11 Şubat 2024
Yeni bir filmin, yeni bir kitabın, bir şarkının ilk saniyeleri, ilk kelimeleri, tınıları çok şey vaat eder ya da aksine anında kendinden uzaklaştırabilir. Kül'ün görsel dünyası o kadar güzel renkler ve görüntülerle dolu ki o ilk andaki çekim, film boyunca devam ediyor hatta zaman zaman "daha farklı olabilirmiş" denilebilecek yerlerini kapatıyor. Filmin üç başrol oyuncusunun her birinin ayrı cazibesi ise bambaşka bir konu. Kül'de bir çocukları olan, dışarıdan ideal hayat yaşıyor gibi görünen bir çifti canlandıran Funda Eryiğit ve Mehmet Günsür ile Kül vesilesi ile bir araya geldik.
KülYapımcılığını Ay Yapım'ın üstlendiği filmde görünüşte kusursuz bir hayata sahip evli bir çiftin yaşamının değişimini anlatıyor. Gökçe kendi yaşamında kaybettiği heyecanı eşi Kenan'ın sahibi olduğu yayınevine gelen kitaplardan Kül'ün hikayesinde bulur. Peşine takıldığı bu gizemli hikaye, Gökçe'ye uzun zamandır hissedemediği duyguları yeniden yaşatırken, Kenan ile sahip oldukları mutlu aile tablosunun kısa sürede paramparça olmasına neden olur. Yönetmen: Erdem Tepegöz |
Funda Eryiğit'i güzelliğinden hiç bahsetmeden, "sessiz, sakin, çok yetenekli ve kararlı bir oyuncu" olarak tanımlasam kimse itiraz etmez herhalde. İlginç bir şekilde her şeyin çok gürültülü, çok gösterişli, çok dramatik olduğu bir dünyada o sakin bir alan yaratabilen nadir yeteneklerden. Bu yüzden de senelerdir adını nerede görsem hemen izlemek isterim. Şimdiye kadar izlemeyi başardığım işleri içinde yanıltan, yoran, hayal kırıklığı yaratan da olmadı. En azından onun oyunculuğu hep çıtanın çok üstündeydi.
Netflix'in yeni orijinal yapımı Kül filminde başrolde olduğunu duyunca da aynı heyecanla açtım ön gösterimi. Sahneden sahneye uçuşan elbiseleri ile oynadığı karakter Gökçe'nin yorgun, görünmeyen, yalnız ama hâlâ daha çaba gösteren bir eşten cıvıl cıvıl bir kadına dönüşümünü izlemek hayranlık uyandırıcıydı. Şu sıralar ilk annelik heyecanını yaşayan Funda Eryiğit, sorulara verdiği cevaplarda samimiyeti ve empati gücünü de yeniden gösterdi. Özellikle filmin büyük kısmının geçtiği, "Balat'ın arka sokaklarında rahat gezmek" ile ilgili soruya verdiği cevapta "Benim yaşadığım sokağa da türlü sebeplerden çekinerek giremeyen insanlar olabilir" şeklinde cevap vermesi, aidiyet, şehir sınırları ve birbirimizi ötekileştirmemiz hakkında yeniden düşünmeme sebep oldu. Sohbetin tamamı, huzurlarınızda.
- Nasılsın, nasıl gidiyor küçücük bir insanın dünyayı tanımasına eşlik etmek? Annelik nasıl değiştirdi seni, neler kattı hayatına, oyunculuğuna? Ya da zorladığı oluyor mu?
Uykusuzluk zaman zaman zorluyor fakat enteresan bir şekilde güç buluyorsun. Tepkileri değişmeye başladı, insanları ayırt etmeye başladığını daha iyi gösteriyor bu aralar.
Gözümüzün önünde büyüyor, değişiyor, harika bir şey onu gözlemlemek. Kendime daha çok güvenmeye ve inanmaya başladım şu sıralar. Öyle bir değişim hissediyorum, bir eminlik geldi. Ona bakarken iç güdülerimi dinlemem gerektiğini daha iyi anlıyorum. Oyunculuğuma ne kattı şu an bir fikrim yok, fakat oyun öncesi kulise daha geç geliyorum, bu büyük bir değişim! Önceden 4 saat falan önceden gelip kuliste vakit geçirmekten çok hoşlanırdım. Şimdi 1.5-2 saat kala zar zor yetişiyorum. Bir de söylememem gerekiyor belki ama oyunda bazı anlarda onu taklit ederken buluyorum kendimi. Elimi koyuş şeklim, bir nida… Gün içinde de taklit ediyorum bazen. En net değişimlerden biri de yeni fark ediyorum ki, biraz daha rahatlamış olmam. Önceden yeni bir projeye başlarken zihnim sürekli karakterle, fikirlerle, ne yapacağımla meşgul olurdu, denemeler yapardım; şimdi zihnim ve bedenim önce oğluma çalışıyor. İlerleyen zamanda neler olur bilemiyorum.
- Film boyunca aklımda hep bu soru vardı: Nasıl bu kadar güzel kalabiliyorsun?
Teşekkür ederim Heja. Şu aralar evde darmadağın dolaşıyorum çoğu zaman, o yüzden çok iyi geldi iltifatın. :) Son bir senedir doğrusunu söylemek gerekirse kelimenin tam anlamıyla hiçbir şey yapmıyorum. Ama önceden de bazı bakımların dışında çok uğraşmazdım cildimle, yüzümle. Eve geldiğimde mutlaka temizler, kremlerimi sürerdim. Şu birkaç gündür bu alışkanlıklarıma geri dönmeye başladım.
- Kül'de canlandırdığın karakterden, Gökçe'den bahseder misin bize biraz?
Gökçe'nin çok çarpıcı bir özelliği yok, çok sevdiğim bir yönü bu. Bir butiği var, çok para kazanmaya ihtiyacı yok, paralı bir yaşam sürüyor. Ve okuduğu bir kitaba kapılarak başka bir hayatın, gerçekle kurgunun karıştığı bir dünyanın kapısını açıyor.
- Başka bir yapımda kızının sevgilisini canlandıran bir oyuncu ile bu defa farklı bir bakış açısıyla yeniden bir araya gelme fikri başta tuhaf geldi mi? Alperen ile bu konuda şakalaşmalarınız oldu mu?
Alperen'le hiç bunun şakasını yapmadık, üzerine konuştuğumuzu bile hatırlamıyorum. Tuhaf gelmedi asla ama Son Yaz sevenler duyar duymaz reaksiyon verdiler bu duruma. Elbette bir reaksiyon gelir diye aklımdan geçmişti, yine de bu kadar beklemiyordum aslında. İki oyuncunun farklı farklı rollerde buluşmalarını izlemek keyifli bir şey olabilir bence, bu açıdan da bakılabilir.
- Kelimelerin büyüsü var mı sence Funda? Hani afirmasyonlardan çok bahsediliyor ya şu aralar, bir kitabın kelimeleri, günlük sözlerimiz gerçekten bu kadar büyülü mü, filmdeki gibi gerçeğe mi taşıyor bizi sözler?
Olumlama kısmını bilemiyorum, bana uzak dünyalar ama kelimelerin büyüsü var bence. Bir kelime insanın kafasında bambaşka bir hayal dünyası yaratabilir. Bir kelime hiç unutamayacağınız bir hayal kırıklığı yaşatabilir, yaralayabilir, umutlandırabilir. Söz önemli bir şey. Bambaşka dünyalar yaratılabilir sözlerle. Sonsuz senaryo varyasyonu var düşünsene.
- Bir ilişki içinde yapayalnız olan bir kadını canlandırıyorsun. O kadar çok ki bu kadından gerçek hayatta! Nasıl bu hale geliyor ilişkiler, kadınlar neden bunu kabul ediyor sence?
Birçok sebepten söz edebiliriz; alışkanlıklar, ekonomik özgürlük, yeterli hissetmeme, aşk… Derya deniz bir konu. Bir ilişkinin içinde bir taraf yalnızsa, diğeri de yalnızdır gibi geliyor bana -eğer birbirlerini çok iyi kandırmıyorlarsa. Dolayısıyla ilişki içinde yalnız hisseden kadınlar da çok erkekler de.
- Sadakat nedir?
Dürüst olmak.
- İlişkiler bitince aşktan geriye ne kalır?
Hımmm… İlişkiye göre değişen bir şey bu sanki. Bazı ilişkilerimde aşktan geriye hiçbir şey kalmadı, bazılarında arkadaşlık kaldı, bazılarında silik birtakım anılar… Aşkın hiçbir hâli kalıplara sığdırılıp tanımlanabilen bir şey değil bence.
- "Şu an her şeyi değiştirmek isterdim" diyor karakterin Gökçe, bir sahnede. Şu an hayatınla ilgili nasıl bir noktadasın? Değiştirmek isteyeceğin şeyler var mı?
Şu an hayatımın çok yeterli ve memnun hissettiğim bir dönemindeyim hiçbir şeyi değiştirmek istemezdim, banyo dolapları hariç.
- Gerçekten güzel banyo dolabı bulmak gerçekten zor, belki filmden ilhamla Balat'ta bir marangoza yaptırırsın. Ama tek değişmesi gerekenin bu olması ne güzelmiş, hep böyle olmasını dilerim. Gökçe olayların akışını, hikâyenin sonunu değiştirebilir miydi isteseydi?
Değiştirmek ister miydi emin değilim. Sonuçtan memnunmuş gibi geliyor. İsteseydi değiştirebilir miydi? Bilmem, biriyle derdini gerçekten paylaşabilseydi değiştirebilirdi belki.
- Bu arada, giydiğin her elbise ayrı güzeldi ve hepsi ayrı yakışmıştı! Keşke bu film için bir marka ile anlaşılsa ve Kül koleksiyonu olsa dedim içimden! Ama gerçek hayatta Balat'ın, Fatih'in ara sokaklarında hiçbir şeyi umursamadan bu kadar rahat gezebilir miydin? Kendi ülkende her sokağa "olduğun gibi" girememek gerçeği var sonuçta…
Kostümlerin çoğu özel dikildi, o yüzden Barış Karaca ve ekibine gitsin bu iltifat. O kadar cesur bir giyim tarzım yok günlük hayatta, yine de İstanbul'un bazı bölgelerinde belli bir sınıra kadar girebilirim sanırım. Ama bilemiyorum bu benden de kaynaklanıyor olabilir sonuçta, hiç tanımadığım ve tekinsiz bulduğum yerlere girmekten korkuyorum, çekiniyorum. Belki de girsem bir şey olmayacak. Bazen kendi önyargılarımızdan da kaynaklanıyor bu çekingenlik. Benim yaşadığım sokağa da türlü sebeplerden çekinerek giremeyen insanlar olabilir. Oluşan farklı coğrafyalarda insanlar birbirine yabancılaşıp yargılar üretebiliyor. Kılığımın hiç uygun olmadığını düşündüğüm yerlerde rahatça gezebildiğim de oldu.
- Filmlerin 2 saatliğine de olsa her şeyi unutturma gücü, zor zamanlarda iyi geliyor. Senin böyle zamanlarda tekrar tekrar izlediğin filmler var mı?
Uzun bir süredir yok. Bir zamanlar, Ayrılık filmi vardı.
- Tiyatro nasıl gidiyor? Timsah Ateşi'ni bir türlü izleyemedim!
Güzel gidiyor, üçüncü sezondayız. Bir oyuncu değişikliği oldu, Hidayet Erdinç katıldı aramıza, hızlı uyumlandık. Hazar'la sahne üzerinde ilişkimiz artık çok rahatladı zaten, birlikte çok iyi hissediyoruz. Seyircimiz de var hâlâ. Keyfimiz yerinde yani.
- Tiyatronun yeniden yükselişe geçmesi hakkında ne düşünüyorsun? Sinemanın küçük ekranlara, Netflix ve diğer platformlara kayması tiyatroya faydalı oldu mu sence?
Bence pandemiden önce ciddi bir yükselişteydi. Bağımsız tiyatrolar, küçük sahnelerin de seyircisi boldu, büyük prodüksiyonların da. Yelpaze daha genişti yani. Pandemi bu yükselişi bıçak gibi kesti ve arkasından maalesef bağımsız tiyatroların bir çoğu ayakta kalmakta çok zorlandı, hatta bazıları kapandı. Şu anda da bu pahalılıkta devam edebilen tiyatro sayısı çok az. Bütçeli prodüksiyon oyunları altın çağını yaşıyor olabilir ama bence tiyatro adına pandemi öncesi dönem çok daha verimliydi.
- Henüz çok erken ama büyüyünce oğlunun aşkla ilgili, kadınlarla ilgili kulağına küpe olmasını isteyeceğin şeyler nelerdir?
İlişkilerinde hissettikleri konusunda dürüst olmasını söyleyebilirim. Onun dışındaki detayları anlatırsa fikrimi sorarsa duruma göre bir şeyler söylerim herhalde. :) Kadınlara karşı da hassas ve incelikli davranacak şekilde yetiştirmek isterim.
- Yakında yeni neler var, nerelerde göreceğiz seni?
Kül geçtiğimiz günlerde yayınlandı. Oyunumuz Timsah Ateşi devam ediyor. Yeni bir projeye başladım, Adsız Aşıklar. Şu an setteyiz, ne zaman yayına girer bilemiyorum.
Mehmet Günsür Hamam filmi ile yani yine bir Balat filmi ile hayatımıza girdiğinde İstanbul için, Türkiye için bambaşka bir dönemdi. Daha özgür, daha parlaktı, şimdiki gibi umutsuzluk ve yorgunluk dolu değildi. Ya da Hamam filmini izlediğinde 20'lerin başında olanlar için geçerli bu. Henüz çocukken ilk kez deneyimlediği oyunculuk mesleğini yapmak için sıfırdan başlamayı göze alıp, Roma'da bir tiyatroda verilen her işi yapan, bu arada insanları gözlemleyen, öğrenen ve sadece o fena halde baş döndürücü gülümsemesi ile değil; oyunculuk tutkusu ile de yıllardır farklı karakterlerle karşımıza çıkan Mehmet Günsür, Kül filminde Kenan karakterini canlandırıyor.
Onunla sohbet etmek her zaman o kadar keyifli ve öğretici ki giriş yazısı ile gözlerinizi hiç yormadan, sizi direkt olarak sohbete dahil edeyim ve birlikte Mehmet'in bugünlerini, İstanbul'unu, çocuklarını, aşkı, evliliği konuşalım.
- Nasılsın Mehmet, nasıl hissediyorsun şu aralar?
Çok kolay bir cevabı yok bu sorunun ama şu anda sanırım herkes için biraz aynı şey geçerli.
Bu dönemde dünyada insan olmak zor iş. Olan bütün her şeyi görerek kendini iyi tutabilmek zor iş, ama imkansız değil. Yapılacak çok fazla şey var, bu belki de bir kuluçka dönemi ya da okun yaydan fırlamadan önceki bir dönemi… Evet, şu sıralar dünyada insan olmak zor, ama umut her zaman var.
- Kül filminde yer almanı sağlayan, seni cezbeden neydi?
Bir kere en başta zaten Erdem ile çalışmak istiyordum, tanışmıyorduk kendisiyle ama ben takip ediyordum. Daha önce başka bir projede bir araya şans eseri olarak gelememiştik. Daha sonra senaryoyu okumaya başladım ve çok sürükleyici bir senaryoydu. Elimden bırakamadım, çok iyi aktı. Zaten "beni cezbeden" demek aslında çok içgüdüsel bir şey, yani neden beni cezbettiğini de bilmiyorum, eğer cezbetmezse de neden beni cezbetmediğini de belki de genelde bilmiyorum. Çok içgüdüsel bir his o benim için. Ama bunda hepsi çok pozitif şekilde gitti. Eğer ben bir şeyi okurken heyecanlanıyorsam, o sahneyi beyin otomatikman bir yerden sonra hayal etmeye başlıyor, bu harika bir şey, eğer korkuyorsam daha da güzel bir şey bu. Ve bunların hepsi de oldu aslında okurken. Sonuçta Erdem olması ve senaryo zaten en önemli şeylerden. İkisi de çok pozitifti.
- Hep bir romantik yönün var senin. Bu filmin ruhundaki romantizm hatta mistizm seninle çok örtüşüyor. Nasıl koruyorsun o romantik tarafını?
Bir kere yaptığım meslek yüzünden çok şanslıyım. Belki de en kaba terimiyle hissederek para kazanıyorum, yani hissetmek benim işim. O yüzden o taraf her zaman ve her projede daha değişik bir şekilde, daha başka bir taraftan çalışıyor. Belki de bu bir şekilde onu ayakta tutuyor. Romantizm belki de yeterli bir kelime değil; hissetmekle ilgili, açık olmakla ilgili. Ama tabii herkes gibi benim de özel bir durumum yok aslında. Ben de kapalı olabiliyorum. Ben de zaman zaman kapatıyorum kendimi, ya da o romantizm dediğin şey olmuyor. Hissetmek çok güzel bir şey. Oyunculuk yapmanın dışında hissetmek herkesin işi. Gerçekten hissedebilmek, gerçekten kendine dürüst olabilmek belki de…
Hissedecek çok şey var ve birbirini o anlamda da dengeleyen çok şey var. Bir şeye üzülürken seni sevindirecek başka bir şeyle de karşılaşabiliyorsun ya da en umutsuz dönemde aslında içine ferahlık verecek bir an olabiliyor.
O yüzden hissetmek işim, evet belki sorduğun sorunun cevabı tam olamasa da... Tabii karakter de önemli. Herkesin karakteri de var ama oyuncular olarak bizim işimiz birazcık hissetmek ve empati olduğu için tabii bunun da yardımcı olduğunu düşünüyorum bir şekilde.
- Film romantik öğeler taşısa da senin canlandırdığın karakter, eşinin duygusal ve fiziksel ihtiyaçlarını çok da görmeyen bir erkek. Böyle birini canlandırırken nasıl bir empati kurdun karakterle? Kızdığın oldu mu hiç adama?
Filmdeki karakter dediğin gibi, biraz bu söylediğin romantizmden yoksun bir karakter. Kızdığım hiç olmadı çünkü hak verdim. Sonuçta herkes bir karakterdir, bu kötülük yapmak için yapılan bir şey olmayabilir. O, öyle bir karakterdir, belki birtakım olan olayların sonucunda birtakım değişiklikler de geçirmiştir. Ama sonuçta eşine bağlı, işi başından aşkın olan bir adam aslında. Eşiyle olan ilişkisindeki romantizm tabii tamamen başka bir konu. Ama aslında başına gelen şeyleri asla hak etmeyen biri kendisi o yüzden kızdığım hiçbir şeyin olmadığı bir karakterdi. Aksine içine girdikçe onu daha iyi anlıyorsun. Hatta filmin daha neredeyse başından itibaren başlayan bir iz sürme durumu da var ve o zaten bir şekilde o karaktere hak vermemizi ya da o karakteri haklı bulmamızı da sağlıyor aslında.
- Senin karşındaki insanın ihtiyaçlarını göremediğin zamanlar oluyor mu? Türkiye'deki kadınlar için "süper erkek" olarak görüldüğün için soruyorum bunu. Senin de "sıradan erkek" olduğun zamanlar var mı?
Tabii ki benim de sıradan bir erkek, (o ne demekse) olduğum zamanlar var. Tabii ki benim de "up"larım var, "down"larım var. Olmasa zaten bir garip olabilir, tabii ki var. Ama yeteri kadar var belki de. Özellikle iş hayatında böyle bir şey olmasının çok da büyük bir anlamı yok. Bizim işimiz, işe çok konsantre olmayı gerektiriyor. Evimizden uzaklara gidiyoruz ve genelde orada tek bir şey üzerine kafa patlatıyoruz. Dolayısıyla bu kendi özel hayatından da bir şekilde uzaklaşmanı sağlıyor. Belki o söylediğin "kara dönemler" ya da "sıradan erkek dönemleri" özel hayatta daha çok olabiliyor. Özel ya da gündelik hayat rutininde daha çok olabiliyor. Çalışırken başka bir kafa var, bir misyon var orada. Çok fazla görünmüyor olabilir. Ama tabii ki var çünkü ben de normal bir insanım. :)
"YALNIZLIK İNSANA HER ZAMAN ÇOK ŞEY ÖĞRETİR"
- Bir ilişkinin içinde sadakat nedir sence?
Bir ilişkinin içindeki sadakat bir kere saygıdır. Saygı başlığı altındaki başlıklardan birisidir eğer bana sorarsan. Saygı da en önemli şey bir ilişkide ve aslında hayatta da. Tabii bu çok geniş bir başlık, bunun altında sadakat de var, yalan söylemek de var ama saygı olarak özetleyebiliriz. O yüzden sadakatsizlik de bir şekilde saygısızlık oluyor. O da olabilecek en kötü şey aslında bir ilişkide. Taraflardan birinin ya da ikisinin birden birbirlerine olan saygılarını kaybetmesi, olabilecek en dip nokta aslında.
- İlişki içinde yalnız olan bir kadın ve adam var filmde… İnsanlar neden fiziksel yalnızlıktansa iki kişilik yalnızlıkları tercih ediyor?
Bence insanlar çift kişilik yalnızlıkları tercih etmiyorlar. Yani yalnızlık evet bir tercih olabilir, yalnız olmak ve sadece kendi hayatından mesul olmak bir tercih olabilir tabii ki ama insanlar özellikle yalnız olmak için beraber yaşamaya başlayıp ya da evlenip sonra o sırada yalnız olmak istemiyorlar. O bir süreç tabii ki. Bence beraber olarak yalnız olmayı kimse istemez. Evet, bir ilişkinin sağlığı açısından herkesin kendi yalnızlıkları önemli ama bizim bahsettiğimiz bu değil. Yalnızlık burada ilişkideki yalnızlık, aslında kimsenin böyle bir şey seçeceğini ben düşünmüyorum. Bir şekilde süreçler oraya getiriyor insanları ve belki de o zaman bu ilişkiyi bitirecek cesaretleri olmuyor iki tarafın da.
Ama yalnızlık kesinlikle negatif bir şey değil aslında. Yalnızlık insana her zaman çok şey öğretir. Özellikle gelişme çağında, mesela üniversitede başka bir ülkeye gidip orada yalnız olmak gibi. Bunlar insana kendisiyle ilgili çok fazla şey öğreten durumlar. İnsanın yolculuğu bir şekilde kendisini tanıdıktan sonra başlıyor aslında. Bu yalnızlık da kendini tanımak için gerekli bir durum. Ama dediğim gibi ilişkilerdeki beraberlik içindeki yalnızlıklar iki insanın da acı çektiği durumlar. Bir insan yalnız kalmak için ilişkiye başlamaz; beraber olmak için, iyisiyle kötüsüyle paylaşmak için başlar. Bazı ilişkilerin bu yalnızlık sürecine girmesi, bu ilişkilerin cesaretsizlikten ötürü ya da başka sebeplerden ötürü bitemeyişi esas problem. Problemli bir şeyi sürdürmeye çalışmak daha büyük problemler yaratabiliyor.
- Kravatın sana ne kadar yakıştığını bir kez daha görmüş olduk! İtalya'da o tiyatroya girip "yerleri süpürerek" her şeye başlamış olmasaydın bugün beyaz yakalı bir Mehmet Günsür olabilir miydi? Hiç düşünüyor musun paralel hayatlardaki Mehmetlerin neler yaptığını?
Şu anda bu halimle eğer cevap vereceksem, beyaz yakalı bir Mehmet Günsür olma olasılığı çok düşük. Ama düşük de olsa olasılık her zaman vardır. Paralel evrenlerdeki Mehmet Günsür'ü düşünüyorum tabii ki, ama dediğim gibi hepsini genelde beyaz yakalı olarak düşünmüyorum. Daha farklı şekillerde daha kreatif şeylerde görüyorum. Ama sonsuz paralel evren var ve sonsuz bizlerden var, sonsuz seçimler var. O yüzden her şey olabilir.
Aslında Roma'da tiyatronun yerlerini süpürmeseydim de hâlâ Türkiye'de kalıp bu işi yapmaya devam ediyor olabilirdim. Çok da büyük bir farkı olmayabilirdi. Tabii ki İtalya macerası beni oluşturan çok önemli bir macera ve hâlâ da öyle olmaya devam ediyor ama evet, yerleri süpürmeseydim de yine bu işi Türkiye'de yapıyor olabilirdim.
- Filmde "fictophilia"dan bahsediyorsun. Senin bu derece, hastalıklı denebilecek kadar olmasa da çok hayran olduğun film karakterleri var mı?
Evet, var. Çok var tabii ki. İlk aklıma gelenleri söyleyeyim. Mesela film olarak düşünürsek ilk Blade Runner'daki Harrison Ford'un karakteri, Rick Deckard. Bu mesela çok sevdiğim bir karakter. Ursula Le Guin'in Yerdeniz Büyücüsü sagasındaki Ged karakteri mesela. Galiba genelde böyle arayış içinde olan ve bunun için de bir sürü maceralar yaşayan karakterler beni çok cezbediyor.
- Bir yayınevi sahibini canlandırıyorsun, çok da yakışmış. Sen neler okuyorsun şu ara? Kitaplarla aran hâlâ iyi mi?
Kitaplarla aram dönem dönem iyi oluyor, dönem dönem uzaklaşıyorum. Yani çok da fazla senaryo okuduğum için aslında o hikâye açlığını bir şekilde de olsa tatmin ediyor. Mesela okuyacağın beş tane senaryo olduğu zaman arka arkaya, o birazcık o kitap okuma hissini alıyor elinden. Ama evet biraz fazla uzak kaldığımı düşünüyorum ve yeniden başlamak istiyorum ve başlayacağım da. :)
- Son okuduğun kitaplar hangileri?
En son Foo Fighters'ın solisti Dave Grohl'un biyografisini ve Matthew McConaughey'in biyografisini okudum. Şimdi birtakım kitaplar var. İnşallah pek yakında tekrar istikrarlı bir şekilde okumaya başlayacağım.
- Çocukların artık "genç" oldular hatta seninle aynı yapımlarda yer alıyorlar. Onların mutlaka okumasını istediğin kitaplar var mı? Ya da muhakkak izlemelerini istediğin filmler?
Tabii ki çocuklarımın mutlaka okumasını istediğim kitaplar ve mutlaka izlemelerini istediğim filmler var. Aslında macera duygusunu besleyen kitaplar benim de çok ilgimi çekmişti ve bana çok şey katmışlardı diye düşünüyorum. Belki bunlar olabilir. Daha ilkokuldan itibaren Jules Verne'lerden Tolkien'lere ya da Le Guin'lere gelmek.. Tom Sawyer'dan Murakami kahramanlarına doğru gelinebilecek uzun bir yol aslında okumak durumu. Tabii ki çok film de var. O filmlerin seyredilmesi gereken yaşlar da var, kitapların okunması gereken yaşlar da var. Şimdi burada liste yapmak çok zor olur ama çok var. Dinlemelerini istediğim albümler var. Okumalarını istediğim kitaplar var. Her türlü kreatif alanda onların görmelerini ve deneyimlemelerini istediğim çok fazla şey var. Bu modern sanat eserleri yapan modern bir sanatçı da olabilir, bir yazar da olabilir, bir müzisyen de olabilir, yönetmen, prodüktör de olabilir ya da sadece başka bir hikâye olabilir. Çok, çok, çok var.
"ÇOCUKLARIMLA BERABER OYUNCULUK YAPMAK ÇOK KEYİFLİ"
- Aşk hakkında ne bilmelerini istiyorsun çocuklarının? Nasıl bir öğreti bırakıyorsun onlara?
Çocuklarıma en çok bırakmak istediğim öğreti aslında demin de bahsettiğim saygı meselesi. Saygı ve empati ve sorumluluk sahibi olmak. Yani aslında bu üçü bana sorarsan bütün başlıkları kapsıyor. Saygı, her şeye; insanlara, hayvanlara, eşyalara, emeğe, aklına gelebilecek her şeye karşı saygı. Empati, bir şekilde kendi beyninin dışına çıkabilmek, kendinin dışına çıkabilip başka birisinin gözünden görmek anlamında çok önemli. Anlaşmak anlamında çok önemli, karşındakini anlayabilmek için çok önemli empati duygusu. Ve sorumluluk. Bu da belki en önemli konulardan bir tanesi. Hem kendine karşı olan sorumluluk hem de başkalarına karşı olan sorumluluk. Kendine karşı olan sorumluluklar, tabii bunlar da çok geniş başlıklar, bunun içinde mesela kendini yeterince sevmek de var. Çünkü kendimizi sevmek zorundayız. Bize zor bir sürü işi yaptıran şey aslında kendimizi sevmemiz. Bu kötü bir şey değil. Her sabah soğuk duş almak ya da uyandığın zaman jimnastiğini yapmak. Yatağa yatmışsındır tam uyumak üzeresindir ama dişini fırçalamadığın aklına gelir ve kalkarsın fırçalarsın. O bir angaryadır ve zordur onu yapmak ama yaparsın çünkü kendini seviyorsundur. Bu o anlamda önemli bir şey. Çocuklarıma bırakmak istediğim öğretiler bunlar aslında.
Bir de tabii aslında doğayla olan ilişki. Yani onun ne kadar önemli olduğu, çünkü bizim çocukların jenerasyonu, dijital bir jenerasyon. Eski telefonların ne olduğunu bilmeyen bir jenerasyon. O yüzden tabii onlara hem eski şeyleri öğretebilmek hem de bu yeni çağa, bizim bakış açımıza uydurabilmek aslında bizim de sorumluluğumuz ve onlara o anlamda bir eğitim vermek. Ama dediğim gibi sorumluluk sahibi olmak, saygı ve empati benim için gerçekten çok önemli. İnşallah bunları güzel öğretiler şeklinde çocuklarıma bırakabilirim.
- Çocuklarınla kendini aynı yapımda görmek nasıl bir his?
Harika bir his! Bir kere en önemli his aslında, onun hiçbir zaman kaybolmayacağı ve tarihe bir şekilde geçtiği hissi. Yani ileride bir şekilde istedikleri anda onu seyredebilecekler, yaptığımız şey tarihe kalacak. Bu beni çok heyecanlandırıyor ve mutlu ediyor. Canlı bir fotoğraf albümü gibi aslında. Bir de tabii beraber oyunculuk yapmak çok keyifli çünkü bir kere en başında benim yaptığım işi anlamaları adına beni çok mutlu eden bir şey. Çünkü o zaman anlattığım her şeyi, sette olan herhangi bir şeyi anlattığım zaman anlayacaklar. Çok güzel fotoğraf olarak görmelerini sağlayacak bir şey bu.
O yüzden de tabii o yaratıcılık sürecinde, aynı sahne içinde beraber oynarken minik emprovizasyonlar yapmak ve onların buna tepkilerini görmek, onların kendi emprovizasyonlarını görmek çok çok çok keyifli. Beraber yaratmak zaten kutsal bir şey bir de bu kendi çocuğunla olduğu zaman çok daha da kutsal oluyor.
- Evliliğiniz 20 yıla yaklaşıyor, her şeyin çok kısa süreli yaşandığı bir dünyada ilişki yaşamanın sırrı ne sence?
Evet, evliliğimiz 20 yıla yaklaşıyor, 18 yıl oldu. Şu anda dünyada her şey çok kısa yaşanıyor, çok hızlı yaşanıyor daha doğrusu. Genelde her şey hap şeklinde yaşadığımız; ilişkiler de öyle, seyrettiğimiz videolar da öyle. Biraz sabırsızız belki o yüzden. Uzun bir ilişki yaşamanın sırrını bilmiyorum ama tabii ki daha önce bahsettiğimiz saygı konusu çok önemli, yani o saygıyı kaybetmeden ve dürüst olduğun sürece o ilişki devam edecekse ediyor zaten, etmeyecekse de etmiyor. Ama zaten yürümeyecek bir şeyi zorla götürmüyorsun bu söylediğim şeylere sahip olunca. Dürüstlük ve saygı aslında. Ve tabii ilişki de sonuçta değişen bir şey. Özellikle evlilikte, mesela çocuklar olunca o çocuklar ortak misyon oluyor hayat arkadaşınla. Yani çok değişen enerjiler var ve onlar da tabii yardım ediyorlar bir şekilde ya da inceldiği yerden kopartıyorlar diyelim. Ama her şey yolundaysa, insanlar birbiriyle mutluysa, iyi anlaşıyorsa devam etmesinde bir sakınca yok. Yeter ki dediğim gibi dürüst olunsun ve saygılı olunsun.
"DÜNYANIN NERESİNDE YAŞARSAM YAŞAYAYIM, İSTANBUL'A GÖBEK BAĞIYLA BAĞLI GİBİYİM"
- Filmde Balat sokaklarında geziyorsun. Aslında İstanbul'un güzel sokaklarını anlatan filmler listesi yapılsa, çoğunda seni görmek mümkün! Oynadığın filmler sayesinde İstanbul'la ilgili neler öğrendin? Bilmediğin nerelerde bulundun?
Hiç düşünmemiştim bunu, bir düşüneyim… Tabii ki mesleğimiz bize görmediğimiz bir sürü yeri gösterdiği gibi olmadığımız bir sürü insanı da oldurtuyor. Dolayısıyla, çok yer gördüm. En fazla tanıdığım şehir, doğduğum ve büyüdüğüm şehir olduğu için İstanbul. Ama Türkiye'nin birtakım bambaşka yerlerini gerçekten işim ve mesleğim sayesinde öğrendim. Bu tabii ki her yer için geçerli, dünyanın da bir sürü başka yerini mesleğim sayesinde öğrendim. O yüzden çok şanslıyım, gezmeyi de seviyorum çünkü. Yeni şeyler görmeyi seviyorum. O yüzden bu meslek de buna yardım ediyor, bu da çok güzel bir şey. Filmler sayesinde İstanbul'da nerelerde bulunduğum konusu çok uzun zamandır bu mesleği yaptığım için birazcık karıştı. Kendi özel hayatımda mı gördüm yoksa orada film çekiminde bulunurken mi gördüm bazı yerleri mesela bu anlamda karıştırabiliyorum. İstanbul'un bilmediğim çok fazla yeri, şekli var tabii ki. Mesela Balat'ı ilk Hamam filminde gördüm ve tanıdım ve gerçekten çok hoşuma gitti. Orada çok uzun süren bir film çektik 1996 yılında. Sonra giderek değişti Balat. Birtakım eski şeylerini korusa da tabii ki hayat da değişti, dünya da değişti, Balat da değişti. Ama Hamam'da ben gençtim, 1996'da 21 yaşındaydım. 21 yaşında zaten o anlamda çok konsantre bir Balat yaşamıştım. Ondan sonra zaten hayatımda hep Balat'a gittiğim durumlar oldu, orada başka şeyler de çektim. Yani Balat'ın dönüşümüne o anlamda şahit oldum. Türkiye'de de bir sürü yere iş icabı gittim aslında. Kanaga ve Atiye için Göbeklitepe'ye gittik. Fransızlarla bir film yapmak için Kamboçya'ya gittim mesela sonra ertesi sene çocuklarımı götürdüm oraya. Eğer oraya gitmeseydim ve orayı tanımasaydım ertesi sene çocukları Kamboçya'ya götürmezdim çok büyük ihtimalle, başka yere götürürdüm. Ama evet, İstanbul'da çok sihirli anlar oldu tabii ki. Yalıların bahçeleri, köprü altları, han çatıları, helikopterle gezmeler gibi aklına gelebilecek her şey oldu, bir sürü yer öğrendim. Ama dediğim gibi uzun zamandır bu işi yaptığım için bazen mesleğim icabı mı öğrendim yoksa kendi hayatım yüzünden mi öğrendim birtakım yerleri, karıştırıyorum.
- İtalya'da yaşasan bile İstanbul hep seninle gibi… Senin İstanbul'unu tanımlamanı istesem?
Evet, ben de öyle olduğunu düşünüyorum. Hatta benim hissiyatım şu: İtalya'da ya da dünyanın neresinde yaşarsam yaşayayım İstanbul'a sanki bir göbek bağıyla her zaman bağlıyım. Ben nereye gidersem gideyim İstanbul benimle geliyor gibi, benim de hissiyatım bu. Benim İstanbul'umu tanımlamak istersem eğer; benim İstanbul'um her an, her köşeden sihirli bir anın yaşanabileceği, her köşeden bir sürprizin çıkabileceği, aslında çok dinamik, çok hareketli fakat bir yandan da yumuşacık bir şehir… Tam kalbinde koca bir su var ve bu sürekli bulutları yansıtıyor... Bu bence hayatı yumuşatan bir şey. Her taraf neyse ki sivri, insan yapımı şeyler değil. Evet, çok daha fazla doğal alan olabilirdi İstanbul'da. Maalesef her taraf çok fazla çimento ama benim bahsettiğim Boğaz... Yani İstanbul'un ortasındaki o kocaman ve sürekli yer değiştiren, hareket eden o su... Bence bu şehri çok yumuşatan bir şey Boğaz ve dediğim gibi her köşede belki görüntü, belki bir koku, belki bir renk her zaman seni şaşırtıp sanki o ana davet ediyor.
Benim İstanbul'um güzel bir İstanbul, benim İstanbul'umdaki insanlar daha aslında mutlu, daha masum. Ama bu sanki biraz geçmişi düşünmekle ilgili çünkü aslında biz, bütün dünya olarak konuşuyorum, daha masumduk sanki. Bilmiyorum, sanki o masumiyet bizi koruyordu bir sürü şeyden. Benim İstanbul'umdaki insanlar da aslında böyle. Şu anda tabii çok acayip bir dönem maalesef ve İstanbul'u bu kadar üzgün görmek, İstanbul'u derken tabii ki Türkiye ama şu anda İstanbul'u konuşuyoruz, ve bu enerjiyi hissetmek insana ağır geliyor, eski dönemleri yaşadığımız için. Ama benim İstanbul'um her zaman öyle kalacak, hepimizin İstanbul'u aslında. Her an bir koku, her köşeyi dönünce inanılmaz bir sinema karesi, inanılmaz renkler, inanılmaz insanlıklar gördüğüm ve ortadaki İstanbul Boğazı'nın her şeyi yumuşattığı ve daha romantize ettiği bir İstanbul aslında.
- "İstanbul'u üzgün görmek" ne güzel bir tanım… Geldiğinde mutlaka uğradığın yerler var mı?
İstanbul o kadar hızlı değişen bir şehir ki, her geldiğimde yeni şeyler görüyorum. Galiba bu hızlı değişime ve bir gün gördüğümüz bir şeyin ertesi gün orada olamayabileceğine alışıyor insan. O yüzden İstanbul'un bu hızlı değişimi bir yerden sonra sana dokunmuyor belki de. Ama tabii çocukluğunun geçtiği, hatırladığın, o hoş hislerin yaşandığı yerlerin kötü bir şekilde değişmesi tabii ki insana koyuyor.
Mesela iki sene İstanbul'a gelmedikten sonra -ki en uzun ayrı kaldığım süreydi- en çok özlediğim şeyin İstanbul Boğazı olduğunu fark ettim. Hatta havaalanından taksiyi boğaza çektirmiştim ve bir çay içmiştik taksiciyle. Hiç bu kadar boğazı özleyeceğimi düşünmemiştim o bir anda gelen bir his oldu bana ve Boğaz'ın hayatımdaki önemini anladım. Çocukken Boğaz'da denize girerdim, Hisarüstü'nde büyüdüm dolayısıyla aşağıya indiğinde Boğaz'daydın direkt. Boğaz'ı özlemek benim için bir keşif oldu. Ama İstanbul'a geldiğimde gittiğim bir sürü yer var tabii ki. Yemek çok önemli hayatımda. Boğa burcu olduğum için belki de. Yemek üzerine çok fazla yere zaten gitmek durumunda kalıyorsun. Balık ekmek, lahmacun, iskender, midye dolması, ev yemekleri gibi... Bunlar zaten bir sürü yere gitmeni sağlıyor. Ama tabii şu son dönemlerde özellikle geldiğim zaman ailemle olmayı tercih ediyorum ve onlarla gidiyoruz şuraya buraya.
- Sırada neler var, nerelerde izleyeceğiz seni yakın zamanda?
Sırada güzel bir sinema projesi var, hatta küçük ortağı olduğum bir sinema projesi. Nisan'da çekilmeye başlanacak. Ondan sonra da konuştuğum bir proje daha var, o da enteresan bir proje, dijital platforma olacak bir proje. Beni heyecanlandırıyor.
Netflix’in en popüler dizilerinden olan Squid Game, 26 Aralık’ta ikinci sezonu ile karşımızda olacak. Dizinin iki başrol oyuncusu Lee Jung-jae (Gi Hun yani Oyuncu 456) ve polis rolündeki Wi Ha-joon ile dizinin yeni sezon basın lansmanında online olarak bir araya geldik ve sorduk: Şimdi neler bekliyor bizi?
"Kadın bakışının girdiği şirketlerde kârlılık oranı artıyor. Ama genel olarak şirketlerin özellikle çevresel sorumlulukları, sosyal sorumlulukları, yasal haklarına saygı, işten çıkartmaların azalması, yeniden yapılanmaların azalması, risklerin daha iyi yönetilmesi açısından baktığımızda bütün sektörlerde kadınların aynı olumlu etkiyi yarattığını ortalamada görüyoruz"
Red Bull 60 Seconds Solo'da yaylı tambur tercih eden Bilge Kağan Etil, bunun nedenini "Kendime yaylı tanbur almıştım kısa süre önce. Enstrüman bir nevi seçilmiş oldu" ifadeleriyle anlattı
© Tüm hakları saklıdır.