27 Mart 2022

'İnsanın En Güzel Tarihi' içinde, insanın 'dil' ve 'sanat' ayrıcalığı

İlgi alanı her ne olursa olsun 'ilgili kişi' okumamış ise "Öndeyiş" yazısı şu cümlelerle açılan İnsanın En Güzel Tarihi kitabını görmezlikten gelemez derim: "Ve aniden insan… Çok uzun zaman yok ki, günün birinde, bu garip hayvan hemcinslerinin arasından sıyrıldı. Doğadan koptu, onu istila etti, aştı, ona başka bir biçim verdi; çifti, aileyi, toplumu icat etti; ve erki, aşkı, savaşı da… Neden? Onun bu keşif zihniyeti, fethe susamışlığı nereden geldi? Evet, niçin insan? Bu olduğumuz duruma nasıl geldik?"

İnsanın En Güzel Tarihi, ne yazık ki bütün bütüne okumakta geç kaldığım kitaplardan biriydi. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'nda iki ayrı kişinin çevirisiyle ayrı zamanlarda yayımlanan kitabın bizdeki ilk baskısının tarihi epey eski sayılır, dolayısıyla kitabın Türkçe okuruna yabancılığı kalmamış demektir. Dominique Simonnet'in sorularına André Langaney, Jean Clottes ve Jean Guilaine üçlüsünün verdiği cevaplardan oluşan kitabın, Nurkalp Devrim çeviriyle Nisan 2021tarihli baskısıdır benim okuduğum. Bilenleri biliyor ya söyleyeyim, andığım kitap, yayınevince basılan "…en tarihi" dizisinin yalnızca bir kitabıdır. 

Yöntem olarak soru-cevap türündeki kitaplar, sözlü iletişimdeki 'diyalog' biçimine yakın duruyor ve okuru heveslendiriyor bence. Kendi içinde 'sorulu ve cevaplı kitaplar' denilince yazı yazmamış hocasını metinlerinde konuşturan, Diyaloglar yazarı Platon başat isimdir. Bizde, yakın zaman için Fethi Naci'nin, pek çoğu edebiyata yönelik "100 Soruda" dizisi gelir aklıma ilkin. Dizinin kitapları, yazarların kendi sorularına verdiği cevaplardan oluşuyordu ve okur için de kolaylık sağlıyordu bu yöntem. Afşar Timuçin hocanın, Edebiyat Estetiği Konusunda Kendimle Konuşmalar (Bulut Yayınları, 2019) kitabıyla Turgay Fişekçi'nin Gençlerle Baş Başa Sanat Nedir? (Yordam Kitap, 2021) kitabını ve Zygmunt Bauman ile Riccardo Mazzeo ikilisinin konuşmalarıyla oluşan Edebiyata Övgü (Ayrıntı, 2019) diyalogunu da bu seriye ekleyeyim. İş Bankası'nın andığım dizisinden önce YKY, bu türde bir kitap yayımlamıştı ki anılmadan geçilmemeli onun da adı: Bir Mimar ile Bir Yazar Tartışıyor: Görmek ve Yazmak (2010). Bu türdeki pek çok başka kitaptan söz edilebilir elbette ancak ben 'üç perdelik' tarihçe İnsanın En Güzel Tarihi kitabına döneyim. 

İnsanın ve sanatın tarihine yönelik kitapların adı, yazıya gelmez çokluktadır. Her ikisinden yalnızca birer 'ilk' yazacak olsam İnsanın Hikâyesi (James C. Davis) ile Sanatın Öyküsü (Ernst H. Gombrich) benim listemin başında olurlardı. Bu böyle de ilgi alanı her ne olursa olsun 'ilgili kişi' okumamış ise "Öndeyiş" yazısı şu cümlelerle açılan İnsanın En Güzel Tarihi kitabını görmezlikten gelemez derim:

"Ve aniden insan… Çok uzun zaman yok ki, günün birinde, bu garip hayvan hemcinslerinin arasından sıyrıldı. Doğadan koptu, onu istila etti, aştı, ona başka bir biçim verdi; çifti, aileyi, toplumu icat etti; ve erki, aşkı, savaşı da… Neden? Onun bu keşif zihniyeti, fethe susamışlığı nereden geldi? Evet, niçin insan? Bu olduğumuz duruma nasıl geldik?"

Kitabın diyalog kısımlarına gelmeden, "hepimiz tarihin kazayı ucuz atlatan kazazedelerinden" miyiz diye merak edesi geliyor insanın.

Andığım kitabın, "Alanın Fethi" başlıklı "birinci perde"si, André Langaney'in 'üç milyon yıllık' geçmişi olan insanın soyu hakkında verdiği cevaplarından oluşuyor. Maymundan gelip gelmeme ya da doğrudan maymun olma, DNA, genler, Büyük Patlama, homo erectus, homo sapiens, iki ayak üzerine yürüyebilme benzeri pek çok sözün geçtiği bu bölümün, "Çoğu kez söylenilenin tersine insan maymundan gelmez. Aslında bir maymundur insan." cümleleriyle başlayan cevapları, belleklerimizi zorlayacak çeşitlikler içeriyor. 

Langaney'in insan soyuna dair, "Geçen on ila otuz bin yılda genler çok değişmediler. Değişen dış fizik görünüm, şekiller, renkler ve özellikle, kültürler, dinler, diller oldu." tezi, ilk perdenin kapanış cümleleriyle yeni tartışmaları başlatacak türden:

"Bazı kimseler insanlığın birbirinden kesin çizgilerle ayrılmış ırklara bölünebileceğine inanmaktadır. Bu imkânsızdır. İnsanların sınıflandırılamayacağını söylemek onların aralarında fark olmadığı anlamına gelmez. Tam tersine: İnsanların çeşitliliği sınırsızdır, aşırıdır. Şaşkınlık vericidir. Hepimiz bir tek tür oluşturuyoruz, hepimiz aynı atalardan geliyoruz, hepimiz bir tek dilden türemiş farklı diller konuşuyoruz. Ama birey olarak her birimiz tekiz, biriciğiz. Gerçekte, insan türü sadece tekil, kendine özgü vakalardan oluşur. Herkes herkesten farklıdır. İlk atalarımızdan bu yana 80 milyar yıl insan birbiri peşi sıra yeryüzünden geçti. Bununla birlikte, insanlık tarihinde sizin ya da benim gibi bir olmadı. Şu halde hepimiz farklıyız; ve hepimiz akrabayız." 

İnsanın, kendisiyle ilgili soruları için aradığı cevaplar, onun soyunun belirlenmesinde önemli ayrıntıdır kuşkusuz. Canlılar arasında 'insan' olmayı belirlerken "genlerimiz hiç de öyle özgün değil" ise bu durumda başkalarıyla aramızdaki "gerçek fark nerededir" sorusuna Langaney, "dil" ve dolayısıyla da "dilbilgisi" karşılıklarını veriyor. İnsanının, "sözcükleri, cümle kurmak için, belirli dilbilgisi kurallarına göre bir araya getirme" yeteneğini onun ayrıcalığı sayan Langaney, hayvanların pek çok sözcük öğrenebilmelerine karşın onların asla "kendiliklerinden yeni cümleler kuramaz" olduklarına dikkat çekerek çocuklara uyarısını tekrarlıyor: "Eğer dilbilgisini öğrenmezseniz maymun olarak kalırsınız." Yalnızca iletişim dilinde değil, yaratıcı yazarlığı da "cümle kurmak" edimiyle başlatabiliriz diye düşünüyorum.

Bilinir ki sanatın eskiliğine karşılık "güzel sanatlar" adlandırması oldukça yakın zamanların gerçeğidir. İnsanın En Güzel Tarihi kitabında "Hayal Âleminin Fethi" başlıklı "ikinci perde" bölümünde anlatılan, uzmanlık alanı 'mağaralar' olan Jean Clottes'nin, "Gaugin, Seurat ve Picasso'dan aşağı yukarı 30.000 yıl önce ellerine kömürkalemler, pigmentler, fırçalar alıp, inançlarını dile getirmekte ve mağaraların en uzak köşelerine, derinliklerine giderek gördükleri hayalleri resmetmekte" olan ilk insanın sanat çabasıdır. Konuya dair yazıların kabarıklığı başımızı döndürecek ölçüdedir ancak özet olarak söylenirse sanatın tarihine tanıklık eden mağara derinliklerinin duvarlarına tutulacak ışık sonrasındaki yansıma, insanın o dönemde sanat ile "yükselmekte" olduğuna kanıt sayılır. Bu döneme, "estetiğin ilk taslağı" olması yönüyle "sanatın çocukluğu" da denilebilir. Sanat kavramının önüne "güzel" sözcüğünün yerleşmediği, kurumsallaşmanın olmadığı dönemdir bu dönem.

Sanatı, "insanın gerçeğe, bu gerçek konusunda meydana getirdiği zihinsel imge aracılığıyla, başka bir biçim vermesiyle" başlatan Clottes, bu dönemdeki insanın "faydacı olmayan" davranışlarından söz edip onun yaratıcılık etkinliğine dikkat çeker ki bu, üzerinde durulmaya değerdir elbette. Bugünkü sanat anlayışıyla "gerçek yaratıcılığa geçiş" daha sonraki zamanlarda "bizim doğrudan atamız modern insan" eliyle olmuşsa da Clottes'nin, ilk insanca toplanan çakıl taşlarının birbirlerinden farklılığında, "dünyanın insan eliyle biçim değişikliğine uğratılmasının bir başlangıcını" görmesi, ilginç bir sanat bilgisi bence. Yalnızca çakıl taşları değil, insan için tehlikeli hayvanların "ayak izleri" de "yerde ayak izi ortaya çıkarılan hayvanın resmini yapmak sanatın icadında izlenmesi olası yollardan biri" olmak yönüyle dikkat çekici ayrıntılardan biri. Clottes'nin kişisel deneyimlerinin eşliğinde geçmişe doğru sanat yolculuğunun bize öğrettiği; modern çağın sanatçıları gibi "Yontma Taş Devrinin insanları da eserlerini mükemmelleştirmek için türlü reçeteleri" denemiş olmalarıdır.

Clottes, "Ruhların Dünyasında" başlığında, insanın ve sanatın 'ilk' durumuna dair şaşırtıcı ayrıntılarla yüzleştiriyor okuru. Örneğin, insanın avcı-toplayıcı döneminde erkekler avlanmakla meşgulken kadınların, "gıdalarının esasını oluşturan yabani yemişler, kökler ve mantarlar" toplamaları, Âdem ile Havva'ya uzanan bir iş bölümü gibi. Mağara duvarlarındaki resimlerde, "hayvanlar dünyasının bolluğu karşısında kendilerini yalıtılmış hissediyor" olmaları nedeniyle dönem sanatçılarının, "tanınabilecek insanlar resmetmek istememekte" oluşları da sanat adına dikkat çekici. Mağara sanatındaki "çatlaklar" belki bugün kestiremeyeceğimiz anlatımla "hayvani güçlerin gebeliğini anımsatır" olmakla bu ayrıntılara eklenmeli. Langaney'in 'dil/cümle' vurgusuna benzer biçimde Clottes de "geliştirilmiş bir konuşma diline, çizgili betimlemelere" karşılık eksikliği görülen "yazı" yokluğunu aydınlatıyor: "Yazılı iletişim şüphesiz iktisadi zorunluluklara, diğer kabilelerle kurumlaşmış bir ticaret ağına cevap veriyor. O dönemde avcı toplayıcılar toplumu bunun gerekliliğini duymuyor bile." Anımsayalım, Sümerler de yazıyı ilk kez hesap işlerinde kullanmışlardı.

"Erkin Fethi" başlıklı "üçüncü perde" insanın yükselişine değil de düşüşüne tanık ediyor bizi ne yazık ki. Jean Guilanie, "İnsanoğlunun bundan birkaç bin yıl öne giriştiği büyük şantiye artık tamamlanmak üzere: Yerküre fethedilmiş, vahşi dünya köleleştirilmiş durumda. Dünyanın insanileştirilmesinde, onun 'yapaylaştırılması'nda sona gelindi" dercesine bir ilkellikten söz ediyor gibi. Yontma Taş Devri ve öncesinin "tıpkı hayvanlar gibi paraziti olarak kaldıkları doğaya bağımlı" kalmış insanları gitmiş, "Cilalı Taş Devri ile geriye dönülmez bir süreç" başlamıştır artık. İnsanoğlu, kendince vahşi bulduğu dünyayı kendince terbiye ederek insanileştirirken bir yandan da kendisi değişerek "benzerleriyle ilişkilerini tamamen farklılaştıracak" durumdadır. 

Guilanie, insandaki bu "değişim arzusu" için "insanı uyum sağlamaya yöneltmiş olan doğa" ve "insanın zihinsel evrimi onu değişime itmiş" dediği iki ayrı tez geliştiriyor. Burada, Paskalya Adası'nın akıllara durgunluk verecek akıbetini anımsamamak elde değil. Montaigne'in uyarısı kulaklarımda: "İnsanlar doğayı parfümcülerin yağı kullandıkları gibi kullanıyorlar dışarıdan gelen tüm kanıtlarla ve söylemlerle onu o kadar karmaşık bir hale getirdiler ki çeşitlendi ve herkese göre özelleşti; kendi kalıcı ve evrensel yüzünü kaybetti. Bunun için hayvanların gerçek tanıklığını, bozulmamış ve çeşitlilikle etkilenmemiş tanıklığını aramamız gerekiyor." (Denemeler 4, 2019)

"Yeni Çağın Şafağında", "Doğaya Hâkim Olma" ve "Evcilleştirilen İnsan" başlıklı üç sahneden oluşan son perde, güç peşinde koşan modern dünya insanının dramıdır dense yeridir. Guilanie, bu son perdede; orman katliamından doğanın insanileşmesine, yer altındaki madenlerin yerin üstündeki insanların yaşamlarındaki etkisinden ürün değiş tokuşlu bir dünya yerine para odaklı kazanç toplumuna geçişe, geçici öncüler seçilen avcı-toplayıcı topluluklardan şefler sistemine geçişe dek pek çok soruna değiniyor. "Uygarlık yoldadır. Altın çağ bitmiştir artık." sözleriyle özetlenebilecek süreci anlamamızın yolunu şu iki soru açabilir: "Ekonomik hayat mı toplumsalı doğurdu, yoksa tersi mi oldu?" ve "Erk güçlüler tarafından mı, yoksa konuşmayı en iyi becerebilenler tarafından mı ele geçirildi?"

Gelinen noktada yaşadığımız, "Uygarlığın Hastalığı" olarak tanımlanacak bir durumdur. Hastalığın gerekçelerini Guilanie sıralamış:

"Bu dönemin insanlarını düşünün: canlılar dünyasının hâkimi olarak kendilerini kabul ettiriyorlar, bitkileri ve hayvanları evcilleştiriyorlar, doğayı yenmeyi başarıyorlar… Kanımca bu hâkimiyet onları sarhoş etti ve başlarını döndürdü! Yarışmaktan hoşlanıyorlar, kendilerini galip olarak, fatih olarak görüyor ve bu hâkimiyeti kendi hemcinslerine de uygulamak istiyorlar." Görülen o ki Cilalı Taş Devri'nden bu yana "gök kubbenin altında değişen bir şey yok."

İnsanın En Güzel Tarihi kitabının "Sonsöz" yazısında, kendi perdelerini kapatmış her üç konuşmacı, yeniden bir araya gelerek "En güzel tarihimizi devam ettirebilecek miyiz?" sorusuna olumlu karşılıklar bulmaya çalışıyor. Langaney'in tezi, melezleşmenin "çeşitlilik" olacağı yönünde bu nedenle tekelleşmenin tehlikelerine dikkat çekiyor. Dillerin, genlerin, yaşam biçimlerinin, insan haklarının ayrıntılarından arındırılarak birörnek yapılması insanlık adına ciddi bir sorunsa Clottes'nin, insan türünün ayrıcalığı "birlik içinde çeşitlilik" önerisinin dünyaca içselleştirilmesi gerekiyor. İnsanın vahşiliğe susamışlığına dikkat çeken Guilanie'nin kaygısı, yaşadığımız modern dünyanın somut gerçeği: "Doğa üstünde erk, eşya üstünde erk, diğer insanlar üstünde erk."

İnsanın En Güzel Tarihi kitabını okuduğumda, şimdiye dek öğrendiklerimden bir özet çıkarmışım gibi geldi bana. Böyle olunca James C. Davis'in, "İnsanın öyküsünü yazmak bir bavul hazırlamaya benziyor; her şeye yer bulamıyorsunuz." cümlesini anımsadım. Gerçekten bu uzun tarih yolculuğunda "elemek" kaçınılmaz oluyor. Bir biçimde tarihi yazılan insanın geldiği yer, ona tarihinin sorgulanmasını unutturdu gibi. Langaney'in, "Bugün, kullanılan teknikler sayesinde kültürümüzü devretme yeteneğimiz inanılmaz biçimde artmış bulunmaktadır. İlerlemeden söz edildiği zaman, burada bir niyet, bir değer yargısı görülür. Ama 'ilerleme' tam olarak ne demektir?" kaygısı, dünyanın kaygısı. James C. Davis'in "Bütün duyduklarımıza ve söylediklerimize karşın dünya epey uzun bir süredir iyiye gidiyor." iyimserliğiyle içimiz rahatlıyor. Kitabın, bugünün insanı için özetinin özeti şu: "İnsanların işbirliği yapmak yerine çoğu kez birbirleriyle dövüşmelerinin nedenlerini anlamak ve buna bir çare bulmak, işte önümüzdeki yeni bin yıl için coşturucu bir proje." Bu durumda, insanın güzel tarihinin devamı için her birimizin projede yer alması gerektiğini söylemek bile fazla.

Yazarın Diğer Yazıları

Murat Akan, ‘Sansar, Baykuş ve Tomson’ romanını anlattı: Cinlerin, perilerin cirit attığı masalsı ortam kaybolup gitmesin istedim

"Bir keresinde Kuş Kısmak romanımla TRT Radyo 1 Gecenin İçinden programına katılacaktım ama romanımın içeriği nedeniyle sansürlendim

1959’dan günümüze Yusuf Atılgan üzerine yazılar kitabı ve eleştiride ‘özür’ beyanı

Edebiyat ortamında Aylak Adam ve Anayurt Oteli romanlarıyla kendisine özgü bir yer edinmiş az yazan Atılgan, bundan böyle çok okunur mu, üzerinde durulmaya değer. Atılgan, kendi okurluğuyla yazarlığını “Okuyacak bunca güzel kitap varken yazarak ne diye canımı sıkayım,” sözüyle anlatmıştı, bu içtenliği umarım kendisine olumlu geri dönüş olur

Halit Ziya, roman, dizi, yeniden "Aşk-ı Memnu" ve "edebiyatta ahlak" meselesi

Halit Ziya'nın, Aşk-ı Memnu romancısı olmaktan çok daha başka bir şey oluşu gibi Servet-i Fünun da yalnızca bir "dergi" ya da "edebi topluluk" değildir

"
"