09 Ekim 2022

Eleştiride "çizmeden yukarı çıkmak" tehlikesi

Batı felsefesinin babası, Yunan filozofu Sokrates, "toplum tarafından inanılan tanrıları reddettiği ve onların yerine yenilerini sunduğu ve gençlerin aklını çelerek onları yoldan çıkardığı için" suçlandığında 'kötü' kişi de ona ölüm cezasını verenler 'iyi' olarak mı bilinmelidirler?

Aleksandr Sergeyeviç Puşkin (1799-1837)'in Türkçeye Seviyordum Sizi (çev. Ataol Behramoğlu) adıyla çevrilen şiir kitabındaki "Çizmeci" şiiri, eleştirideki ölçü sorununu, tarihsel ve güncel yönüyle anlatır. Puşkin, şiirinde bir yandan İsa'dan önceki ressam Apelles'i anımsatarak sanat eleştirisine değinirken diğer yandan da eleştiriye "çizmeden" başlayan bir tanıdığının ölçüsüz yargılamalarından yakınır. İsa'dan üç yüz yıl önce yaşadığı sanılan ancak yaşamına dair pek bilgi olmasa da zamanının ustası kabul edilen Apelles, şair Puşkin'e esin kaynağı olan sözüyle eleştirirken ölçüyü aşanları uyarmıştır o dönemde. Antik Çağ ressamından neredeyse iki bin beş yüz yıl sonra her birimiz, kendimizde bulduğumuz 'eleştiri' hakkımızı kullanarak içimizi rahatlatırken asıl işimizin ne olduğuna bakmayız bile.

ÇİZMECİ

Çizmeci bir gün bir tablo incelerken

Pabuçtaki hatayı göstermiş;

Ressam alıp fırçayı düzeltmiş hemen,

Çizmeci, eller böğürde, devam etmiş:

"Bence yüz iğri bir parça...

Ya şu göğüs, sanki fazlaca çıplak?"

O zaman Apelles kesmiş sabırsızca:

"Çizmeden yukarı çıkma ahbap"

Bir tanıdığım var örnek buna:

Sözcükleri pek serttir ya

Hangi konudan anlar bilmem,

Fakat söze çizmeden başlamaya görsün,

Dünyayı yargılar uyup şeytana!

Apelles'ten çok zaman sonra anlatılan odur ki Fransız ressam Delacroix (1798-1963), Paris'te sergi açtığında sergiyi gezenlerden biri, şövalye tablosunun karşısına geçip tabloyu uzun uzadıya seyredip beğenmediğini göstermek için de başını sallamış. Durumu dikkatle seyreden ressam, tabloyu seyreden kişinin yanına giderek "Benim bu tablom ile çok yakından ilgilendiğinizi görüyorum." deyince "evet" karşılığını veren kişinin, "Tablodaki şövalyenin çizmesindeki körük kıvrımlarında yanlışlık var!" uyarısına, bunu nasıl anladığını sormuş. Tabloyu seyreden adam, kunduracı olduğunu, çizme yaptığını söyleyince Delacroix, boyalarını getirerek adamın söylediği biçimde çizmeyi düzeltmiş ve yeni biçimin daha güzel olduğunu görünce de adama teşekkür etmiş. Adam, aynı tablonun karşısına geçip bu kez de şövalyenin pantolonuyla ve kemerinde kusurlar olduğunu belirtince ressam, dayananmış: "Bak dostum! Anladım. Sen, iyi bir kunduracısın ama çizmeden yukarı çıkma!" karşılığını vermiş ölçü bilmez adama. Tarihsel süreçte pek çok durum için sözü edilmiştir, yapılan bir iş ile o iş hakkında söz söylemenin zorluk derecesine vurgu yapan bu çizme meselesinin.

Desen: Selçuk Demirel

Mustafa Nihat Özön (1896-1980), "bir ansiklopedi olmaktan çok, edebiyat kültürü almış bir kimsenin uğrayabileceği zorlukları çözebilmesine yardımcı" olacağını düşündüğü Edebiyat ve Tenkid Sözlüğü (1954)'nün "tenkid" maddesinde, "Tenkidin işe yararlığı, yaramazlığı tartışma konusu olmuştur. Bunun her iki tarafını tutanlar da birer tenkid yapmaktadırlar." diyerek edebiyat eleştirisinin farklı bir yönüne dikkat çekmişti vaktiyle. Eleştirinin kitabını yazan Northrop Frye, edebî eleştiriyi de bir "sanat" kabul ederek "Zevk sahibi bir insanın edebiyatı nasıl kullanacağını, değerlendireceğini örneklemek ve dolayısıyla da edebiyatın toplum tarafından nasıl sindirilmesi gerektiğini göstermek, işte bu tam da eleştirmenin görevidir." (Eleştirinin Anatomisi; çev. Hande Koçak) açıklamasıyla edebiyat eleştirisinin yükünü göstermiş olur. Puşkin'in, şiirindeki yakınması, toplumsal yaşamdaki eleştiri belirsizliğine bir işarettir, ben de biraz oradan yol almak istedim bu yazımda.

Konuştuğumuzda her birimiz eleştiriye açık bir kişi olduğumuzu söyleriz ancak içimizin kulağı 'alkış' sesleri duymak ister. Küçükten büyüğe her kişide ve kesimde bu böyledir, doğrusunu söyleyelim. Öyle ki 'eleştiri' sözcüğünü 'övgü' ile 'sövgü' arasındaki kaygan zemine yerleştirmişiz gibi her an bir tarafa kayabileceğinden tedirgin oluyoruz. Ne çok kişi, bir başkası için çizmeden yukarı çıkan potansiyel bir eleştirici oluveriyor bu nedenle. Lakabı 'ördek' olan bir arkadaşının yanında gökyüzü bulutluyken yağmur yağacağından söz eden durumdan habersiz kişinin gazaba uğraması, abartı gibi görünse de bir gerçeğimize işaret ediyor aslında. Arkadaşının yağmurdan söz etmesiyle 'sen bana ördek dedin' diyerek hiddetlenen kişi, arkadaşının samimi açıklamalarını dinlemeden açıklama yapmış: "Yağmur yağınca yolların kenarında su birikecek ve böylece toplanan sularla oluşacak göllerde ördekler yüzecek." ya işte, bana "ördek" demek istedin demiş. Köpükleyip keselediği sultanının, "benim bedelim ne kadardır" sorusuna karşılık "elli akçe" cevabını veren tellak, gazaba gelen sultanının, "bre densiz, elli akçe sadece belimdeki kuşak eder" sözüne, "ben de zaten ona değer biçtim" demiş. Tellak, bedel belirlemenin ölçüsüyle çizmeyi aşmış olabilir mi, konuşulmalı.

Oscar Wilde, Sanatçı: Eleştirmen, Yalancı, Katil kitabının "Sosyalizm ve İnsan Ruhu" (çev. Fatih Özgüven) yazısında benim, 'çizmeyi aşma' gerekçesine dayandırdığım önemli bir belirleme yapmış. "İnsan tarih okudukça ama okullu çocuklar için hazırlanmış sansürlü basımlardan değil, her çağın kendi yetkili ağızlarından okudukça, midesi bulanır –kötülerin işlediği suçlardan değil, iyilerin verdiği cezalardan." Dikkat edelim, ne çok sözü var bu bir cümlenin. Öncelikle resmi tarih kitaplarının üstünü çiziyor Wilde, hani şu bizdeki arka kapağında "bir Türk dünyaya bedeldir" yazılı türdeki tarih kitapları yani. Cümlenin, mide bulandırıcı saydığı kötülerin suçları ile iyilerin cezaları da öyle seçilip ayrılacak gibi değildir.

Kadim zamanlardan bu yana çizmeyi aşmak ile sonrasındaki mide bulandıran durumlar, ardı arkası kesilmeden tartışmalarıyla sürüp gelmektedir. Âdem ile Havva, yasak dinlemeyerek çizmeyi aşanların ilki kabul edilebilir mi, tartışmaya değer ancak yine de bilindik bir isimle başlanabilir mide bulandırmanın tarihine. Batı felsefesinin babası, Yunan filozofu Sokrates (MÖ 469/470-399), "toplum tarafından inanılan tanrıları reddettiği ve onların yerine yenilerini sunduğu ve gençlerin aklını çelerek onları yoldan çıkardığı için" suçlandığında 'kötü' kişi de ona ölüm cezasını verenler 'iyi' olarak mı bilinmelidirler?

Dünyanın bilim tarihinde "modern fiziğin babası" bilinen Galileo Galilei (1564-1642), "İncil'i tekrar yorumlamak" ve ardından "kâfirlik" ile suçlanıp da ev hapsine mahkûm edildiğinde, iyilerin cezalandırdığı çizmeyi aşmış bir kötü müydü acaba? Durumunun mide bulandırıcılığı tartışılmaz ya "Karanlık ve aydınlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım; bundan dolayı her yerde nefretle karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı aptal çoğunluğun öfkesine hedef olarak yaşadım." diyen Giordano Bruno (1548-1600)'nun elleri arkadan bağlanıp da ağzına tıkaç tıkılarak yanan ateşin üzerine sürülmekle idam edilmesine ne dememiz gerekir, kötünün suçu ve iyinin cezası için? Yazdıkları incitici bulunmuş, sürgüne gönderilmiş, kopyaları yakılmış ve ardından tutuklanmış Voltaire (1694-1778), ölüm anındayken ziyaretine gelen kral hazretlerine, "tanrı ve özgürlük" dileğini fısıldarken çizmeyi aşmış olmalıydı yine de. İspanya'daki darbe sonrasında Sivil Muhafızlar baskısı İspanya'yı artık yaşanmaz duruma getirdiğinde "İspanyol Sivil Muhafız Baladı" yazdıktan sonra otuz sekiz yaşında kurşuna dizilen Federico Garcia Lorca (1898-1936) da çizmeyi aşanlardandır. Bir isim listesi yazılacak olsa Batı'da boyu kaç çizmeyi aşardı, kim bilir.

Uzun süren yargılamalar ve tutuklamaların ardından idamı onaylanınca önce kırbaçlanıp ardından burnu, kolları ve ayakları kesilerek sonra idam edilen daha sonra da başı kesilerek Dicle üzerindeki köprüye dikilen, gövdesi yakılarak külleri nehrin sularına savrulan, kesik başı iki gün köprüde dikili bırakıldıktan sonra Horasan'a gönderilerek bölgede dolaştırılan, tasavvuf kültürünün gelişmesinde önemli katkıları olan mutasavvıf Hallâc-ı Mansûr (858-922) da iyilerin cezalandırdığı suç işlemiş bir kötüydü herhalde, öyle ya! Akıl almaz sorgulamalar sonunda yaygın kanaatle hapsedildiği kalede aç bırakılarak öldürüldüğü yazılan İşrâkî felsefesinin kurucusu filozof Sühreverdî (1154-1191), kesin kes çizmeyi aşmışlardan biridir ki iyilerin cezasını hak etmiştir o da. On beşinci yüzyılın Hurufî şairi mutasavvıf Seyyid Nesimi de çizmeyi aşmasının bedelini derisi yüzülerek öldürülmekle ödemiştir. Doğu için liste yazıp da Dicle'ye atsanız rengi mürekkep olur nehrin.

Osmanlının şairi Nef'î (1572-1635), bir 'kötü' olarak çizmeyi aşmamış olsaydı saray odunluğunda boğdurulup cesedi denize atılmazdı kuşkusuz. Edebiyatın ders kitaplarında "vatan şairi" olarak yer almış Tanzimat şairi Namık Kemal (1840-1888) de çizmeyi çok kez aşmasının bedelini Magosa zindanlarında kuyu suyu içerek, soğuk taş hücrede otuz sekiz ay rezil bir yaşam ve sonrasında Midilli mahkûmiyetiyle ödemiştir. İyiler önce ceza verdi sonra da adına üniversite açtı, "Yazılsın seng-i kabrimde; Vatan mahzun, ben mahzun." diyen şairin. Refik Halit, Halide Edip, Kemal Tahir, Orhan Kemal, Aziz Nesin, Hasan İzzetin Dinamo, Sabahattin Ali, Rıfat Ilgaz… İyilerin, kendilerine verdiği cezalardan payını alan suç işlemiş (!) kötülerden yalnızca birkaçıdır.

İnsanlığın tarihinde; eleştiri, dolayısıyla çizmeyi aşmak ne zaman ve nerede başladı sorusuna karşılık aramak absürt bir durum olur bu nedenle sözlü ve yazılı kültür ürünlerine bakabildiğimiz ölçüde karşılık bulabiliriz. Bu süreçte, bazı dönemleri ya da kişileri aklama çabası, başlangıç belirleme sorusunu aşan bir saçmalıktır. Uzak ve yakın iki örnekle bitireyim.

Köroğlu'nun babası Ürüşan, at bakıcısı olarak Bolu Beyi'nin emrinde çalışırken aldığı emirle Anadolu'da at aramaya çıkar. Araya araya Tercan'a gelen Ürüşan Baba, orada kır ve doru tayları görünce alacağı bir atın karşılığında doru tayı da almak ister ancak at sahibinin ısrarına dayanamayınca kır tayı da alarak geri dönüp Bolu Beyi'nin huzuruna çıkar. Tayları çelimsiz bulan Bolu Beyi, tayların bakılınca iyileşeceği açıklamalarını dinlemez ve ceza olarak Ürüşan Baba'nın gözlerine mil çektirir. Çizmeyi aşmış suçlu kötü Ürüşan Baba, tayları yanına alarak mil çekilmiş gözleriyle evine döner, hikâye devam eder.

Gazeteci Sadun Tanju (1924-2013), Eski Dostlar (2000) adlı anılar kitabında, gazete yazılarından derlenen yazılarından yakın zamanda, döneminin tanığı Fikir ve Sanat Âlemimize Bu Hürriyet Kâfi Değildir (2021; haz. Tuncay Birkan) adlı kitabı yayımlanan Vâlâ Nureddin (1901-1967) hakkındaki ilginç bir gelişmeyi anlatır. "İngiliz tersanelerine ısmarlanan iki denizaltımızı teslim almak üzere Refah adlı köhne ve küçük bir şileple yola çıkarılan mürettebat ve eğitim personeli, Mısır'a giderken Kıbrıs açıklarında bir Fransız denizaltısının torpili ile denize saçıldı, 35 'i kurtarıldı, 168'i Akdeniz'in sularına gömüldü. Vâlâ Nurettin o sıralar Akşam'da çalışıyor. Oturur zehir zemberek bir yazı yazar. Binbir emekle yetiştirilmiş vatan evlatlarını çürük bir tekneyle ve ciddi bir tedbir almadan nasıl ölümün kucağına atarsınız gibi bir üslupla verip veriştirir. Devir tek parti devri. Atatürk öleli üç yıl bile olmamış. İsmet Paşa, içeride muhalefeti bastıracağım, dışarıda savaş yangınından korunacağım diye soğuk terler döküyor. Vâ-lâ'nın yazısı Ankara'dakilerin yüreğine ok gibi saplanır. Ne yapmalı? Her yerde ve her zaman olduğu gibi, yeni iktidarın kraldan çok kralcıları kolları sıvarlar. Bu Vâlâ Nurettin zaten sabıkalı! 1920'lerin başında Lenin Rusya'sına Nâzım Hikmet ve Şevket Süreyya ile ihtilal tedris etmeye gidenler takımından. Fırsatı yakaladı mı karıştırmasını bilir. Öyleyse hemen haddini bildirmeli ki, öbürleri cesaret bulmasın! Fakat ölçüyü de iyi tutmak lazım. Vâlâ'nın basında hatırı sayılır bir ağırlığı var. Kurtuluş Savaşı'nda Nâzım'la Anadolu'ya geçmiş, Bolu'da öğretmenlik yapmış, Mustafa Kemal'in sempatisini kazanmış, Moskova'daki Devrim Üniversitesi'nden döndükten sonra da parti marti işlerine karışmayıp, Atatürk devrimlerine arka çıkarak Cumhuriyet Türkiyesi'nin itibarlı gazeteci yazarları mertebesine yükselmiş. Böyle bir aydına, aba altından sopa göstermek kolay mı? Kimin aklına gelmişse, derler ki: "Yahu bu Vâlâ, Refah'ta şehit düşen askerler için ah vah ediyor ama, bakalım askerliğini yapmış mı?" Evet, anlatılan olay 1941 Haziran sonlarındadır ve çizmeyi aşmış suçlu kötü, kırk yaşındaki Vâlâ Nureddin, askerlik görevi için alelacele Konya'ya gönderilir. Oscar Wilde için 'key words': tarih, tekerrür, ibret.

Hasan Öztürk kimdir?

Hasan Öztürk 1961'de Trabzon'un Araklı ilçesinde doğdu. İlkokulu ve ortaokulu Araklı'da okudu, ardından Trabzon Erkek Öğretmen Lisesini bitirdi (1978).

Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (Selçuk Üniversitesi) mezunu (1983) Hasan Öztürk, yazıya 1980'li yılların ortalarında Yeni Forum dergisinde, 'kitap' eksenli yazılarıyla başladı. Sonraki yıllarda -bir ya da iki yazısı yayımlananlar kenarda tutulursa- Millî Kültür, Türk Edebiyatı, Matbuat, Türkiye Günlüğü, Polemik, Virgül, Liberal Düşünce, Gelenekten Geleceğe, Dergâh, Arka Kapak ve Cumhuriyet Kitap adlı dergiler ile 'Edebiyat Ufku' , 'K24' ve 'Gazete Duvar' adlı sanal ortamlarda yazıları yayımlandı.

Bazı yazıları ortak kitaplar içinde yer alan Hasan Öztürk, kısa süreli (2018/2019; 6 sayı) ömrü olan mevsimlik ve mütevazı Kitap Defteri adlı 'kitap kültürü' dergisini yönetti ve dergide yazdı.

Hasan Öztürk, 2000 yılının başından bu yana yayıma hazırladığı iki aylık Mavi Yeşil yanında Roman Kahramanları, Kitap-lık, Edebiyat Nöbeti ve KE adlı dergiler ile 'T24 Haftalık' ve 'Aksi Sanat' sanal ortamlarında aralıklarla yazmaktadır.

Edebiyatın, daha çok kurmaca metinlerine yönelik yazılar yazan Hasan Öztürk'ün; Kitabın Dilinden Anlamak (1998), Yazının İzi (2010), Aynadaki Rüya (2013), Kurmaca ve Gerçeklik (2014), Kendine Bakan Edebiyat (2016), Gündem Edebiyat (2017) ve Üç Duraklı Yolculuk (2021) adlı kitapları yayımlanmıştır.

Yazarın Diğer Yazıları

Kültürün iktidarı: Doğu/İslâm coğrafyasında "iktidar" ya da "muktedir" olmak

Kültürün İktidarı & Siyasal Teoloji ve Kültürel Egemenlik kitabını Doğu/İslâm dünyasına kültür tarihi gezisi saymıştım. Öylesine geniş tarihî coğrafyada onca devletin, kişinin ve kitabın adı geçen bir gezi…

Elvan Kaya Aksarı ile "Saatçi İbrahim Efendi Tarihi" romanı hakkında: Saatlere değil, zamana memur edilmiş bir çelebi...

"Türkiye'nin aradığı kişi Saatçi İbrahim Efendi demek, bir mehdilik iddiası gibi algılanabilir. Türkiye bir kişiden ziyade bir ruhu arıyor. İbrahim Efendilere de tercih ve yaşama hakkının tanındığı bir hürriyet ortamı. Zekeriya sofrası yahut çilingir sofrası olsun adı. Kendin pişirip kendin yediğin sürece bunun kıymeti yok. Sofraya insanı meze yapan değil, insanı kazandıran bir toplum…"

Ahmet Hamdi Tanpınar'ı altmış iki yıl sonra hatırlamak…

"Tanpınar'ın romancılığını, onun zengin dünyasından seçeceğim birkaç sözcük ile anlatacak olsaydım -bu olmaz ya- Tanpınar için kültürün, hüznün, zamanın ve insanın romancısı derdim herhalde"