10 Ekim 2021

Yolunun yarısına ikinci bir yarısı eklenirken Cahit Sıtkı

Kendi adına, “ölümden bir şey umarak” ölen Cahit Sıtkı’nın, ancak ve ancak “musalla taşında” sahip olabileceği “bir namazlık saltanat” için Ankara’da, 26 Ekim 1956 günü düzenlenecek cenaze merasimini beklemesi gerekmiştir.

Eski şiirimizin ‘mısra-ı berceste’ geleneği yeni dönemde yaşıyor olsaydı Cahit Sıtkı Tarancı, tartışmasız “Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder/ Dante gibi ortasındayız ömrün” dizleriyle eklenirdi geçmişin şiir geleneğine. Adı, ‘seçkin bir dize’ ile geleneğe eklenmemiş olsa da Cahit Sıtkı, “mutlaka yedi kıta ve her kıtanın da beşer mısra olmasını, böylece, yazıldığı yaşa ve adına uygun düşmesini gerekli” görerek yazdığı “Otuz Beş Yaş” şairi olarak yazılmıştır edebiyatın şiir kayıtlarına. Şairine “ödül” de kazandıran şiir, ilk kez dönemin bilindik yayını “Ülkü” (16.12.1945) dergisinde yayımlamış, sonrasında “Yaratış” (01.03.1946)ta yeniden çıkmıştır. 2 Ekim 1910’da başlayan yaşam serüveninin otuz beşinci yılındaki şiiriyle artık sözü edilen şair olmuş Cahit Sıtkı, “Orhan gibi vaktinde gitmek varken/ Değer mi oyalanmana” deyip 12 Ekim 1956’da, Baki Süha Ediboğlu’nun betimlemesiyle “acılar, sıkıntılar, aşkta başarısızlıklar, meyhane köşelerinde, bekâr odalarında geçen üzüntülü gün ve gecelerle dolu” (Bizim Kuşak ve Ötekiler, 1968) yaşamına veda eder Viyana’da. Kendi adına, “ölümden bir şey umarak” ölen Cahit Sıtkı’nın, ancak ve ancak “musalla taşında” sahip olabileceği “bir namazlık saltanat” için Ankara’da, 26 Ekim 1956 günü düzenlenecek cenaze merasimini beklemesi gerekmiştir. 


Hakkında onca yazı yazılmış Cahit Sıtkı için ‘Diyarbakır’ı Tanıtma ve Turizm Derneği Başkanı’ unvanıyla Şevket Beysanoğlu’nun Cahit Sıtkı Tarancı (1969) kitabı, ayrıntılı olanlardan biridir. Bazı bilgileri benim de edindiğim adı geçen kitap, ‘otuz beş yaş şairi’nin edebiyat tarihindeki yerinin belirlenmesinde yararlanılacak bir çalışmadır. Ahmet Hamdi Tanpınar, kendisinden dokuz yaş küçük, “çelimsiz fakat sevimli delikanlı” için yazdığı “Cahit Sıtkı’ya Dâir Hatıralar” (Varlık, 1 Mayıs 1958; Edebiyat Üzerine Makaleler, 1977) yazısıyla, “hiçbir günahın kirletemeyeceği yaratılışta insanlardan” saydığı Cahit Sıtkı’nın edebiyatımızdaki yerini göstermiştir dense yeridir. Haklarında her kim ne yazarsa yazsın sanatçıyı kendi yazdıklarında/yaptıklarında görmeli elbette. “Bizim memlekette şiirin evde, sokakta, kahvede, rakı masasında konuşulan şeylerden yani bir kelime ile sözden üstün ve nesirden bambaşka bir nesne olduğu ancak bugün anlaşılabildi.” (Kurun, 4 Nisan 1936; Gençlerle Baş Başa -Edebiyatımızda Eski Yeni Tartışması-, 2016) diyen Cahit Sıtkı için de bu böyledir.

Her ne yandan bakılırsa bakılsın karşımıza ilk çıkanın, “kitaplarını, kelimeleri büyük bir dikkatle seçilmiş ithaflarla dostlarına ve edebiyat âlemine gönderen” şair Cahit Sıtkı olduğunu bilmeyenimiz yok. Şair Cahit Sıtkı, çoğu Ziya Osman Saba’ya yazdığı türünü temsil eden mektuplarıyla da bilinir edebiyatımızda. Pek beğenmemiş olsa da öyküler yazmış Cahit Sıtkı’nın, şiir/edebiyat yazıları göz ardı edilmemeli bence. Biyografisine, çevirmenliği de eklenmeli, Galatasaray’ın son sınıfındayken edebiyat ortamında adını duyuran şairin. 

Servet-i Fünun dergisinde Halit Fahri Ozansoy’un seçip yayımladığı bir şiirini görünce “İmzamı gördüğüm gün yirmi dört senelik hayatımda bir eşini bir daha bilemeyeceğim bir sevinç içinde idim.” (Kansu Şarman, Türk Promethe’ler, 2005) diyen Cahit Sıtkı’da, “şiire karşı hakiki ve köklü denebilecek ilk alâka Galatasaray onuncu sınıfta sıra arkadaşı” olan Ziya Osman’ın “delaletiyle” tanıyabildiği Fransız şair Baudelaire ile başlamıştır. Ziya Osman, lisedeki edebiyat öğretmenleri Fazıl Ahmet Aykaç’ın, okula yeni başlamış öğrencilerinin edebiyat ilgisini görmek için sevdikleri bir şiiri okumalarını istediğinde “az kesik bir ses, arkamdan doğru, Lamartine’in ‘L’Isolement’ adlı meşhur şiirini heyecanla okumaya başlamıştı” dediği kişi, ilkokuldayken yüksek sesle şiir okumayı seven Cahit Sıtkı’dır. Tanpınar’ın, “düşmüş bir melek gibi yerini yadırgayarak yaşadı ve bizim görmediğimiz kanatlarından tutuşarak öldü” dediği Cahit Sıtkı’yı, henüz yirmisindeyken lisesinin “Akademi” adlı dergisinde yayımlanan “Gidiyorum” şiirini okuduğumda yakından görmüş gibi oldum açıkçası. Aynı günlerde, hayatın “bir cellat gibi” kılıcını salladığını gören genç şairin, “Anne sana kim dedi yavrunu doğurmayı?” (Anne Ne Yaptın) sorusunu da onun, yerini yadırgamış olmasına ekliyorum. 

Cumhuriyet rejiminin kuruluşuna on üç yaşındaki bir çocuk olarak tanık olmuş şairde, rejimin kurucusu için yazdığı birkaç şiir dışında rejime dair pek bir şey yoktur. Yaşar Nabi Nayır’ın, “Edebiyatımızın gelişmesi için neleri gerekli görüyorsunuz?” sorusuna verdiği karşılık, Cahit Sıtkı’nın döneminde önemli bir seçim yaptığını gösteriyor. “Sanatkâr gönül rahatlığı ile çalışabilmek için, bu faaliyetine herhangi bir şekilde müdahale edilmemesini ister; bu da onun en tabiî hakkıdır. Bir sanatkârın herhangi bir şekilde himaye edilmesine taraftar değilim. Sanatkâr hayat karşısında yalnız kala kala, mağlup ola ola kendini olgunlaştırır. Ekmeğini kazanmak için başka bir iş tutması mı lazım? Tutsun. Yazacak şeyi varsa herkesin uyuduğu saatlerde yazar. Sanatkâr bu haysiyetini idrak etmeli ve asla uşak, dalkavuk derkesine düşmemelidir.” (Varlık, 1.3.1951; Edebiyatçılarımız Konuşuyor, 1976)

“Elimden kaçıp gitti çeşit çeşit güzeller/ İçlerinden hiç biri bana kısmet olmadı/ Yenmemiş bir meyvanın nasıl bilinir tadı/ Bir ses bana her akşam: ‘Çok beceriksizsin!’ der” dizeleriyle hayata ‘yenik’ başladığını itiraf etmiş Cahit Sıtkı şiirlerinde her nereye bakılsa ‘ölüm korkusu’ ve ‘yaşama tutkusu’ onun başat konularıdır. En azından şu dizeler gösterir bunu: “Ve gönül Tanrısına der ki/ -Pervam yok verdiğin elemden/ Her mihnet kabulüm, yeter ki/ Gün eksilmesin penceremden” (Gün Eksilmesin Penceremden) ve bir de “Kapımı çalıp durma ölüm/Açmam/ Ben ölecek adam değilim” (Ben Ölecek Adam Değilim). “Şiirle hayat arasındaki bu sıkı münasebete inandığım içindir ki şiiri hiçbir zaman bir fikrin ispatı, bir davanın müdafaası, bir felsefe sisteminin takdimi olarak telakki etmedim.” diyen şairin sözlerine, “Aşk söyletir en yanık türküleri/Ay buluta girdiği gecelerde” dizeleriyle ‘ümitsiz aşk’ eklenmezse kuşkusuz eksik kalır kendisini çirkin bulan şairin dünyası. Onun şiirlerinin yalnızca başlıklarına bakmak, sözlerimi doğrular niteliktedir ya 4.2.1942 tarihli mektubundan kısa bir alıntı ekleyeyim: “Ben de neler istemiyorum! Değil mi! Düşün ki ölmemek bile istiyorum. Ne yapayım, istemekten başka bir şey gelmiyor ki elimden; bir de sevmek.”

Ahmet Haşim ile “şiirde bugünün en mühim adamı” dediği Tanpınar’ı önemsediği anlaşılan Cahit Sıtkı’nın, “Bütün bahçeler kilitli/ Anahtar Tanrıda kaldı” dizeleriyle bilinen “Sanatkârın Ölümü” şiirinin, bende “Ne İçindeyim Zamanın” (Ahmet Hamdi Tanpınar) şiirini çağrıştırdığını söylemeliyim. Benzer biçimde, “Yeryüzünde bir iklim/ Bir yer var ki sevgilim /Düşündüğüm yer orası” dizeleriyle açılan “Düşündüğüm Yer” de bana kalırsa “O Belde” (Ahmet Haşim) esintisi taşır gibidir. Tanpınar, andığım yazısında “Cahit ile Orhan’ın şiirleri birbirinden çok ayrıdır.” dedikten sonra ekliyor: “Fakat aksiyonları ve istedikleri şey, birbirine az çok benzer.” Orhan Veli şiiriyle yakınlığı olanlar, akranı “Bayramdı/ Orhan Veli’yle beraberdik/ Aşiyan’a gidiyorduk/ Fikret’in elini öpmeye” diyen Cahit Sıtkı’nın pek çok şiirinde onunla aynı sesi bulabilirler: Bereket Versin, Mademki Güzelsin, Şaşırdım Kaldım, Ben Ölecek Adam Değilim, Bugün Hava Güzel, Değişik, vb.

Yaşadığı zamana tanıktır onun yazdıklarının çoğu ancak bazı öyküleri biyografisidir, denilecek kişilerden biridir Cahit Sıtkı. Şairin öyküleri, yayımlanışlarından uzun yıllar sonra Gün Eksilmesin Penceremden (2006) adıyla basılmışken başka öyküleri de Yağmurdan Sonra Güneş (2019) adıyla kitaplaşarak okura sunuldu. Çoklukla para kazanmak için gazetelere öyküler yazan şair, öykülerinde kullandığı takma adları da dostlarından ister. Şair dostuna, öyküleri için ‘İrfan Kudret’ adını bulan Baki Süha, Cumhuriyet’te yayımlanan (5 Kasım 1944) “Mavromatis Efendi” adlı öykünün, birlikte gittikleri meyhanenin kibar garsonu Magromatis Efendi için yazıldığını ve öykünün o günlerde hayli ilgi uyandırdığını da yazar. “Abbas” (Cumhuriyet, 30 Temmuz 1944), şairin yedek subaylık anılarından başka nedir ki. İlk kez 1942’de yayımlanan ‘Abbas’ şiirindeki bilindik sevgiliyi “Beşiktaş’tan” alıp getirmesi emir buyurulan Abbas, öyküdeki Abbas oğlu Abbas kişidir. Cahit Sıtkı, 1938 sonlarında Paris’tedir ve “Otel Hizmetçisi” öyküsündeki “1938 modeli Fernanda” adlı hizmetçi kız ona, “-Bonjur Taransı” der. “Yalan Söyleyen Mektup” ve “Bir Kış Gecesi” adlı öyküler de şairin ailesiyle çekişmeleri ve karşılıksız aşklarının hikâyesidir.

Mektuplar, sanatçıların yazdıkları değil de sanki konuşmaları gibidir, hem özeldirler hem de özgür. Cahit Sıtkı’nın dostlarına yazdığı mektupların her biri, “bütün insanları sevmek” isteyen şairin içtenliğiyle yazılmıştır. İlk kez 1957’de yayımlanan Ziya’ya Mektuplar, handiyse yazarının şairliğini gölgede bırakacak ölçüde ilgi görmüştür edebiyat ortamında. Galatasaray’da başlayan lise arkadaşlığının sonrasında kalıcı bir edebiyat dostluğuna dönüşmesinin ürünleridir kitabın içindeki elli yedi mektup. Çok az şair, “benim istediğim şey, içten geleni en tabiî, en külfetsiz lisanla kâğıda getirmektir” diyen Cahit Sıtkı ölçüsünde, şiirini/şairliğini mektuplarında anlatmıştır.  Şair dostuna yazdıklarından başka mektupları da unutulmamalı şairin.

Edebiyat sanatçılarının, bir alanda tanındıklarında başka yönlerinin göz ardı edilmesi gibi kaderleri oluyor zaman zaman. Öykücü Sait Faik’in, şiirleriyle romanlarının gölgede kalması gibi şair Cahit Sıtkı ile Orhan Veli’nin öykülerinin unutulması da böyledir. Andığım üç kişinin de sanatçı yönleri öne çıkmış buna karşılık deneme-eleştiri türündeki yazıları çok zaman okura ulaşamamıştır oysa onların, bugün bile göz ardı edilemeyecek görüşleri vardır gazete ve dergilerde kalmış düzyazılarında. Neyse ki yayımlanışlarından uzun yıllar sonra gazete ve dergi sayfalarından toparlanan bu yazılar kitaplaşarak edebiyat okuruna sunuluyor.

Cahit Sıtkı’nın, bir kısmı kendi kitaplarına ve başka seçkilere eklenmiş sanat-edebiyat yazılarıyla konuşmaları önce Yazılar (1995) adıyla hayli zaman sonra da Avuçlarıma Sığmıyor Yıldızlar (2016) adıyla kitaplaştı. Şiir konusunu, şair dostuna yazdığı mektuplarda sıklıkla dile getiren şairin düzyazılarının öncelikli konusu da şiirdir. Zaman zaman mektuplarında anlattıklarıyla dergilerde yazdıkları birbirine yakın görüşlerdir. Şair dostuna, “Elimde Türkçe gibi güzel bir silahım var, maneviyatım sağlam mı sağlam, hüsnüniyetimden şikâyetim yok, içimde homurdanan ifriti amana getirmemek mümkün mü?” diyen şairin kaygısı, güzel şiirden başkası değildir: “Şiir kelimelerle güzel şekiller kurmak sanatıdır, başka bir şey değildir. Ama kelime nedir? Annedir, dosttur, kadehtir, hasrettir, hayaldir, yani bir manası, tedaisi, bir gölgesi, hatta bir rengi ve adı olan bir nesnedir. Kelime, insanoğlundan haber verir. İnsanoğlunu işlemek her sanatkârın boynunun borcudur. İnsanoğlu dünyanın en zengin madenidir. Kelime dedik ama kelime boş bir kalıp değil ki! Şairin hisleri, fikirleri, hayalleri, şahsiyeti, her şeyi şiirde belli olur. Şu var ki, kelimeleri tanımak, sevmek, okşamasını bilmek lazım. Hangi kelime hangi kelime ile yan yana geldiğinde nasıl bir ışık peyda olur? Bunu bilmek lazım.” Bugünün edebiyat ortamındaki yakındığımız niteliksizlik sorunu, Cahit Sıtkı’nın yıllar önceki “Zamanımızın Hatası” (Gündüz, 15.11.1936) yazısındakiyle aynı sorun, edebiyat cephemizde yeni bir şey yoktur yani.

“Alıştığımız bir şeydi yaşamak” diyen şair, “ölümden bir şey umarak” 12 Ekim 1956’da bırakıp gitmiş bu dünyayı. Edebiyat dergisi çıkaracak dostlarının tartışmalarındaki kabalığa dayanamayınca gözleri yaşaran şairin, bırakıp gittiği dünyada şiir, “terzilikte olduğu gibi makas meselesi” değil artık, şiirde “makasdar olmak” zor zanaat bugünküler için. Onun, “Sanat eserinin, Olympe’in tepesinden Arnavut kaldırıma yuvarlanışına, itiraf etmeli ki, halktan ziyade kötü sanatkâr, onu sucu beygiri, amele kamyonu, top arabası hizasına indirerek gündelik menfaati, gündelik mevkii, gündelik şöhreti yolunda istismar eden, Homer’lerin, Dante’lerin, Goethe’lerin, hatırası karşısında yüzümüzü kızartan sanatkâr bozuntusu, piç sanatkâr sebebiyet vermiştir; yakasına yapışmamız gereken suçlu odur.” yakınması, 1936’da “zamanımızın hatası” idi, şimdilerin edebiyat ortamında ise ‘günümüzün modası’ oldu.

Söylemek bile fazla. Hangimiz, gençliğini “yeni baştan yaşamak” istemiyor ki… Senin, “Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun/ Olursa bir şikâyet ölümden olsun” dizeleriyle istediğin o memleketi, bilesin ki senden sonra biz de çok özlüyoruz kederli şair.

Yazarın Diğer Yazıları

Kültürün iktidarı: Doğu/İslâm coğrafyasında "iktidar" ya da "muktedir" olmak

Kültürün İktidarı & Siyasal Teoloji ve Kültürel Egemenlik kitabını Doğu/İslâm dünyasına kültür tarihi gezisi saymıştım. Öylesine geniş tarihî coğrafyada onca devletin, kişinin ve kitabın adı geçen bir gezi…

Elvan Kaya Aksarı ile "Saatçi İbrahim Efendi Tarihi" romanı hakkında: Saatlere değil, zamana memur edilmiş bir çelebi...

"Türkiye'nin aradığı kişi Saatçi İbrahim Efendi demek, bir mehdilik iddiası gibi algılanabilir. Türkiye bir kişiden ziyade bir ruhu arıyor. İbrahim Efendilere de tercih ve yaşama hakkının tanındığı bir hürriyet ortamı. Zekeriya sofrası yahut çilingir sofrası olsun adı. Kendin pişirip kendin yediğin sürece bunun kıymeti yok. Sofraya insanı meze yapan değil, insanı kazandıran bir toplum…"

Ahmet Hamdi Tanpınar'ı altmış iki yıl sonra hatırlamak…

"Tanpınar'ın romancılığını, onun zengin dünyasından seçeceğim birkaç sözcük ile anlatacak olsaydım -bu olmaz ya- Tanpınar için kültürün, hüznün, zamanın ve insanın romancısı derdim herhalde"