tüketimi pompalayan, kapitalizmin kabardığı yıllardı. O yüzden öyle naif düşünemiyorum. O zamanlar ben de çok etkilenmiştim tabii ki. Çok hoşuma gidiyordu hatta. Ta ki, Caroline Evans ve Minna Thornton’ın yazdıklarını okuyana kadar… Sanki dünyada açlık yok, eşitsizlik yok ve herkes o reklamlardaki gibi elele tutuşuyor.
- Markanın savunuculuğunu yapmak istemesem de bence o reklamların altında zaten dünyanın öyle ütopik şekilde el ele olmaması ama olma hayali yatıyordu. Sana sadece şu noktada katılıyorum; o duruşu ile etkileyen markanın ürününü giydiğin zaman bir hareketin parçası gibi hissediyorsun. Oysa sadece markayı zenginleştiriyorsun.
Zamanının çok ötesinde reklamlardı haklısın ama bugünden o güne bakınca görüyorsun ki dönemi çok iyi okumuşlar ve çok stratejik şekilde kullanmışlar. Bugün hala çok net hatırlıyoruz o reklamları. Kaç markanın reklamını bu kadar net hatırlarsın? Çok ciddi bir yeri var ama doğru zamanda doğru yerde yapılmasının etkisi bu.
- Haklısın buna bir şey diyemem! Sayfa 21’de "Marka meraklısı, fotokopi makinesinden çıkmış gibi bir topluluk" diye bahsediyorsun 90’ların Bağdat Caddesi’nden. Gerçekten öyleydi, belli gruplar birbirinin aynıydı ama şimdiki gibi her grup, her zümre, her şehir aynı değildi. Kişinin düşünce yapısını da, yaşadığı yeri de az çok anlayabilirdin o zamanlar. Asıl tek tipleşme şimdi değil mi? Nereye gidersen git herkes aynı tarz giyiniyor, her seviyeden markanın mağazasında aynı tarz ürünler var…
Evet, şimdi de çok homojen buluyorum modayı. O zamanın tektipleşmesi aidiyet duygusu geliştirme ihtiyacının sonucuydu. Grunge oluyordun, tiki oluyordun… Şimdinin moda dünyasını daha homojen buluyorum o bakımdan. Giysilerin anlattıklarını çözmek artık eskisi kadar kolay değil. Eskisi gibi baştan ayağa marka giyinmek yok artık. Sokak markaları ile lüks markaları birlikte kullanabiliyorsun. 90’larda bunu yapamazdın. O zamanlar daha fazla alt kültür de vardı. Şimdi ne kadar alt kültür var? Ne kadar görüyoruz? Artık her şey çok iç içe geçti. Dünyaya, moda başkentlerine baktığımda da tarzların biricikliğinden ziyade aynılaşmasını görüyoruz. Her ne kadar daha fazla seçeneğin olsa da şimdi bazı trendlerde yığılmalar olduğunu görüyorum. Markaların da birbirlerine çok benzer tasarımlar yaptığını gözlemliyorum. Önceden bir giysiye baktığımda, onun hangi markaya ait olduğunu 3 aşağı 5 yukarı kestirebilirdim. Şimdi satan şey, sattıran şey herkes tarafından yapılmaya başlandı. Mesela Balenciaga’nın o traktör kılıklı spor ayakkabılarını Balenciaga yaptı şimdi yapmayan marka kalmadı…
- Kısa süre önce feminizm kavramı adeta pop kültürün parçası olmuştu. Dior’un "Feminist" yazan 680 dolarlık t-shirtü, Beyoncé’nin konserinde feministliği kullanması, konuyla ilgisiz insanların feministliğini ilan etmesi… Bunların konuşulması, gençlerin bilinçlenmesi çok güzeldi ama öte yandan içi boşaltılan bir kavram haline mi geldi feminizm?
Yeni bir kavram oluştu ve bireyci feminizm diye bir şey yarattı. "Benim feminizmim" diye bir olgu yarattı. Oysa feminizm kolektif bir şey! Bireysel olamaz ki. Feminizm, kadınların birbirlerinin kurtuluşu için bir arada hareket ettikleri bir kavramdır. Bugün geldiğimiz noktada kadının yaptığı her şey, kadını güçlendirmeye başladı. Ya da en azından öyle gösteriliyor. Memeni açıyorsun, kadınları güçleniyorsun… Yani evet, dediğin gibi kavramların içi biraz boşalmaya başladı. Kadını gerçekten neyi güçlendirdiği konusu şirazesinden çıkmaya başladı. Çok para kazanan influencerlar da kadın gücü timsali, içinden geldiği gibi rahat giyinen de kadın gücü timsali… Ama konumuz o değil ki; konumuz başka kadınlar ne yapıyor, ben o kadınlar için ne yapıyorum? Nişantaşı’nda mini eteğimle rahat rahat geziyorum diyelim. Peki İstanbul’un diğer yerlerinde yaşayan bir kadın gezebiliyor mu? Benim bununla ilgili bir meselem olması, bunu düşünüyor olmam gerekli. Benim kendi "kurtulmuşluğum" (hiçbir kadın kurtulmuş değil), bağımsızlığım değil mesele ama artık bu noktaya geldi. Ben özgürüm, ben kendi paramı kazanıyorum, bağımsızım. Bu kolektif bir şeydi en başta, bunu unuttuk. Bu popülerleşme bunu unutturdu.
- Öte yandan bu kişiler örnek teşkil etmiyorlar mı?
Evet, onu da düşünüyorum. Benim çocukluğumda Beyoncé çıkıp "ben feministim" deseydi, takip ettiğim onca kadın feminizmden bahsetseydi acaba nasıl biri olurdum? Benim fikrim yoktu feminizmle ilgili. Kelimeyi biliyordum ama "öcü gibi" bakıyordum feministlere çünkü bize anlatılan buydu. O nedenle şimdi feminizmin konuşulması, anlatılması güzel. İki taraflı…
- Ben de çocukken feminist denince bıyıklarını almayan, erkeksi davranan, biraz bakımsız kadın imajı gelirdi aklıma… Duygu Asena’ydı özendiğim feminist. Kitabın sonlarına yaklaşırken bu algı sanki devam ediyormuş gibi hissettim. Giyimin değişiyor, önem verdiğin konular değişiyor ve sanki feminist kadın "kadın olmaktan çok zevk almayan" kadın olarak kitapta yeniden hayat buluyor. Bir kadın hem feminist olup hem de çocuksu soket çorap, renkli kazaklar giyemez mi?
İşte o tamamen ilk başta çizilen imajın dışına çıkamamaktan kaynaklanıyor. Feminist kadın istediği her şeyi giyebilir ama benim hikâyemde o çocuksu soket çoraplar bambaşka bir şeyi temsil ediyordu. Yoksa feminist kadın kırmızı rujunu da sürebilir, istediğini de giyebilir. Bunun bir kalıbı yok. Kendi hikâyemde gerçekten önceleri ne olduğunu bilmiyordum. Okudukça kendi yolumu buldum. Tepkisel ve öfkeli bir süreçti. Bir de sıradan bir kadından çok daha fazla modaya, görüntüye, manken görsellerine, elbiselere maruz kalmış biriyim. O yüzden de tepkim aynı oranda şiddetli oldu.
- İktidardekilerin kadınlar hakkındaki söylemlerinden bahsediyorsun bir yerde ve "Bu tür baskıcı söylemler babadan başlar, devlet babaya kadar tırmanır" diyorsun. Devlet baba, babaya o gücü vermese baba da baskıcı olabilir mi?
İkisi birbirine veriyor o gücü. Aralarında böyle bir ilişki var; babalar devlet babadan güç çalıyor, devlet baba da o babalardan… Bir sürü erkeğin bugün iktidardakilerle aynı tarzda konuşmasının sebebi bu. Buyurgan, eril eril tavırlar topluma sirayet ediyor. İktidarla erk arasındaki al gülüm ver gülüm ilişkisi bu. Herkesin işine geliyor. Bundan rahatsızlık duyan erkekler yok mu? Tabii ki de var. Ama bundan faydalanan ve bunu kullanan erkek sayısı daha fazla.
- Bu arada moda yavaş yavaş sadece kadının tekelindeymiş gibi görünmekten çıkıyor mu?
Yazarken benim de çok düşündüğüm bir konuydu. Kadın bedenle özdeşleştiriliyor, erkek akılla. Giysi, moda neden kadınla birlikte anılıyor? Çünkü kadın beden. Oysa 19. yüzyıla kadar özellikle batıdaki Osmanlı’da da var bu, erkeklerde fırfırlar, süslemeler, Fransız erkeklerinin beyaz postişler vardı. Batıda erkekler makyaj yapardı. Ancak Sanayi Devrimi ile erkek iş hayatına karışmaya başlayınca kadınla erkeğin hem toplumdaki yerleri değişiyor hem de kadın beden, erkek akıl düşüncesi yerleşiyor. Bu da devamında modanın kadınla özdeşleşmesine yol açıyor. Bunun da sonucu olarak moda küçümseniyor. Seviliyor ama çok küçümseniyor. Akademide bile moda çalışmaları çok geç başladı. Bunu herkes yazıyor. Küçümsenme sebebi de kadın olmakla, kadın deneyimiyle çok iç içe bir şeyden bahsetmemiz…
- İnanılmaz bir erkek modası coşkusu içindeyiz, erkekler de eskisinden daha bakımlı ve modaya meraklı gibi… Erkekler de artık içlerindeki kadını mı keşfediyor?
O kadar kadınlıkla özdeşleşen bir şey değil işte. Endüstri çeperi ne kadar genişletebilirse o kadar genişletmeye bakıyor. Kadınlar yetmiyor artık. Ben öyle görüyorum.
- Moda sektöründe ağır şartlarda çalışan kadınlardan da bahsediyorsun kitapta ve buna değinmen şahane. Yine de bu kadar ağır şartlar olması çok acı da olsa bu kadınlar nihayet evden çıkabilmeye, ekonomiye, kendi hayatlarına katkı sağlamaya başladılar…
Evden çıkabilmenin bedeli bu mu olmalı?
- Şeytanın avukatlığını yapmak istemiyorum ve şartları kesinlikle savunmuyorum ama bir şeyi savunurken, bir hareketi başlatırken hep bir bedel ödenmiyor mu?
Hayır bu başlangıç değil. Alman filozof Engels (Sosyolog, komünist ve İngiltere’de işçi hakları araştırmaları ile tanınıyor), 1840’ların İngiltere’sinden bahsediyor. Babası tekstil üreticisi. Daha o zamanlar o kadınların, tekstil işçilerinin günde 12-14 saat çalışıyor olmalarını daha o zamandan eleştiriyor. Değişen bir şey yok. "Burjuva kadınlarının süslenmeleri için gerekli malzemeleri üreten bu kadınların sağlık şartları bu derece kötü ortamlarda çalışmaları reva mı" diyor.
- Söz dönüp dolaşıp sistemin kendisine, moda endüstrisinin büyüklerine geliyor. Tekstil atölyelerinden dergilere düzeltilmesi gereken bir sömürü sistemi var ortada…
Evet, kitapta da bunu söylüyorum. İkimiz de moda endüstrisinin bir şekilde sömürdüğü kadınlarız. Biz de dergilerde kötü şartlarda çalışıyoruz, o kadınlar da fabrikalarda hiç insani olmayan şartlarda çalışıyorlar. Ama ikimizin sömürülme şekilleri çok farklı. Daha gelişmekte olan Bangladeş gibi ülkelerde atölyeler var. Bütün büyük markaların da tedarik zincirinin uzandığı noktalar buralar. Buralardaki kadınlar çalışma sisteminde şiddet görüyorlar, tacize uğruyorlar… Markalar tedarik zincirleri bu kadar uzun olduğu için kontrol etmeleri çok güç. Marka, işi kontrol edebildiği bir yere veriyor. O yer de gidip küçük bir üreticiye veriyor ve o küçük üreticiyi kontrol eden kimse yok. Bütün olay da burada çıkıyor.
- Biz bireysel olarak ne yapabiliriz buna dur demek için?
Bunun cevabını ben de bulamıyorum. Dünyanın kaynakları tükendiği için ihtiyacımın ötesinde bir şey almama taraftarıyım. Ancak şu an günümüz sistemine ister istemez dahil oluyorum, oluyoruz… Küçük küçük adımlar atabiliriz mesela yerel üreten insanlardan alışveriş yapmak gibi. Gerçekten ihtiyaç dışında da alışveriş yapmamak başka bir adım çünkü gidişatımız pek hayra alamet değil.
- Peki bu kadar süreçten geçtikten sonra hala daha insanları giysileri ile yargılarken yakalıyor musun kendini?
Beğeniyorum. Yani insanları yargılamıyorum ama giysilerini beğendiğim oluyor. Gözüm güzel giyinmiş birini seçiyor, o bitmez. Sadece kendimi süslemekle ilgili derdim bitti.
- Son olarak, şimdi ne yapıyorsun Seda? Yeni kitap var mı?
Şimdi dinleniyorum! Biraz kendime zaman ayırmaya çalışıyorum. Her anlamda yoğun bir tempodan çıktım, şimdilik düşünsel ve yazınsal anlamda dinleniyorum.
Netflix’in en popüler dizilerinden olan Squid Game, 26 Aralık’ta ikinci sezonu ile karşımızda olacak. Dizinin iki başrol oyuncusu Lee Jung-jae (Gi Hun yani Oyuncu 456) ve polis rolündeki Wi Ha-joon ile dizinin yeni sezon basın lansmanında online olarak bir araya geldik ve sorduk: Şimdi neler bekliyor bizi?
"Kadın bakışının girdiği şirketlerde kârlılık oranı artıyor. Ama genel olarak şirketlerin özellikle çevresel sorumlulukları, sosyal sorumlulukları, yasal haklarına saygı, işten çıkartmaların azalması, yeniden yapılanmaların azalması, risklerin daha iyi yönetilmesi açısından baktığımızda bütün sektörlerde kadınların aynı olumlu etkiyi yarattığını ortalamada görüyoruz"
Red Bull 60 Seconds Solo'da yaylı tambur tercih eden Bilge Kağan Etil, bunun nedenini "Kendime yaylı tanbur almıştım kısa süre önce. Enstrüman bir nevi seçilmiş oldu" ifadeleriyle anlattı
© Tüm hakları saklıdır.