26 Eylül 2021

İki ayrı ‘dil bayramı’ bir ‘dil sevgisi’ eder mi?

Türkçe adına, 13 Mayıs ve 26 Eylül günlerinde yapılanlardan anımsadığım pek bir şey yok kaç zamandır. ‘Türkçe’ için yakınır olduk: Sırası mı şimdi? Yalnızca başkalarının dil yazılarının değil, bu yazımın da bir karşılığı olmadığını az çok kestirebiliyorum. İki dil bayramından bir dil sevgisi çıkarmaya çalışırken fıkranın gerçeğini düşündüm.

İki ‘dil bayramı’ kutlanıyor bu ülkede uzun zamandır. Kutlananların ilki ‘resmi dil bayramı’ iken ikincisine ‘alternatif dil bayramı’ denilebilir. İlk bayramın dayanağı, yüzüncü yılına henüz ulaşacak ‘Türkiye Cumhuriyeti’ rejimiyken ikincisinin tarihçesi ‘Anadolu Beylikleri’ dönemine uzanıyor. 1932’deki Birinci Türk Dili Kurultayı’nın açılış gününü dayanak almış ‘resmî dil bayramı’ her yılın 26 Eylül günü kutlanıyor. Karamanoğlu Mehmet Bey’in, 1277’de Selçuklu’nun başkenti Konya’yı ele geçirdiğinde yayınladığı dil buyruğunu başlangıç alan ‘alternatif dil bayramı’ ise her yılın 13 Mayıs günü kutlanıyor. 12 Temmuz 1932’de kurulan Türk Dili Tetkik Cemiyeti, Atatürk’ün direktifiyle ilk iş olarak çalışmalarını 26 Eylül- 5 Ekim arasında sürdürecek Birinci Türk Dili Kurultayı’nı toplamış, bir yıl sonra da 26 Eylül 1933’ten başlamak üzere yasal statüsüyle 26 Eylül, ‘Dil Bayramı’ olarak kutlanmaya başlanmıştır. Karamanoğlu Mehmet Bey’in 13 Mayıs 1277’deki Türkçe buyruğunun sonrasındaki yıllarda yaşananlar nedeniyle Türkçe gibi ilgili buyruk da gündemden düşmüş, yüzyıllar sonra, 1960’ların başından bu yana 13 Mayıs gününde ‘anma programı’ düzenlenmeye başlamıştır. Her iki dil etkinliğinin vurgusu Türkçe özeni olmasına karşın resmi dili Türkçe olan Türkiye’de, ağızlarımızda ‘annemizin sütü’ ekşimiş ve bir de ‘ses bayrağımız’ yarıya indirilmiş ise zaman zaman birbirinin önüne geçmeye çalışan ‘dil bayramı’ kutlamalarında ‘maksat hâsıl olmamış’ demektir. Durum, boyutları oldukça büyük ‘kültür ve dil’ sorunudur ve ‘hamaset’ ile savuşturulacak yanı kalmamıştır yaşadıklarımızın. 

Türkmen beyi Karamanoğlu Mehmet’in, babasının intikamını da almış olarak 13 Mayıs 1277’deki “Şimdengeru, divanda, dergâhta, bargâhta, mecliste ve meydanda Türkçeden gayri dil kullanılmaya... uymayanların boynu vurula...” buyruğu, yalnızca Türkçenin devlet katındaki itibarını belirlemek değil aynı zamanda önemli ‘kültürel kimlik’ hamlesi olarak da okunmalıdır. Buyruk gereği saray çevresindeki konuşma diliyle yazı dilindeki Türkçe ferahlığı bir süre devam etmişse de Türkmen beyinin akıbeti, Türkçenin kaderini de belirlemiştir. Zaferle girdiği Konya’dan Moğol baskısı nedeniyle bir ay gibi kısa bir süre sonra ayrılmak zorunda kalan Karamanoğlu Mehmet Bey, buyruk yılının sonlarındaki savaşta öldürülünce Türkçe hamlesi de dayanaksız kalmıştır. Sonrası, âlemin malumu olandır: Osmanlının kuruluşu ve ardından uzun süren Osmanlı-Karamanlı çekişmesi… Bu yazının konusuyla ilgili asıl sorun, yeni bir dinin etkisindeki edebiyatın oluşum sancıları ve dolayısıyla din/bilim dili Arapça ile edebiyat dili Farsçanın yaygınlığı arttıkça Türkçenin gölgede kalışıdır. Bilinmesi gereken, devlet başkanının yakındığı ‘yabancı dil kuşatması’ keyfiliğin aksine kültürel alandaki zorunluluğun gereği olarak ortaya çıkmıştır ve bu ‘yabancı dil kuşatması’ bir buyruk ile bertaraf edilecek hafiflikte değildir. 

Türkçe buyruğunun döneminde Anadolu Türkçesi, Yunus Emre’nin arı duru Türkçesiyle canlı bir anlatım kazanmışsa da ‘divan şiiri’ geleneğinin oluşmaya başladığı XIV. yüzyılın şairi Âşık Paşa’nın (1272-1333) sitemi önemlidir: “Türk diline kimsene kakmaz idi / Türklere hergiz gönül akmaz idi // Türk dahi bilmez idi o dilleri / İnce yolı ol ulu menzilleri”. Benzer biçimde, Çağatay şairi Ali Şir Nevaî (1441-1501), dönemindeki şairlerin Farsçaya yönelişlerini eleştirip Türkçenin Farsçadan üstünlüğünü göstermek amacıyla Muhakemet-ül Lügateyn kitabını yazma gereği duymuştur. XV. yüzyılda, ‘divan şiiri’ kendi estetik dilini güçlendirirken Arapça ve Farsça sözcüklerin yaygınlaştığı coğrafyada “ayağı çamurlu kaba Türklerin” konuştuğu bir dil olarak kalan Türkçe, halk şairinin dolaştığı kenar semtlere sığınmak zorundadır. Bu dönemdeki divan şairinin gerekçesi, şiir yazarken Türkçenin kafiye ve redif dizmeye yetmediğidir. Halk diliyle yazmayı önemsemişse de Hurşidnâme yazarı Şeyhoğlu Mustafa (1340-1410)’nın, Türkçe için; “yavandır lezzeti vü özi yokdur” küçümseyişi önemlidir. Aynı dönemde Hoca Mesud’un, Türkçenin yetersizliğinden yakınarak Süheyl ü Nevbahar mesnevisindeki yazı dili zorluğu için “Bu bir nice beyti düzince benüm / Hacâletten eridi yaru tenüm” sitemini, XVI. yüzyılın ve aynı zamanda klasik şiirin büyük şairi Fuzulî de “Nazm-i nâzük Türk lâfzile iken düşvâr olur” (güzel şiir, Türkçe söylenince güçsüz, zayıf olur) dizesiyle onaylamıştır.

Arapça ve Farsça sözcüklerle donanımlı, Sinan Paşa (1440 - 1486 ) ile başlayıp sonraki yüzyıllarda Veysî ve Nergisî ile gelişen sanatlı edebiyat dili karşısında Bakî, Nabî, Nedim ve Enderunlu Vâsıf gibi şairlerle süren dildeki “mahallileşme” yönelişi, adı geçenlerle sınırlı kalmış, doğrudan bir Türkçeleşme ya da sadeleşme hareketi olamamıştır. Mahallileşme anlayışının bir benzeri de Türk-i basit (Basit Türkçe) hareketinin Aydınlı Visâli ile başlayan, “halkın kendi zevk ve ruhuna yakın eserlere karşı ilgi ve özlem” anlayışı sonraki dönemlerde Edirneli Nazmî ve Tatavlalı Mahremî ile sürmüşse de dönemin dil anlayışını etkileyip “Türkçe lehine değiştirebilecek” bir güce sahip olamamıştır.

Tanzimat sonrasında yeni bir edebiyat oluşturulurken dil/Türkçe çalışmaları da başat konudur. Çoklukla bireysel çabalarla yürütülen bu dönemin dil çalışmaları, XX. yüzyılın hemen başlarında “Genç Kalemler” dergisi çevresindeki “yeni lisan” hareketi ile sistemleşerek Cumhuriyet rejiminin yol haritasını belirlemiştir denilebilir. Yakın geçmişinden ayrılıp yüzünü yeni bir dünyaya çeviren ulus devletin, toplumsal projelerle geçen ilk yıllarının ardından 1928’deki ‘alfabe değişikliği’ dil alanındaki radikal değişikliklerin önemli işaretidir. Rejim, bir yandan imparatorluk parantezini kapatarak Orta Asya’nın Türkçesine yönelirken bir yandan da yeni bir kimliğin dil bilincini oluşturmak için bir dizi dil hamlesine girişir.

Ulusal tarih çalışmalarına benzer şekilde Türkçe için de 12 Temmuz 1932’de kurulan Türk Dili tetkik Cemiyeti, ilk iş olarak sözünü ettiğim bayrama dayanak olan I. Türk Dili Kurultayı’nı toplayıp dil çalışmalarını hızlandırır. Rejime, Orta Asya’nın kültür kapılarını açan Ziya Gökalp’in “Lisan” başlıklı manzumesi, çalışmaların esin kaynağıdır. “Türk dilinin öz güzelliğini ve zenginliğini meydana çıkarmak, onu yeryüzü dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmek” ilkesiyle açılan birincisinden sonraki Kurultaylar aralıklarla toplanıp çalışmalarına devam ederken sözlük hazırlama, halk dilinden derlemeler yapma, yabancı sözcüklere karşılıklar bulma, 1934’te Türk Dili Araştırma Kurumu ve 1936’da ise bugünkü adıyla Türk Dil Kurumu olan ‘Cemiyet’ adına yapılan yayınlar ve bayramlarla özleştirilen bir Türkçe yaratılmak istenir devlet gücüyle. Öyle ki rejimin kurucusunun -ırk konusundaki tartışmayı andıran- direktifleriyle olmalı, dünyanın ilk dilinin Orta Asya’da doğduğu ve bu ilk dilin Türkçe olduğunu hayal eden ütopik ‘Güneş-Dil Teorisi’ kurgulanır. Kopulması gereken geçmişten bir an önce koparak yeni bir kimlikle doğmanın ön koşulu bilinen ‘dil bilinci’ için eldeki bütün olanaklar seferber edilir.

İsmet İnönü iktidarının hemen başlarında, Kurum aracılığıyla kullanımdaki Arapça ve Farsça kökenli sözcükler büsbütün temizlenerek onların yerine çoklukla Orta Asya kökenli ya da yeni türetilmiş sözcüklerin yerleştirilmesi, dilde “uydurmaca” tartışmalarını başlatmıştır. (Nurullah Ataç’ın, ‘sokak’ yerine illa da ‘orun’ kullanmak isteğini onaylatmak için toplantı masasına yumruğunu vurup kalktığını Hasan Eren’den dinlemiştim). İlginçtir, dilin devletçe özleştirildiği bu dönemde, dili çiçeklendirecek her şairin/yazarın takipçi bir polisi vardır ve bu “acılı kuşak” sanatçılarının “komünistlik” suçuyla yaftalamayanı yok gibidir. İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki çok partili siyasal yaşam, bir dönemin politik iktidarı gibi kültürel iktidarını da sınırlayınca dil de payını almıştır bu durumdan. Cumhuriyet’in “dil devrimi” ilk darbeyi, Muallimler Birliği’nin 1948’deki “dil kongresi”nden yemiştir.  Adı geçen kongreden çıkan sonuç, I. Dil Kurultayı’ndan önceki duruma dönülmeli ve TDK’nin “teftiş ve tasfiye” edilmesi yönündedir. Türkçe için yeni ve çelişkili bir dönemin başladığı açıktır.

Agâh Sırrı Levend’in “Türk Dil Kurumu için çok çetin bir sınav evresi olmuştur” (Türk Dilinde Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, 1972) dediği Demokrat Parti dönemindeki ilk iş, Milli Eğitim bakanlarının aynı zamanda TDK’nin doğal başkanı sayıldığı geleneği sonlandırmaktır. İsmet İnönü’nün koruyucu başkanlığı da sonlanan Kurum, yeni bir yapılanmaya gitmek zorunda kalmıştır. DP’nin yaptığı ikinci önemli değişiklik, devletin Kurum’a yaptığı ekonomik yardımı, “Kurum’un ilmî hüviyetini kaybettiği, siyasi maksatlara alet olduğu ve faaliyeti berbat etmekten ibaret olduğu” gerekçesiyle kesmektir. Dil etkinliklerini sürdürmede engellerle karşılaşan Kurum, politik gerekçelerle kapatılma tehlikesiyle yüz yüze gelmiştir. Milletvekili Fuat Köprülü’nün önergesiyle pek çok yeni sözcüğün eksileri (belli/muayyen, sanık/maznun, katılmak/iltihak etmek, açık/alenî, toplanır/temerküz eder, belirir/tecelli eder vb.) yeniden kullanıma sürülmüştür.

1960 sonrasındaki yönetimin dil konusundaki ilk işlerinden biri 1945’te başlamışken DP döneminde engellenen Anayasa’nın Türkçeleştirilmesine devam edilmesi, ikincisi de Türkçe karşılığı olan sözcüklerin eskilerinin kullanılmasının yasayla engellenmesidir. Bu böyle iken 13 Mayıs günleri de ‘alternatif dil etkinliği’ olarak kutlamaya başlanmıştır artık. TDK, 1960 sonrasına her ne kadar Milli Birlik Komitesi’nin desteğiyle çalışmalarına başlamışsa da sonrasındaki gelişmeler, “Öz Türkçe” yanlılarını yeni sorunlarla yüzleştirmiştir. 1960-1980 arasındaki toplumsal gelişmeler ve çelişmelerden payını alan Türkçe belki hiç olmadığı ölçüde politik/ideolojik çekişmelerin arasında kalmıştır. Bir tür güç gösterilerinin yarıştırıldığı dönemin her yeni siyasal iktidarı, yayınladığı genelgelerle söz yerindeyse kendi döneminin/devletinin Türkçesini belirlemeye başlamıştır. Dil tartışmaları, gide gide bir kutuplaşmaya varır bu dönemde. Bir yanda dil ‘devrimi yanlısı’ TDK’nin Türk Dili dergisi, Ulus ve Cumhuriyet gazeteleri, karşı tarafta ‘yaşayan Türkçe’ adına Türk Kültürü, Hisar, Kubbealtı dergileriyle Tercüman gazetesi… Bilenleri bilir, 70’li yıllarımız ‘mesela/örneğin’ ve ‘imkân/olanak’ tartışmalarıyla geçti. Sonunda 12 Eylül 1980 Darbesi, dil devrimcilerinin 1950’lerdeki korkularını doğruladı. 1932’deki Kurultay ile başlayan Kurum, bürokratik bir manevrayla işten el çektirildi ve sonrasında dilde kurumsal ikilik başladı.

Kemal Karpat, ilk kez 1984’te yayımlanan “Ulus İçinde Bir Dil: Ulus-Devlette Türkçe” başlıklı makalesinin “Sonuçlar “bölümüne, “ Türkiye’de dil devrimiyle ilgili tartışmaların dil bilimin sınırları aşan belirgin siyasal ve ideolojik anlamlar kazandığı gayet açıktır.” diyor ve sonrasında ekliyor: “Gerçek şu ki radikal solcular anlaşılmaz ve gülünç hale gelecek ölçüde ‘Öz Türkçe’ kullanmaktadır, buna karşılık ultra-sağcılar Türkçeleşmiş Arapça sözcükleri kullanmak için özel bir çaba saf etmekte, yeni bir Osmanlıcılar kuşağı da 19. yüzyılın dilini tercih etmektedir.” (Osmanlıdan Günümüze Edebiyat ve Toplum, 2011) Sonrası, pek çoğumuzun tanıklığında bayram şenliğiyle yaşanıyor…  Ne “ultra sağcı” olanları temsilen ‘Yaşayan Türkçeciler’ var ortalıkta ne de “radikal solcu” bilinenlerin dil sözcüsü ‘Öz Türkçeciler’… Dildeki eski ya da yeni olan sözcüklerin kullanımıyla ilgili tartışmalar kenara itilmiş de vaktiyle tartışanlar, şimdilerde Türkçenin; teknoloji, medya ve popüler kültür nedeniyle kirletilmiş olduğunda anlaşmaya varmışlar gibi görünüyor… Peki çözüm, sorun çok ve büyük ne var ki Türkçenin kirletilmişliğine çözüm yok… 

Çelişkiler içinde bir çelişki bizimkisi… Türkçenin ilk yazılı kaynakları Göktürk Yazıtları’nda, adlarını bırakarak Çinlilerin adlarını alan Türkler, Çinlilerin “tatlı sözlerine ve ipekli kumaşlarına aldanmamak” için uyarılıyor. Birkaç yüzyıl geçiyor aradan, Müslüman olan Türk devletinin başkanı Satuk Buğra, adına Arapça ‘Abdülkerim’ ekliyor. Osmanlının, dinen ve siyaseten çokça uğraştığı Safevi devletinin başkanı Şah İsmail, ‘Hatayî’ adıyla Türkçe şiirler yazmakla kalmıyor, Türkçenin edebi dil olmasına katkı sağlayan şairleri sarayında koruyor. Şah İsmail’in karşısındaki Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim ise şiirlerini Farsça yazıyor. Agâh Sırrı, Cumhuriyet döneminde “milliyetçilik” felsefesinin öncü ismi Sadri Maksudî Arsal’ın, 1930’da yayımlanan Türk Dili İçin kitabını beğenen Atatürk’ün, “Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” sözünü, bu kitap nedeniyle söylediğini yazıyor. Aynı Sadri Maksudî, rejimin kurucusunun önerdiği “DenizBank” sözcüğünün yanlış olup doğrusunun “DenizBankası” olması gerektiğini savununca sürgüne gönderilmekle kalmayıp, zamanın iktidar gazetelerinde hakaretler yağdırılıyor kendisine. Fuat Köprülü, rejimin yanındayken aruz ölçüsü ve dolayısıyla divan şiirini gündem dışında tutarak hece ölçüsü ve halk şiirini öncelemişken DP saflarına geçince kullanımdaki Türkçe sözcüklerin yerine eskilerini getirtiyor. Karamanoğlu Mehmet Bey’den sonra Türkçe vurgulu ne çok emirnâme yazıldı ancak ana dili Türkçe olan Türkiye’de, müstemleke ülkesindeymişiz gibi iş yerlerine Türkçe ad verenleri ödüllendiriyor devletin resmî Dil Kurumu. Türkiye Cumhuriyeti devleti, Avrupa’da düzenlenen müzik yarışmasında şarkısını İngilizce söyleyerek birinci oluyor, ne güzel. Turistlere köfte satan yurttaş, iş yerinin camına tanıtım yazısını İngilizce yazınca dil kirliliğine neden oluyor. Osmanlının şairleri Farsça, Servet-i Fünun şairleri Fransızca sözcükler kullandıkları için ne çok eleştirildiler vaktiyle. Karadeniz’deki emlakçıların, yemek ve dinlenme yerlerinin camlarındaki Arapça sözcüklerden içerisi görünmüyor ancak ‘tık’ yok eleştiri adına, para kazanıyoruz çünkü… Hacivat’ın sahne peşreviyle “Yâr bana bir eğlence!”   

Dil yazılarına ilginin her geçen gün azaldığı, belki bir karşılığının olmadığı âlemin malumu. Bu, ayırımsız hemen her çevrede böyledir. Gazetelerde, dergilerde ve başka ortamlardaki dil yazıları da yok, dil konuşmaları da, dil tartışmaları da. Faruk Kadri Timurtaş ile Ömer Asım Aksoy arasındaki dil sınırlarını aşan Türkçe tartışmaları, yazılarda bir dipnot, o kadar. Kim takar şimdi ‘ağzımızda annemizin sütü’ gerekçesiyle kamusun namus olduğunu. (Hayır, öyle değildir diyenler var ise ‘kelime’den ‘sözcük’e, ‘ilim’den ‘bilim’e, ‘mesele’den ‘sorun’a… “yaşayan Türkçe” kulvarından “öz Türkçe” şeridine dildeki makas değişimi için Alemdar Yalçın’ın, Çağdaş Edebiyat ve İnsan adlı kitabın birinci baskısı (1986) ile sonraki baskısını (2012, 7.b) okuyabilirler). Neden böyle? Çünkü her şeyimiz ‘ekonomik’ ve her şeyimiz ‘politik’ de ondan. Sanırsınız ki Platon’un “Şölen” diyalogunda sözünü ettiği cinsiyetsiz/kimliksiz, “androgynos” iken ortadan bölününce ‘insan’ olan kadın ve erkek olmadık da politik, ekonomik ve biraz da bürokratik ‘idiot’ oldu her birimiz. Dil, kültür, sanat, edebiyat, şiir, müzik, sinema, festival, tiyatro, kitap, dergi vb. sözcüklerden birini yanlışlıkla kullanacak olsak sanırsınız eşek arısı sokacak dilimizi, öyle korkuyoruz.

Ruşen Eşref Ünaydın’ın, I. Türk Dili Kurultayı konuşmasında; “Türkçe analarımızın dili, ana dil! Diller güzeli… Yerine göre kılıçtan keskin, çelikten sert, kayadan sarp, boradan hızlı, bürümcekten ince, kelebekten uçucu, çiçekten renkli, kokudan tatlı, altından parlak, sudan duru Türkçe… Bizi birbirimizle anlaştıran, dünya milletleri, içinde bize de şanlı ve belli bir varlık veren Türkçe…” sözleriyle tanıttığı Türkçeyi bulmak için Orta Asya’nın uçsuz bucaksız bozkırlarına mı gitmemiz gerekiyor? Kaşgarlı Mahmut’un kehaneti tutmadı, dünyanın milletleri Türkçeyi öğrenemedi ne yazık ki… Türklerden canı yananlar oldu da Türkçeden rahatsız olan bir ulus çıkmadı şimdiye dek, mevzuat diliyle Türkçenin itibarını korumaya yeltenenlerin kavrayamadığı gerçek budur.  XXI. yüzyılın ilk çeyreğini geçeceğimiz şu günlerde ağzının tadıyla ‘günaydın öğretmenim’ diyemeyen ilkokul çağındaki Türk çocuğu, yabancı dil öğrenmeye çalışıyor, büyüyünce ‘nitelikli eleman’ olabilmek için. Bir süredir Türkçenin tek patronu gibi görünen ÖSYM, ‘volüme’ yükselterek “Ben sizin babanızım, ben ne dersem olur” diyor bize kıs kıs gülerek. Hayret ki ne hayret… 

Durumdan vazife çıkararak dile ayar çekmeyi görev bilmiş ‘yukarıda’ Türkçe hassasiyeti tavsadı, gitti. Halit Ziya Uşaklıgil’in, “son devrin, İpekiş’in kelebek kanadı kadar ince, zarif, dört metrelik kumaşı ile giyinmiş, başında küçücük beresiyle bir rüzgâr gibi kaldırımlar üzerinde seke seke giden ve rüzgâr mı onu götürüyor, o mu rüzgârı götürüyor diye insanı şüpheye düşüren haliyle de” görüp sevdiği Türkçe adına, 13 Mayıs ve 26 Eylül günlerinde yapılanlardan anımsadığım pek bir şey yok kaç zamandır. Şarkı ‘ayrılık’ için biz de ‘Türkçe’ için yakınır olduk: Sırası mı şimdi? Yalnızca başkalarının dil yazılarının değil, bu yazımın da bir karşılığı olmadığını az çok kestirebiliyorum. İki dil bayramından bir dil sevgisi çıkarmaya çalışırken fıkranın gerçeğini düşündüm. Trafik polisi aziz hemşehrim, ölümlü bir kaza yerine görevli olarak gitmiş. Ortalık kan revan, ölen birkaç kişi gazetelerle örtülmüş. Öteye beriye savrulmuş acı çeken yaralılar, doğal olarak hem feryat ediyor hem de yardım istiyorlarmış. Yaralılardan birine yaklaşan hemşehrim, o dalgınlıkla: “Kes ulan sesini!” demiş ve eklemiş: “Bak, adam orada ölmüş sesi çıkmıyor, sen kolum, bacağım diye bağırıyorsun.”

Yazarın Diğer Yazıları

Kültürün iktidarı: Doğu/İslâm coğrafyasında "iktidar" ya da "muktedir" olmak

Kültürün İktidarı & Siyasal Teoloji ve Kültürel Egemenlik kitabını Doğu/İslâm dünyasına kültür tarihi gezisi saymıştım. Öylesine geniş tarihî coğrafyada onca devletin, kişinin ve kitabın adı geçen bir gezi…

Elvan Kaya Aksarı ile "Saatçi İbrahim Efendi Tarihi" romanı hakkında: Saatlere değil, zamana memur edilmiş bir çelebi...

"Türkiye'nin aradığı kişi Saatçi İbrahim Efendi demek, bir mehdilik iddiası gibi algılanabilir. Türkiye bir kişiden ziyade bir ruhu arıyor. İbrahim Efendilere de tercih ve yaşama hakkının tanındığı bir hürriyet ortamı. Zekeriya sofrası yahut çilingir sofrası olsun adı. Kendin pişirip kendin yediğin sürece bunun kıymeti yok. Sofraya insanı meze yapan değil, insanı kazandıran bir toplum…"

Ahmet Hamdi Tanpınar'ı altmış iki yıl sonra hatırlamak…

"Tanpınar'ın romancılığını, onun zengin dünyasından seçeceğim birkaç sözcük ile anlatacak olsaydım -bu olmaz ya- Tanpınar için kültürün, hüznün, zamanın ve insanın romancısı derdim herhalde"