03 Temmuz 2022

Benlik ve İmaj: Cücenin mahareti, alakarganın tüyleri ve güzellik ile çirkinin kıyafetleri

Bugünün toplumsal yaşamında 'kuyu', ilkeleriyle yaşamak isteyenlerin hapsedildiği yalnızlık alanıdır. Dikkat ediniz, ne çok 'hikâye' ile yan yanayız günlük yaşamda, "nice elbiseler gördüm içinde insanlar yok" türünden. Öyle ki herhangi birimiz, Montaigne üstadın rahatlığıyla "kendimi nasıl gösterdiğimin önemi yok, yeter ki olduğum gibi göstereyim; yapmak istediğim budur" diyebilecek durumda değiliz

Namık Kemal, İntibah (1876) romanına Maarif'çe uygun görülmemiş "önsöz" yazısında, "Hint'ten Batıya geçmiş bir hikâyedir" açıklamasıyla kısa bir hikâyecik anlatır:

"Gerçek küçük bir kızmış. Fakat, çıplak gezermiş, nereye gittiyse kabul etmemişler, sonunda bir kuyuya saklanmak zorunda kalmış. Hikâye ise, dişleri dökülmüş, suratı buruşmuş, elleri çolak, ayakları paytak, beli kambur, ağzı kokar, burnu akar bir kocakarıymış. Buna karşılık yüzünü düzgünler, iğreti dişlerini (takıp) vücudunu gayet süslü giysilerle süslendiğinden, her an görenlerce beğenilirmiş. Sonunda gerçeğe bir gün kuyuda rastlamış, kendi giysi ve sair süslerini vermiş, ondan sonra gerçek de gittiği yerde kabul olunmaya başlamış."

Tanzimat dönemi romancısının, kurmaca ile gerçek ilişkisi bağlamında dikkate değer hikâyeciğinin yer aldığı ve Maarif'çe yasaklanmış "önsöz" yazısını Faik Reşat, 1909'da yayımladığı Edib-i Âzam Namık Kemal adlı kitabına eklemiştir. Bu bilgiyi, Baha Dürder'in, hikâyeciği de alıntıladığım Roman Anlayışı (1971) adlı derleme kitabından öğrendim. Bu yazımda, adı geçen roman ve ilgili önsöz yazısı değil de Hint'ten aktarıldığı söylenen hikâyedeki 'imaj' değişikliği üzerinden başka birkaç metne değinmek istiyorum. Ancak, bu imaj sorununun bir tür maskeleme olduğunu da var sayarak andığım romanla ilgili bir ayrıntıya değinip, kuyudaki kılık-kıyafet değişikliğine döneyim. 

Bilenleri bilir. Vatan yahut Silistre tiyatrosu için 1873'te gönderildiği Magosa sürgünlüğünden ancak otuz sekiz ay sonra 1876'da İstanbul'a dönebilen Namık Kemal, sürgünde yazdığı romanını Son Pişmanlık adıyla ve "önsöz" yazısıyla sunduğunda, Maarif Nezareti, "önsöz" yazısını çıkartmakla kalmamış kitabın adını da İntibah olarak değiştirmiştir. Yayımına güçlükle izin alınabilen roman, bir süre beklemiş ve sonrasında "Vakit" gazetesinin matbaasında "fasikül" olarak yayımlanmıştır. Bu bilgiler, edebiyat bilgisi veren pek çok kaynakta okunabilir. Edebiyat eğitimin ders kitaplarında, Magosa Kalesi'ndeki otuz sekiz aylık 'sürgün' sözcüğü yerine 'zorunlu ikamet' maskelemesini de görebilirsiniz. İntibah romanını yayıma hazırlayan, 'Namık Kemal' kitabı da yazmış Profesör Mehmet Kaplan, hiçbir şey bilmiyormuş gibi romanın başına eklediği "İntibah Romanı Hakkında Birkaç Söz" yazısında, otuz sekiz aylık sürgünden, Son Pişmanlık adından ve kitaptan çıkarılan "önsöz" yazısından hiç söz etmeden, "Namık Kemal, İntibah romanı için yazdığı, fakat romanının başına koymadığı bir önsözde…" (İntibah, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., 1984) diyerek edebiyat açıklamaları yapıyor, hayret! Namık Kemal, "Dün hak bildiğimiz şeye bugün batıl deniliyor, bugün hata dediğimiz şey yarın savap oluyor." ("Hukuk", İbret, 19 Haziran 1872) dediğinde ufku ne kadar aydınlıkmış, anladım. Neyse ki konumuz bunlar değil.

'Dönüşüm' sözcüğü, ad olarak Kafka'nın romanı ölçüsünde başka bir metne yakışmamıştır. Öyle ya "Gregor Samsa bir sabah bunaltıcı düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu." ise başkası aranmaz bu örnek için. Dünyanın edebiyatlarında çokça işlenmiş bu 'dönüşüm' metaforu, İthake kralı Odysseus'un dönüş yolunda büyücü Kirke'nin adasına geldiğinde, adamlarından bazılarının iksirinin etkisiyle domuza dönüşmelerine uzanır, belki daha öncesi de vardır. Benim, bu yazıda sözünü etmek istediğim başka bir 'dönüşüm hikâyesi' var, Frankenstein ve Son İnsan yazarı Mary Shelley'in Karanlık Yazılar (İthaki, 2020; çev. Doğa Özışık) kitabındaki "Dönüşüm" öyküsü.

Shelley, mitolojik ögelerle zenginleştirdiği "Dönüşüm" öyküsünde; savurganlığının, dik başlılığının, kibrinin faturasını oldukça yüksek bedelle ödemiş genç Guido'nun kendini bulma hikâyesini, yine onun ağzından Odysseus'un yirmi yıl sonra dönüşündekini çağrıştıran aşkıyla anlatır. Guido, babasının sürgüne gönderilen Cenova'nın soylularından arkadaşı Torella'nın kendilerine emanet edilen kızları Juliet ile birlikte büyümüştür. Çocukluktan gençliğe geçtikleri yıllarda Torella sürgünden dönüp eski itibarını kazanmış, Guido on yedi yaşındayken de babası ölmüştür. Babası ölüm döşeğindeyken Juliet'le nişanlanan Guido, artık herkesin gözdesi, yakışıklı ancak bir o kadar da söz dinlemez, şımarık delikanlıdır. İtalya'yı gezdikten sonra Paris'e de giden Guido, söz yerindeyse orada har vurup harman savurur, elde avuçta olanı tüketir. Baba ocağı Cenova'ya bir "dilenci" olarak döndükten sonra bile haylazlıklarına devam eden Guido, babası bildiği Torella'nın samimi uyarılarını, "toplumun dışına itilmiş bir serserinin kudretli bir asile nefreti" olarak reddeder. Cenova'da can sıkıntısı, çaresizlik ve parasızlık yorgunu Guido, "her adımda daha da yabanileşen ve ıssızlaşan kayalık kıyı boyunca" yürüdüğü bir günde beklenmedik bir olayla karşılaşır. 

Guido kıyıda beklerken, rüzgârın sürüklediği büyük bir gemi kayalara çarparak parçalanır, sağ kalan bir kişi ise kayanın üzerindeki sandığın üstünde oturmaktadır. Sandığın üstündeki cücenin, "örümceğin bacakları gibi görünen ince uzun kolları" benzeri biçimsiz bedenine karşılık sandık dolusu paraları vardır. Biri karada, diğeri denizde kaza geçirmiş iki kişi birbirlerini dinler ve sonunda anlaşırlar. Guido, yakışıklı bedenini üç günlüğüne cüceye verecektir, cüce de "içinde parlayan mücevherler, ışık saçan altınlar ve gümüşler" olan sandığındakileri Guido'ya bırakacaktır. Anlaşma sağlandıktan sonra, çakılların üstünde gün doğarken uyanan Guido, "korkunç bir şekle büründüğü"nü görünce gölgesini görmemek için yüzünü güneşe döner. Guido, üç gün bekler ancak cüce gelmez üstüne üstlük, rüyasında cücenin kendi yakışıklı bedeniyle gidip Juliet ile evlendiğini de görür. Her şeyi göze alarak Cenova'ya dönen cüce kılıklı Guido, korktuğuyla karşılaşır. Guido kılıklı cüce, oldukça kibar bir dille Juliet'e aşkını anlatmıştır. Juliet'in, "tövbekâr, düzelmiş, sevgili" Guido'ya verileceğini öğrenen gerçek Guido, bir yolunu bulup konağa girerek o gece kendisi kılıklı sahte Guido'yu öldürür ve asıl evlenilecek olanın kendisi olduğunu güç de olsa sevgilisine anlatır, sonunda çocukluk arkadaşı iki genç evlenirler. Öykünün başındaki öz eleştiriye benzer biçimde Guido, yeniden sorgular kendini: "Uğursuz gururum, şeytani hiddetim ve aşağılıkça kendime tapmam yüzünden olmuştu bunlar. Keşke bedenimi çalan canavarın davrandığı şekilde davransaydım, teslimiyetçi bir edayla Torella'ya kendimi sunup yanlış yaptığımı söyleyip beni affetmesini isteseydim de, 'Melek evladınıza layık değilim' deseydim, ama yine de gelecekte değişen davranışlarım günahlarımdan vazgeçtiğimi gösterdiğimde ve kızınıza layık olmaya uğraştığımda, onunla olmamam izin verin…" türünden sözler eder kendine.

"Dönüşüm" öyküsündeki 'cüce', Namık Kemal'deki 'hikâye', Guido ise kuyudaki 'gerçek' olsa gerektir. Her iki metnin karakterleri, edebiyat ve psikoloji alanlarının kuramlarıyla yorumlanmayı hak ederler. Kadın yazar olarak zamanının erkek egemen edebiyat ortamında hayli sorunlar yaşamış Shelley, öyküdeki 'cüce' karakteriyle piyasa cambazı, niteliksiz yazarları anlatmış da olabilir. Belki de uyarmıştır hemcinsi yazarları, yapıp ettiklerini bilsinler, direnme güçlerini yitirmesinler diye. Guido, nişanlısının konağına girmeyi göze alamasaydı sonrasındaki olacakları az çok kestirebiliriz.

Modern dünyada, 'benlik' ile 'imaj' kalabalığın ortasında saklambaç oynuyorlar dense yeridir, hiçbirinin de 'sayım suyum yok' deme hakkı kalmadı. Kendimiz değiliz, kendimizde değiliz artık. "Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol" sözü, zamanımız ölçüsündeki anlam iflasına uğramamıştı herhalde. Evet, kuyuda saklanan 'gerçek' ile ona üstten aşağı -belki de acıyarak- bakan 'hikâye' alegorisi, kurmaca metinlerin anlatma tekniği ile ilgilidir. Ne var ki bu değişme, edebiyat ile sınırlı kalmak yerine insan ilişkilerine açıklık getirecek hikâyedir. Bugünün toplumsal yaşamında 'kuyu', ilkeleriyle yaşamak isteyenlerin hapsedildiği yalnızlık alanıdır. Dikkat ediniz, ne çok 'hikâye' ile yan yanayız günlük yaşamda, "nice elbiseler gördüm içinde insanlar yok" türünden. Öyle ki herhangi birimiz, Montaigne üstadın rahatlığıyla "kendimi nasıl gösterdiğimin önemi yok, yeter ki olduğum gibi göstereyim; yapmak istediğim budur" (Denemeler 3, 2019) diyebilecek durumda değiliz.

La Fontaine (1621-1695), soydaşının yüz yıl önceki mesajını almış gibidir:

Bir tavustan dökülen tüyleri alakarga
Alıp kendi vücûdüne uydurdu;
Hemen tavuslara koştu kabara kabara;
Pek güzel olduğunu sanıyordu.
Ama biri tanıdı bunu, başladı alay:
Kahkaha, ıslık, yuha, küfür, kalay.
Bir olup zavallıyı yoldular didik didik.
Tekrar hemcinslerine sığındı bu alık bay;
Oradan da sepetlendi üstelik.
İnsanlar içinde de çoktur alakargalar.
Ötekinin berikinin eserini çalar,
Yutturmağa çalışırlar herkese.
Hiçbir şey söyleyecek değilim korkmasınlar;
Varsın görünsünler hâlleri ne ise…

Orhan Veli çevirisiyle aktardığım "Tavus Tüyüne Bürünmüş Alakarga" (Fevziye Abdullah Tansel, İyi ve Doğru Yazma Usûlleri III, 1978) başlıklı 'fabl' örneği, 'benlik' ile 'imaj' saklambacının tarihçesine de yardımcıdır. Yazılanlara bakılırsa La Fontaine, kendi dönemindeki 'eksiler-yeniler' karşılaştırmasında klasik olan eskileri önemsemiş, özentili ve yetersiz yenileri de alakarga alegorisiyle yermiştir. Edebiyat ölçeğiyle bakıldığında, yaklaşık aynı dönemlerde bizdeki Latifi (1491-1582 ) de Tezkire kitabında zamanının yeni yetme şairlerini benzer biçimde eleştirmiştir. La Fontaine'in yergisinde umut verici gelişmeler var bence. Dikkat ediniz, tavusun dökülen tüylerini kendi bedenine yapıştıran alakarganın kendisine eklemesinin bir maske, kendisinin de sahte olduğu tavus grubunca anlaşıldığında ayıplanıyor, dışlanıyor. Kendi yanlışını anlayan alakarga, asıl ortamına geri döndüğünde bu kez oradan da sepetleniyor. Tarihsel duruma 'benlik-imaj' çelişkisiyle bakıldığında bugünün imaj dünyasında sahte tavuslardan geçilmiyor, kim kimi yuhalayacak ki. İmaj peşindeki tavusun deneyimlerinden yararlanmayı bekleyenler onu sepetleyecek iradeyi kaybetmiştir.

Halil Cibran, "Giysiler" (Gezgin; 2014; çev. Cahit Koytak) başlıklı kısa metinde bugünün dünyasını yansıtacak 'değişim-dönüşüm' hikâyesi anlatır. Cibran'ın anlattığı hikâye, önce kuyudaki çıplak gerçeğe götürür, sonra da Shelley'in cücesinin çıkarcılığıyla ve La Fontaine'in imaj peşindeki alakargasıyla yüzleştirir bizi. 

"Günlerden bir gün Güzellik'le Çirkinlik karşılaşıvermişler denizin kıyısında. Biri ötekine, "gel yüzelim denizde" demiş. Ve bunlar üzerlerindekileri çıkarmış, başlamışlar suları kulaçlamaya. Bir süre sonra Çirkinlik, kumsala çıkmış ve Güzelliğin giysilerini giyinip kuşanarak kendi yoluna gitmiş. Neden sonra Güzellik de denizden çıkmış ve bulamamış bıraktığı yerde giysilerini. Çıplak kalmayı çok utanç verici bulduğu için de çaresiz, Çirkinliğin bıraktığı giysileri giymiş üzerine ve o da kendi yolunu tutmuş. İşte o gün bu gündür karıştırır erkekler de kadınlar da Güzel Olan'la Çirkin Olan'ı birbirine. Yine de Güzelliğin yüzüne bakınca üzerindeki giysiye aldanmadan, onu hemen tanıyanlar olduğu gibi Çirkin Olan'ı yüzünden tanıyan ve altında gizlendiği örtülere kanmayan keskin görülü insanlar da vardır."

İmaj tutkunu alakarga, onu ayıplayacak tavuslar ve benliğini kaybetmiş alakargayı sepetleyecek dürüst çevrenin birbirine karıştığı bir dünyayı da "Giysiler" anlatabilirdi.

Modern dünyanın yaşam pratiğinde kendimizin de dâhil olduğu garip insan ilişkilerine tanık oluyoruz. Yaşadıklarımız, faklı disiplinlerin inceleme alanındadır, her birimizin bilgisidir bu. İnsan ile onun kendi varlığını tanıma aracı olan ötekiyle ilişkileri, bilimlerin sınırlarına gelmeyecek çeşitliliktedir. Edebiyat metinlerini okumak, insanın evrensel yolculuğundaki yol arkadaşlarımızı görmektir bir bakıma. Nermi Uygur'un deyişiyle:

"Yazar bambaşka kişileri de anlatsa, binlerce yıl önceki olayları da deşse, uyduruksal kişileri de incelese, okuyana büsbütün yabancı eylemleri de sayıp dökse, bir tek canlıdan söz etmeyip rastgele nesneleri bile tasvir etse, gene de okuyucu, okumasıyla kendi üzerindeki bilincin karanlıktan sıyrıldığını, düşünce ve yeti sınırlarının seçikleştiğini, sözün en geniş anlamıyla duygu yaşayışı bakımından ayıklığa kavuştuğunu içten kavrar." (İnsan Açısından Edebiyat)

Hasan Öztürk kimdir?

Hasan Öztürk 1961’de Trabzon’un Araklı ilçesinde doğdu. İlkokulu ve ortaokulu Araklı’da okudu, ardından Trabzon Erkek Öğretmen Lisesini bitirdi (1978). 

Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (Selçuk Üniversitesi) mezunu (1983) Hasan Öztürk, yazıya 1980li yılların ortalarında Yeni Forum dergisinde, 'kitapeksenli yazılarıyla başladı. Sonraki yıllarda -bir ya da iki yazısı yayımlananlar kenarda tutulursa- Millî Kültür, Türk Edebiyatı, Matbuat, Türkiye Günlüğü, Polemik, Virgül, Liberal Düşünce, Gelenekten Geleceğe, Dergâh, Arka Kapak ve Cumhuriyet Kitap adlı dergiler ile 'Edebiyat Ufku, 'K24ve 'Gazete Duvaradlı sanal ortamlarda yazıları yayımlandı. 

Bazı yazıları ortak kitaplar içinde yer alan Hasan Öztürk, kısa süreli (2018/2019; 6 sayı) ömrü olan mevsimlik ve mütevazı Kitap Defteri adlı 'kitap kültürü’ dergisini yönetti ve dergide yazdı. 

Hasan Öztürk, 2000 yılının başından bu yana yayıma hazırladığı iki aylık Mavi Yeşil yanında Roman Kahramanları, Kitap-lık, Edebiyat Nöbeti ve KE adlı dergiler ile 'T24 Haftalıkve 'Aksi Sanatsanal ortamlarında aralıklarla yazmaktadır. 

Edebiyatın, daha çok kurmaca metinlerine yönelik yazılar yazan Hasan Öztürk’ün; Kitabın Dilinden Anlamak (1998), Yazının İzi (2010), Aynadaki Rüya (2013), Kurmaca ve Gerçeklik (2014), Kendine Bakan Edebiyat (2016), Gündem Edebiyat (2017) ve Üç Duraklı Yolculuk (2021) adlı kitapları yayımlanmıştır

Yazarın Diğer Yazıları

Kültürün iktidarı: Doğu/İslâm coğrafyasında "iktidar" ya da "muktedir" olmak

Kültürün İktidarı & Siyasal Teoloji ve Kültürel Egemenlik kitabını Doğu/İslâm dünyasına kültür tarihi gezisi saymıştım. Öylesine geniş tarihî coğrafyada onca devletin, kişinin ve kitabın adı geçen bir gezi…

Elvan Kaya Aksarı ile "Saatçi İbrahim Efendi Tarihi" romanı hakkında: Saatlere değil, zamana memur edilmiş bir çelebi...

"Türkiye'nin aradığı kişi Saatçi İbrahim Efendi demek, bir mehdilik iddiası gibi algılanabilir. Türkiye bir kişiden ziyade bir ruhu arıyor. İbrahim Efendilere de tercih ve yaşama hakkının tanındığı bir hürriyet ortamı. Zekeriya sofrası yahut çilingir sofrası olsun adı. Kendin pişirip kendin yediğin sürece bunun kıymeti yok. Sofraya insanı meze yapan değil, insanı kazandıran bir toplum…"

Ahmet Hamdi Tanpınar'ı altmış iki yıl sonra hatırlamak…

"Tanpınar'ın romancılığını, onun zengin dünyasından seçeceğim birkaç sözcük ile anlatacak olsaydım -bu olmaz ya- Tanpınar için kültürün, hüznün, zamanın ve insanın romancısı derdim herhalde"