08 Ocak 2023

Latife Tekin ile 35 yıl önceki görüşme: 12 Eylül sonrası 'ezik' ve 'yenilmiş' kesimde 'roman' yazarak küllerinden doğmak

İskender Savaşır, konuşmanın sonunda, Latife Tekin'in anlatmak isteyip de anlatamadıklarını göstermek istercesine Aşk İşaretleri romanı için yazdığı girişten eline tutuşturduğu bir bölümü aktarmış. Bir cümle alıyorum, 1995'te roman olarak yayımlanacak notların içinden: "Soluk alıp verdiğimizi, geçmişte var olduğumuzu kendimize kanıtlama ihtiyacı içindeyiz." Var sayınız ki bu cümle 2022'nin son gününde söylemiş olsun, ne fark eder ki yürüyüp ilerlemek yerine yerinde sayıp gürültü çıkarıyorsa yaşamlarımız

Yaşı, yaşımdan bir elin parmakları sayısını geçmeyen yıl fazlası olan Latife Tekin ile 2022 yılının son aylarında yüz yüze görüşebildim. Salon konuşmasından önceki kısa görüşmemizde kendisine, yayımlandığında hayli ses getirmiş Gece Dersleri romanıyla ilgili sanal ortamda yayımlanmış yazımdan söz ettim ve orada yazıyı paylaştım romancıyla. Yazımı okuduğunda hüzünlü bir tebessüm sezdim romancının yüzünde, bir anlığına geçmiş yıllara gitmiş de gelmiş gibiydi o anda. Salon konuşmasında andığım romanın atmosferine dönmeyen Latife Tekin, çoklukla 'yazarlık' deneyimlerinden söz etti konum/u gereği.

İlginçtir, 2022 yılının son gününde Latife Tekin ile otuz beş yıl önce yapılan bir görüşmeyi okudum. Edebiyatımızın önemli kazanımı ve yokluğuyla da kaybı bilmemiz gereken 'Defter' dergisinin ilk sayısında (Ekim-Kasım 1987) yayımlanan, İskender Savaşır'ın kışkırtıcı sorularıyla yapılmış "Yazı ve Yoksulluk" başlıklı görüşme, başka herhangi bir yerde yayımlandı mı, bilemiyorum. Bugün için de önemini koruyan görüşmeyi okuyuşumun bir gün sonrası 2023, yani Latife Tekin'in 1983'te yayımlanan ilk ve adını kayıtlara yazdıran Sevgili Arsız Ölüm romanının kırkıncı yılı...

Adını verdiğim görüşme yayımlandığında Latife Tekin, üç romanı yayımlanmış bir genç yazardır: Sevgili Arsız Ölüm (1983), Berci Kristin Çöp Masalları (1984) ve Gece Dersleri (1986). Henüz otuzuna varmamış yazar (d.1957), üç romanıyla edebiyat ortamının tozunu atmıştır dense yeridir. Doğrusunu söylemek gerekirse pek az yazara nasip olan bir başarıdır bu üç romanlık çıkış. Açıkça söyleyeyim, konuşma da romanlardan geri değil.

Görüşme yazısını okuyunca "yazı ve yoksulluk" başlığına bir de 'gecekondu' sözcüğü eklenmeliydi diye düşümdüm çünkü her üç romanda ortak mekânı olan gecekondu, konuşmanın da odak noktasıdır. Kendisine yöneltilen sorular; gecekondu, sol, yoksulluk, sınıf ve hesaplaşma çevresinde odaklansa da Latife Tekin'in asıl kaygısının 'yakıcı yazarlık' önceliği olduğu cevaplarından anlaşılıyor. İskender Savaşır her ne kadar ısrar etse de hesaplaşma ile sınıf çatışmasına getiremiyor yazarı. Konuşmanın zamanı bakımından önemli bir ayrıntıdır burası.

Dönemin tanıkları ve sonradan okuyup öğrenenler, 12 Eylül 1980 Darbesi'nin Türkiye'ye maliyetini biliyorlardır. Türkiye'de 'kırılma noktası' sayılmış bu darbe, sonrasında çokça tartışılmış, kazanımlarıyla kayıpları pek de ölçülememiş gibidir. Dönemin, Mehmet Eroğlu'nun Yüz: 1981 romanında somutlaştırdığı, kişiliksizleştirmeye yönelik 'savaşma seviş' politikası, zamanında çokça tartışılmıştır. Konu, uzmanlarının ve tanıklarının malumudur ya yine de TRT için çekimi tamamlanıp gösterime hazır "Yorgun Savaşçı" dizisinin devlet eliyle yok edilerek ardından "Küçük Ağa" dizisinin TRT'de yayınlanması, Darbe ile sağ şeride yanaşık 'makas değiştirme' ölçüsü sayılabilir. O günleri anlatırken "Mesela daha hiçbirimiz ya da hiç değilse ben, benim çevremdekiler, solun yenilgisinin derinliğini kavramamıştık." diyen Latife Tekin görüşmesi bağlamında 12 Eylül'ün asıl önemi, 12 Mart'ın yarım bıraktığını tamamlayarak 1960'lı yıllarda ivme kazanan 'sol' düşünceyi devlet gücüyle mahkûm etmesidir. Üzerlerinden silindir geçenlerin ayaklarının altındaki zemin de kaymıştır doğal olarak. Bu telaşın ardından hemen her önemli tarihsel olaydakine benzer biçimde sorgulama/hesaplaşma süreci de başlamıştır, başlamalıydı da.

Zamanın genç romancısının, "1980 sonrasında müthiş bir grup psikolojisi yaşıyorduk. Zaten ezik, yoksul konumlardan geliyorduk, bir de yenilmiştik. Bu koşullarda derin bir tartışma, sadece tartışma da değil, yoğunlaşma süreci yaşadık-kaçmayanlarla yakalanıp içeri düşmeyenler." cümleleri, pek de kolay atlatılamayan süreci özetleyen ve aynı zamanda kurmaca metinlere de esin kaynağı olmuş açıklama sözleridir. Darbe, yara açmadık çevre bırakmamıştır ancak muktedirin gölgeliğinde pandomima oynayanların mimiksel çığlıkları değildir bu zor süreçten geçen yazarların yazdıkları, okuyanları bilir.  

Darbe sonrasında ilk günlerin/yılların şiddetli sarsıntılarını güç de olsa atlatanlar, kendileriyle ve dolayısıyla da geçmişleriyle yüzleşme ortamı bulmuşlardır. Hatırlayınız ki askerî yönetim sonrasındaki Turgut Özal dönemi, o yıllarda farklı düşünce çevrelerinde (sol ve ya muhafazakâr) sert eleştirilerin hedefi olmuş ancak Latife Tekin'in, "yoğunlaşma" sözcüğüyle vurguladığı o 'kendine ait olma' durumu, bireysel/sanatsal özgürlükler de bu dönemde her zamankinden çok itibar kazanmıştır. Anton Çehov'un, "Sanatçının Öyküsü" ile anlatmak istediği bu ortam olsa gerektir. Ahmet Haşim, bu yıllarda 'modern şiirimizin kurucusu'  ilan edilmişken Tanpınar ve Oğuz Atay gibi isimler de bu yıllarda söz yerindeyse keşfedilmeye başlanmıştır. Türkiye'nin çok satan yazarları; Ahmet Altan (d.1950), Orhan Pamuk (d.1952), Latife Tekin (d.1957), Hasan Ali Toptaş (d.1958), Ahmet Ümit (d.1960) vb., adlarını bu dönemde yazdıklarıyla duyurmuşlardır. Paçalarını kıvırarak kıyıya çıkabilmenin selametiyle içinde yetiştikleri vahaya karşı dağın yamacından bakarak yazanlar, kapitalist düzenin kendilerine sağladığı olanaklarla satıyor ve imza atıyorlar bugünlerde. Bu, edebiyat adına bir kazanımdır kuşkusuz, meselenin ideolojik yanı için Yalçın Küçük'ün Küfür Romanları (1986) türünden kitaplara bakılabilir elbette.

Latife Tekin otuz beş yıl önce: "Basın, meşhur ettiği insanları, zamanı geldiğinde, ele geçirmeye, kendi bünyesine katmaya çalışıyor. Sadece basın da değil… Kendini bir sürü çıkar ilişkisinden, kurumlaşmış çıkar ilişkisinden oluşmuş bir ağın ortasında buluyorsun. Çok klasik bir çark tabii ama yaşayarak tanımanın dehşet verici bir yanı var." diyordu.  İyi bakınız duruma, Türkiye cephesinde değişen bir şey yok. Yazarların, özellikle de çok satanların dünyasında, basın ahtapota dönüştü ve sözü edilen "çıkar ilişkisinden oluşmuş ağ" çelik tellerle örülüyor bugünlerde. Vaktiyle karşı durulan bir 'otorite' vardı çünkü idealler vardı ve 'otorite' o ideallerin karşısındaydı. Köprünün altından çok sular geçti artık, bugün devletin üniversitelerinde, salonlarında, televizyonlarında rahatlıkla konuşabiliyor, zaman içerisinde kendilerini "kurumlaşmış çıkar ilişkisinden oluşmuş bir ağın ortasında" bulan yazarlar. 21 Aralık 2022'de bir vakıf üniversitenin gösterişli salonunda, oldukça akıcı 'roman kahramanları' konuşmasıyla salondakileri heyecanlandıran Ahmet Ümit'i dinlerken, seksenli yılların başlarında, devletin anayasasına karşı duvarlara afiş yapıştıran Ahmet Ümit'i düşündüm bir an. Politik şarkının sözlerinin esiniyle söylersem: Nerden nereye…  

Siyasetçi, kuramcı, devrimci türündekiler, kurmaca metin yazarlarını naif bulurlar çok zaman çünkü sanatçılar uçuk kaçık kişilerdir onların gözünde, bu anlayış başkalarına da sirayet eder. Ursula K. Le Guin'in deyişiyle "sizin gerçeğinizin benim gerçeğim olmayışı" durumudur bu. Hele, politik/ideolojik önderler, yazarlar da yazdıklarıyla cepheye sürdükleri militanlardan biri olsun isterler. Oysa karşısındakilerden çok daha keskin kavrayışı vardır sanatçıların. Otuzuna varmamış ve o zamana dek yazdıklarını "hep sol bir politik etkinlik üzerindeki olası etkileriyle" değerlendirmiş yazarın şu sözlerini okuyunca küplere binen Yalçın Küçük'ün Küfür Romanları için gerekçelerini kestirebiliyorum. "Bak şöyle bir şeydi umduğum: Bu adamların, bizim, kendimizi içinde bulduğumuz konum, hazır düşünce kalıplarının bize biçtiği konum, çok sıkışıktı, dardı. Üstelik de orada yalnızca militan olarak var olduk. O konumun yaratılmasına hiçbir düşünsel katkımız olmadı. Artık militan olamayınca da yapabileceğimiz hiçbir şey kalmamıştı. Militan değildiysek hiçbir şey değildik. Bu anlamda gerçekten çaresizlikten medet umuyordum. Bu kadar çaresiz bir konumda, insanların yapabileceği tek şey, kendilerine gerekten sahici olan bir zemin bulmak olur diye düşünüyordum."

Okuyanları romanı gayet iyi bilir ya Gece Dersleri romanı hakkındaki yazarına okuttuğum yazımın bir bölümünde şöyle demiştim: "Askerî rejimin hedef aldığı örgütlerde etkin görevler üstlenmiş eylemciler, zamanla geri çekilmeyle soğuyan ortamda filizlenen bireysellikleriyle zamanında ölümün göze alındığı konumlarını, örgütün kendilerine biçtiği tartışılmaz görevleri, örgüt liderlerinin süreci yönetmedeki yetersizlikleri, örgüt içi iktidar çekişmelerini sorgulayarak yeni duruşlar belirlemişlerdir kendilerine. Yazılma aşamasındayken yazımı engellendiği söylenen Gece Dersleri, evinden kaçmış genç kız Gülfidan ile onun örgüt üyesi kişiliği Sekreter Rüzgâr arasındaki çatışmanın, dili ve kurgusu apayrı olan romanıdır. Gece Dersleri yalnızca bir sorgulama romanı olarak okunmamalıdır, 12 Eylül öncesinin işçi sorunları ile darbe sonrasının işkenceleri de saklıdır bu romanda." Roman, benim söylediğimden çok daha fazlasıdır.

Romanın başkarakteri Gülfidan, evinden kaçıp da "Dernek defterine beni de yazın!" dediğinde örgüt üyesi olmuştur artık. Sonraki yılların mücadele ortamında "Sekreter Rüzgâr kod adıyla durup duran" kalıbının içinde "azar azar küçülerek yok olacağı" kaygısıyla korkarak ağladığı günlerde sorgulamaları başlayacaktır "halka gibi ateşleri" boynuna takarak örgüte girmiş Gülfidan'ın. Onun karşı çıktığı, içinde yer aldığı örgütün söylem-eylem tutarsızlığıdır. Sorumluluk alanındaki gecekondu bölgesinin işçilerine yapılan haksızlıklara ortak oluşuyla 'darbe' çağrısında kendisinin de payı olduğunu düşünür Sekreter Rüzgâr. Örgütün, işçilere yönelik kurtarıcı söylemlerinin, ideolojik bağlamı aşıp da bir türlü gerçeğe dönmeyişinden, "şövalye yüzükleri, lacivert takım elbiseleri ve beyaz çoraplarıyla sendikacılar" betimlemesiyle yakınır. Romanından bir yıl sonraki konuşmasını okuduğumuz Latife Tekin, romancı olanından farklı değildir.. "Bak, eskiden gecekondu mahalleri için 'sol' diyorduk. Gerçekten de doğruydu bu; solun en diri olduğu yerlerdi mahalleler. Ama ne demekti mahallelerin sol olması? Solcuların solu tarifleyiş biçimleriyle oradaki yoksulların yaşayış biçimi birbirilerinden o kadar farklıydı ki." Romanın Sekreter Rüzgâr karakterinden öğrenecekleri var bugünkülerin.

2022 yılının son aylarında gördüğüm mütevazı yüzle otuz beş yıl önceki konuşmada yeniden karşılaştığımı söylemeliyim. Daha yolun başındayken üç romanıyla edebiyat ortamının tozunu atmış, otuz yaşında ve kendisini yazarlığının iktidar alanından çekerek "yoksul bir insan olarak" gören yazar, "Yaptığım işten dolayı talep edilen bir ayrıcalık beni utandırıyor." diyebiliyor. Yayımlandığında, "on beş gün boyunca ağlayıp durdum" dediği Sevgili Arsız Ölüm romanıyla ilgili soruya verdiği cevap, romancı Latife Tekin duyarlığı olarak bilinmeli. "İçinde büyüdüğüm insanları teşhir ediyormuşum gibi bir duygu. Bir tür onur kırıklığı… Sevgili Arsız Ölüm'ü yazmakla, geçmişteki politik çalışma arasında, duygu bakımından, gerçekten bir süreklilik vardı. Kendi yaşamış olduğum acıya halâ politik bir anlam atfediyordum. Onu yazıya dökmenin, paylaşmanın diri kalmayı mümkün kılacağını düşünüyordum. Bu yüzden sadece kendim yazmakla kalmıyor, etrafımdaki insanları da yazmaya zorluyordum. Sanki bütün bu ezilmiş, yenilmiş insanlar kendi hayat parçalarını yazarak paylaşabilseler bu savrulmuşluk yerine yeni bir tür devrimci bilincin doğacağını umuyormuş gibi davranıyordum. Delice bir şey yani… Üstelik bir de bunu teorize ediyordum; ilkeler koyuyor, kurallar saptıyordum." Romancının bu itiraflarına Nurdan Gürbilek'in, "edebiyatın ana akımının dışından gelen kendisini bir yazar olarak değil de bastırılmış bir yaşantının temsilcisi olarak görmeyi tercih eden" Latife Tekin açıklamasını ekliyorum.

İskender Savaşır, konuşmanın sonunda, Latife Tekin'in anlatmak isteyip de anlatamadıklarını göstermek istercesine Aşk İşaretleri romanı için yazdığı girişten eline tutuşturduğu bir bölümü aktarmış. Bir cümle alıyorum, 1995'te roman olarak yayımlanacak notların içinden: "Soluk alıp verdiğimizi, geçmişte var olduğumuzu kendimize kanıtlama ihtiyacı içindeyiz." Var sayınız ki bu cümle 2022'nin son gününde söylemiş olsun, ne fark eder ki yürüyüp ilerlemek yerine yerinde sayıp gürültü çıkarıyorsa yaşamlarımız.

Latife Tekin'in, İskender Savaşır'ın sorularına 'hiçbir baskı altında kalmadan' verdiği cevapları otuz beş yıl sonra, 2022'nin sonunda okuduğumda Jules Renard'ın Yazmak Üzerine Notlar (2014; çev. Orçun Türkay) kitabının 1887 yılına ait ilk cümlesini anımsadım: "İnsan kendi özgünlüğünü edinmeden önce nelere katlanıyor."

Hasan Öztürk kimdir?

Hasan Öztürk 1961'de Trabzon'un Araklı ilçesinde doğdu. İlkokulu ve ortaokulu Araklı'da okudu, ardından Trabzon Erkek Öğretmen Lisesini bitirdi (1978).

Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (Selçuk Üniversitesi) mezunu (1983) Hasan Öztürk, yazıya 1980'li yılların ortalarında Yeni Forum dergisinde, 'kitap' eksenli yazılarıyla başladı. Sonraki yıllarda -bir ya da iki yazısı yayımlananlar kenarda tutulursa- Millî Kültür, Türk Edebiyatı, Matbuat, Türkiye Günlüğü, Polemik, Virgül, Liberal Düşünce, Gelenekten Geleceğe, Dergâh, Arka Kapak ve Cumhuriyet Kitap adlı dergiler ile 'Edebiyat Ufku' , 'K24' ve 'Gazete Duvar' adlı sanal ortamlarda yazıları yayımlandı.

Bazı yazıları ortak kitaplar içinde yer alan Hasan Öztürk, kısa süreli (2018/2019; 6 sayı) ömrü olan mevsimlik ve mütevazı Kitap Defteri adlı 'kitap kültürü' dergisini yönetti ve dergide yazdı.

Hasan Öztürk, 2000 yılının başından bu yana yayıma hazırladığı iki aylık Mavi Yeşil yanında Roman Kahramanları, Kitap-lık, Edebiyat Nöbeti ve KE adlı dergiler ile 'T24 Haftalık' ve 'Aksi Sanat' sanal ortamlarında aralıklarla yazmaktadır.

Edebiyatın, daha çok kurmaca metinlerine yönelik yazılar yazan Hasan Öztürk'ün; Kitabın Dilinden Anlamak (1998), Yazının İzi (2010), Aynadaki Rüya (2013), Kurmaca ve Gerçeklik (2014), Kendine Bakan Edebiyat (2016), Gündem Edebiyat (2017) ve Üç Duraklı Yolculuk (2021) adlı kitapları yayımlanmıştır.

Yazarın Diğer Yazıları

Sait Faik: İnsan sevgisi, doğa tutkusu, edebiyat aşkı vesaire…

Dostoyevski'nin, "Hepimiz Gogol'ün Palto'sundan çıktık." deyişine benzerlikle bizdeki pek çok öykücü, Sait Faik esiniyle ve kılavuzluğuyla öykü yoluna çıkmıştır da onun hakkında bir söz yerleşmemiştir belleklerimize. Örneğin, "Hepimiz Sait Faik'in Lüzumsuz Adam'ından ders aldık" veya "Hepimiz Sait Faik ile Alemdağ'da dolaştık" ya da ne bileyim, "Hepimiz Sait Faik'in Mahalle Kahvesi'nde çay içerek büyüdük" türündeki sözleri yetmiş yılda belleklere yerleştirebilirdik

Kültürün iktidarı: Doğu/İslâm coğrafyasında "iktidar" ya da "muktedir" olmak

Kültürün İktidarı & Siyasal Teoloji ve Kültürel Egemenlik kitabını Doğu/İslâm dünyasına kültür tarihi gezisi saymıştım. Öylesine geniş tarihî coğrafyada onca devletin, kişinin ve kitabın adı geçen bir gezi…

Elvan Kaya Aksarı ile "Saatçi İbrahim Efendi Tarihi" romanı hakkında: Saatlere değil, zamana memur edilmiş bir çelebi...

"Türkiye'nin aradığı kişi Saatçi İbrahim Efendi demek, bir mehdilik iddiası gibi algılanabilir. Türkiye bir kişiden ziyade bir ruhu arıyor. İbrahim Efendilere de tercih ve yaşama hakkının tanındığı bir hürriyet ortamı. Zekeriya sofrası yahut çilingir sofrası olsun adı. Kendin pişirip kendin yediğin sürece bunun kıymeti yok. Sofraya insanı meze yapan değil, insanı kazandıran bir toplum…"