21 Kasım 2021

‘Avare’, ‘serseri’ ve ‘komünist’ olmayan öykücü Sait Faik 115 yaşında

Yalnızca öyküleriyle okunup geçilmemelidir Sait Faik çünkü ustalığına kanıt öyküleri yanında şiirleri, röportajları, mektupları ve iki de romanı vardır

Öykücülüğümüzün ustası Sait Faik Abasıyanık, 11 Mayıs 1954’te İstanbul’da öldüğünde henüz ellisine ulaşamamış bir yazardı. 18 Kasım 1906 Adapazarı doğumlu Sait Faik, bugünlerde yüz on beş yaşını tamamladı. 

Sanat eserleri gibidir sanatçılar, onlar da zamansız doğmuşlardır kendi zamanlarına; bilinmelerine zaman gerekir onların. Öykümüzün ustası Sait Faik de andıklarımdandır. Birkaç yazımla yazdıklarından söz ettiğim yazarın okumadığım yazısı kaldı mı bilemiyorum, buna karşılık Sait Faik’i okumakta geç kaldığımı ben de açık açık söylemeliyim. 

Orhan Veli’nin şiirlerinde tanıştığımız ‘sıradan’ kişilerden biriydi sanki Sait Faik. Sağlığında, başkalarının dikkatini çekecek biyolojik gözle görülür bir özelliği yoktu onun. Uzun yıllar Ada-İstanbul arasında taşıdığı kişinin dünyanın bildiği öykücü Sait Faik olduğunu bilmeyen motorcunun mahcubiyeti bu bakımdan düşündürücüdür. İstanbul’da bir sanatçı toplantısına katılmak isteyen Sait Faik, ‘burada edebiyatçılar buluşacak, balıkçıları içeri alamıyoruz’ gerekçesiyle geri gönderilmiştir salonun kapısından. Salona girememiş ancak anlattığı kişilere benzediği için de mutlu saymıştır kendini öykücü. 

Yazdığı yılların normal olmayan toplumsal koşullarının da etkisiyle olmalı “anadan doğma” öykücünün yazdıkları aralarda bir yerlerde kaybolup gitmiştir zamanında. Yıllar sonra sanatçılığının aşamalarını belirleyen Lüzumsuz Adam (1948), Mahalle Kahvesi (1950) ve Alemdağ’da Var Bir Yılan (1954), yazarın sağlığında öyle elden ele dolaşmış kitaplar değildir. 1950’lerin başlarındaki edebiyat matinelerinden birinde Sait Faik, konuşma sırası kendisine geldiğinde konuşurken salon boşalmaya başlamış. İlgililer, dinleyicileri ‘Arkadaşlar, konuşan bizim meşhur öykücü Sait Faik’tir’ türü uyarılarla yeniden salona döndürmeye çalışmışlardır. 

Yalnızca öyküleriyle okunup geçilmemelidir Sait Faik çünkü ustalığına kanıt öyküleri yanında şiirleri, röportajları, mektupları ve iki de romanı vardır onun. “Kriz” (Kumpanya) öyküsündeki “Edebi eserler insanı yeni ve mesut, başka iyi ve güzel dünyaya götürmeye, kurmaya yardım etmiyorlarsa neye yarardı?” soru cümlesi, onun edebiyata yüklediği özel anlamı gösterir. Kurmaca metinler yazan bir başka yazarın; yazıyı/edebiyatı Sait Faik öykülerindeki çoklukla konu edindiğine tanık olmadım. 

 Sait Faik’in, muhatabını ve tarihini belirtmediği bir mektubundaki şu cümleler, onun ‘yazı’ dünyasını anlatır: “Hikâyelerimde şiir kokusu var diyorsunuz. Bir iki tane de şiir yazdım. İçinde hikâye kokuları var dediler. Demek ki ben ne bir hikâyeciyim ne de bir şair. İkisi ortası acayip bir şey. Ne yapalım beni de böyle kabul edin.”  Usta öykücünün, son günlerindeyken kendisiyle yapılan (1 Haziran 1953) görüşmedeki, “Her gün bir roman beş altı hikâye yazıyorum kâğıtsız kalemsiz. Kâğıt kalemi elime aldığım zaman işte görüyorsunuz ki bir hikâyecik çıkıveriyor.” içtenliği, onun yaratıcı yazarlığını, sanatçılığını gösterir. Bu yazım, ‘Sait Faik’in öykücülüğü’ yazısı değil, onu okuma gerekçemizi Ferit Edgü’nün iki cümlesi anlatır: “Dostoyevski’nin Gogol için söylediği, ‘Hepimiz Gogol’ün Palto’sundan geliyoruz’ sözünün benim kuşağımın yazarları açısından, Sait Faik için geçerli olduğunu yinelerim sık sık. Ölümünden birkaç ay önce yayımladığı Alemdağ’da Var Bir Yılan’la birçok şeyi bir anda değiştirmiş, biz genç yazarlara yepyeni yollar açmıştır.” (Sözlü/Yazılı, 2016) 

Ne çok kişi Sait Faik’in, “Yazmasam deli olacaktım.” cümlesini diline dolamıştır da çok az kişi onun, “Geçenlerde arkadaşım Eyuboğlu’na, edebiyatla uğraşmaktan bıktığımı ve artık yazmayacağımı söyledim.” siteminden haberdardır. Her iki cümle de haksızlıklara karşı duruş bildirisidir aslında. Sait Faik, bilindik ‘avare’ ya da ‘aylak’ olmakla geçiştirilecek türde yazar değildir. Samet Ağaoğlu’nun, “varlığını ancak sezdiği güzellikleri arayan, bulamadığı için hüzünlü, yine bulamadığı, ya da sadece bulmak ümidiyle yaşadığı için bahtiyar bir adamın ruh hali” olan ‘avarelik’ ile ya da Aylaklığa Övgü yazarı Bertrand Russell’ın, deyişiyle insanlığı barbarlıktan kurtaracak türdeki ‘aylaklık’ ile anılabilir Sait Faik. 

Memduh Şevket Esendal’ın ölçüsüyle toplumun önünde gidenlerden olmadığı gibi toplumun arkasında kalmış da değildir, olduğu gibi söylenirse Sait Faik, toplumun tastamam içinde olan birisidir. Çağdaş Rus yazar Mihail Şişkin’in, dilimize bugünlerde çevrilen “Mürekkep Lekesi” (Mürekkep Lekesi, Haziran 2021) öyküsündeki “Bu mide bulandırıcı hayatta biri büyük biri küçük iki alçaklıktan birini seçmek gerek; küçüğü susmak, büyüğü tribünlere oynamak.” sözünü, usta öykücünün dönemine yordum. Bence, balıkçıların ya da küçük insanların yazarı genellemesiyle kenarda tutulan Sait Faik, alçaklıklardan hiçbiri seçmedi, ne sustu ne de tribünlere oynadı. O, açık seçik bir dille konuştu, üstelik ‘toplumcu edebiyat’ bağlamında kendisine ‘pasta’ diyenlerin yüzünü, edebiyat sanatçılığıyla kızartarak yaptı bunu. Sanatçıların “ya ‘komünist’, ya ‘avare’, ‘serseri’” damgasıyla susturulmalarını eleştiren Sait Faik’in, “Elverir ki namuslu olalım: Kalemimizi ne devlete, ne patrona, ne de hatta millete (demagoji yapmayı, efkârı umumiye denilen mikrobu kastederek söylüyorum) satalım.” cümlesini ekliyorum buraya. 

Nazım Hikmet, “genç bir hikâyeci” gördüğü Sait Faik’i, 1936’daki “Semaver” öyküsü için “edebi tenkit kastıyla”  yazmadığını belirttiği yazsında, “yazıcı olmak cesaretini ve inancını gösteren gençlere, cesaret ve inancın, hatta okumuş olmanın bile kâfi gelmediğini, iyi bir yazıcı olmak için biraz da memleketi bilmek, edebiyatı ciddiye almak icabettiğini şöylece söylemek istiyorum.” diye uyarmıştı. Fethi Naci, “sert” eleştiriyi dikkate alan Sait Faik’in, “fabrika işçisinden” bir daha söz etmeyişini Nazım’ın bu eleştirisine bağlar. 

“Ay Işığı” (Havada Bulut) öyküsünde; “hükûmetler hakkında, rejimler hususunda hiçbir fikri” olmayan, gazetelerde politik yazılar yazmayı düşünmeyen buna karşılık röportajlar yazmak, muhabirlik yapmak isteyen anlatıcı öykücü, gazetenin başyazarının “nasıl bir dünya arzuluyorsunuz” sorusuna verdiği karşılıkla Sait  Faik’in görüşlerini özetler: “-Nasıl bir dünya mı? Haksızlıkların olmadığı bir dünya…  İnsanların hepsinin mesut olduğu, hiç olmazsa iş bulduğu, doyduğu bir dünya… Hırsızlıkların, başkalarının hakkına tecavüz etmelerin, bol bol bulunmadığı… Pardon efendim! Bol bol bulunmadığı ne demek? Hiç bulunmadığı bir dünya… Sevilmeye layık, küçük kızların orospu olmadığı, geceleri hacıağaların minicik kızları caddelerden yirmi beş lira pazarlıklarla otellere götüremediği, her genç kızın namuslu bir delikanlı ile konuşabildiği, para için namus, ar, hayâ, hayat, gece, gündüz satılamadığı bir dünya… Muhabbet tellallarının günde otuz lira kazanmadığı bir dünya… Sokaklarda sefillerin bulunmadığı bir dünya… Kafanın, kolun, çalışabildiği zaman insanın muhakkak doyabildiği, eğlenebildiği bir dünya… İçinde iyi şeyler söylemeye, doğru şeyler söylemeye salahiyetle kıvranan adamın, korkmadan ve yanlış tefsir edilmeden bu bir şeyleri söyleyebildiği bir dünya…” İşte Sait Faik, arzuladığı bu güzel dünya için yazmıştır. 

İlk kez 1942’de yayımlanan “Kestaneci Dostum” (Mahalle Kahvesi) için karakola çağrılmış, “Çelme” (Şahmerdan) öyküsünde halkı askerlikten soğuttuğu gerekçesiyle suçlanmış ve mahkemeye verilmiştir öykücü. 1944’te basılan Medarı Maişet Motoru toplatılmış, sonradan bazı cümleleri çıkartılarak Birtakım İnsanlar (1952) adıyla basılmıştır. 

Şimdi, diyelim ki “Kestaneci Dostum” için karakola çağrılma, edebiyat metnini okuyamamış bürokrasinin yetersizliği olsun. “Çelme” öyküsünde topal bir emir erinin, köylü kadının çelmesiyle yere düşürülmesi, “halkı askerlikten soğutma” suçu sayılmıştır resmiyette. 1940’ların başında, yazarını mahkemeye getirten, yoksullar ile varlıklıların karşılaştırıldığı öykünün, “İnsan başkalarının aç perişan olduğu günlerde nasıl mesut olur, dememeli. Öyle bir olur ki!” uyarısı, değirmende mısırını öğütmek için “çocuğunu yüklenen ve eşeğini iki çuvalla önüne katan kadın gelip günlerce sıra bekliyor” olması, basık tavanlı kahvelerde toplanan insanların, “taşmış sulardan, vergiyi verememiş, mandasını satmıştan, harbin bize gelip gelmeyeceğinden, boku bokuna adam öldürmüşten… bir zenginin hesabına tam otuz sene askerlik etmiş” kişilerden konuşmaları, iktidarın bürokratlarını rahatsız etmiştir. Sonunda, Peyami Safa’nın öykücüyü “Marksistlerin ardına katılmak” gammazlaması karşılığını bulur. 

Sait Faik, 11 Kasım 1949 tarihli görüşmesinde, “‘Medarı Maişet Motoru’ isimli bir hikâye kitabı çıkarmıştım. Hayatı tozpembe görmüyorum diye mahkemeye verildim. Üç beş kuruş kazanalım derken iki bin lira mahkeme masrafı ödedim, üzüntüsü de caba. Kahramanlarım rahat etmek için hapse giriyorlardı. Bütün sebep bu!” diyor. Dönemin tanığı Naim Tirali, toplatılan Medarı Maişet Motoru için “Bu romanın ne  diye toplatıldığını bilen yok. Ama Sait Faik’e çoğu kez solculuk isnat edilmektedir. Romanı da bu yüzden toplatılmış olabilir.” (Sait Faik Abasıyanık 90 Yaşında, 1996) diyor. Bugünler için komik sayılacak, “hayatı tozpembe göstermediği” gerekçesiyle toplatılan Medarı Maişet Motoru’ndan çıkartılan cümleler, siyasal iktidarların sansür politikalarını anlamayı kolaylaştırır. Romanın, “Beni anam doğduğum zaman Balat’taki havraya bıraksaydı, ben şimdi mis gibi bir Yahudi olurdum. Seni Mişon, anan doğduğun zaman Süleymaniye camiine bıraksaydı, sen şimdiye kadar müezzin olmuştun.” cümlesini bürokratik kafa anlayamamıştır. 

Şaşılacak bir durum: Öykücünün ölümünden hemen sonra yayımlanan Az Şekerli kitabındaki “Müthiş Bir Tren” adlı çeviri öyküyü Sait Faik’in bilen yönetmen Metin Erksan, 1975’te öyküyü filme çektiğinde ‘komünizm propagandası yapılıyor’ diye film eleştirilmişti. Öyküdeki sakallı yaşlı ihtiyardan Lenin çıkartmak akla ziyan bir işti elbette. Ne var ki Metin Erksan, filmi çekerken öykünün sonlarında arkadaşını dinleyen adamın “Tren geçtikten sonra yağmur dindi mi?” sorusunu, “Tren geçtikten sonra yağmur yağdı mı?” olarak değiştirince propaganda yapılmış olur çünkü “yağmur yağdı mı” diye sormak bir tür komünizm propagandası çağrıştırıyormuş. Hiç şaşılmayacak bir durum: Siyasal iktidarın 1944’teki Medarı Maişet Motoru garabetinden yetmiş üç yıl sonra, 2017’de dergiye gönderdiğim “Sait Faik: Edebiyatın Yanında İktidarın Karşısında” başlıklı yazımı, derginin editörü, “İnsanlığın tarafında Sait Faik” başlığıyla yayımlamıştı. Bizdeki yorum, hem de ‘aşırı yorum’ budur işte. 

Yaşar Nabi Nayır’a yazdığı 4 Kânunusani 1936 tarihli mektubunda ilginç bir yakınması var öykücünün: “İhsan Aygün Bey denilen bir zat benden bin rica ile bir hikâye istemişti. Ben de kendisine “Stelyanos Hrisopulos” diye bir hikâye vermiştim. Yücel mecmuasına konacaktı. Geçen hafta İhsan Aygün Bey’den öğrendim ki, mecmua sahipleri hikâyemi kozmopolit bulmuşlar. Hâlbuki yazım siz de takdir edeceksiniz ki çok humain bir yazıdır. Ve hatta mahalli renkli bir yazıdır. Bir adanın sakinleri Rum olmakla Türk olmamaları ve isimleri Hrisopulos olmakla insan yerine konmamaları lazım gelmeyeceğini benden âlâ takdir edersiniz.” Dönemin Akşam gazetesinde yayımlanmış andığım konuşmada Sait Faik, tek parti yönetiminin sürdüğü 1940’lı yıllardaki “acılı kuşak” adına konuşur ve o görüşme dönemini özetler. “Varlık” dergisinde öyküler yazan Sait Faik, başka şeyler yazması istenince “ısmarlama şeyler yazamıyorum” diyerek ayrılmıştır dergiden, arkadaşının yazdığı bir öyküyü, “mevzuu işçi” olduğu için dergilerde yayımlatamamıştır: “Mevzu sipariş olacak, suya sabuna dokunmayacak.” Birisi, “bu kitap zararlıdır” deyince “Neden zararlı” diye sorulmadan kitabın toplatılmasını eleştiren Sait Faik, dayatmacı siyasetçilerden yakınır: “İstiyorlar ki sanatkâr kendilerini hep övsün. İşlerini iyi görüyorlarsa bu esasen vazifeleridir. Kötü görüyorlarsa sanatkârdan ancak tenkit beklemeli. Bizde buna tahammül yok.” Bütün bunlardan sonra ‘neden bizde nitelikli edebiyat yok’ diye soranlarınki âriflerin cehâleti olmalı. 

İlk öykü kitabı 1936’da, yazarı otuz yaşındayken yayımlanan Semaver. Sonrasında Sarnıç (1939), Şahmerdan (1940), Lüzumsuz Adam (1948), Mahalle Kahvesi (1950), Havada Bulut (1951), Kumpanya (1951), Havuz Başı (1952), Son Kuşlar (1952), Alemdağ’da Var Bir Yılan (1954) ve ölümünden sonraki Az Şekerli (1954). Bir de Seçme Hikâyeler kitabı var. İki roman Medarı Maişet Motoru (1944; Sonraki sansürlenmiş adıyla Birtakım İnsanlar 1952) ve Kayıp Aranıyor (1953). Bunlara, Tüneldeki Çocuk (1955) ve Mahkeme Kapısı (1956) adlı ‘röportaj-öykü’ kitapları ile Şimdi Sevişme Vakti (1953) adlı şiir kitabını da eklemeli. Balıkçının Ölümü-Yaşasın Edebiyat (1977), Açık Hava Oteli (1980), Müthiş Bir Tren (1981) ve Sevgiliye Mektup (1987) da bilinmesi gerekenlerden. 

Kitaplarının değişik yayın evleri (Varlık, Bilgi, YKY, İş Bankası) tarafından yayımlanmasına Sait Faik’in yazar dağınıklığı da eklenirse aynı yazıların farklı kitaplarda yer alması türünden karışıklıkları doğal karşılamak gerekiyor. Doğrusu, bir yazarın yazdıklarını, atlamadan sırasıyla okumaktır ancak uygulamada böyle olmuyor ne yazık ki… Sait Faik okumak ister bir elde/evde hiç olmaza Son Kuşlar, Haritada Bir Nokta, Sinağrit Baba, Dülger Balığının Ölümü vb. öyküleri barındıran Seçme Hikâyeler kitabı olsun isterim. Hikâyecinin Kaderi, Sait Faik’i her bir yönüyle temsil eden metinlerden oluşan bir başucu seçkisidir diyebilirim. Afşar Timuçin’in biraz da gözden kaçmış kitabı Sait Faik’in Dünyası (2013) ile Sait Faik Abasıyanık 90 Yaşında ( haz. Perihan Ergun-Ayla Kutlu, 1996), ustayı tanımak isteyenlere yardımcı olabilir. 

 “Yazmasam deli olacaktım” diyen bir yazarı okumamak, delilik değil de nedir ki…

 

Yazarın Diğer Yazıları

Kültürün iktidarı: Doğu/İslâm coğrafyasında "iktidar" ya da "muktedir" olmak

Kültürün İktidarı & Siyasal Teoloji ve Kültürel Egemenlik kitabını Doğu/İslâm dünyasına kültür tarihi gezisi saymıştım. Öylesine geniş tarihî coğrafyada onca devletin, kişinin ve kitabın adı geçen bir gezi…

Elvan Kaya Aksarı ile "Saatçi İbrahim Efendi Tarihi" romanı hakkında: Saatlere değil, zamana memur edilmiş bir çelebi...

"Türkiye'nin aradığı kişi Saatçi İbrahim Efendi demek, bir mehdilik iddiası gibi algılanabilir. Türkiye bir kişiden ziyade bir ruhu arıyor. İbrahim Efendilere de tercih ve yaşama hakkının tanındığı bir hürriyet ortamı. Zekeriya sofrası yahut çilingir sofrası olsun adı. Kendin pişirip kendin yediğin sürece bunun kıymeti yok. Sofraya insanı meze yapan değil, insanı kazandıran bir toplum…"

Ahmet Hamdi Tanpınar'ı altmış iki yıl sonra hatırlamak…

"Tanpınar'ın romancılığını, onun zengin dünyasından seçeceğim birkaç sözcük ile anlatacak olsaydım -bu olmaz ya- Tanpınar için kültürün, hüznün, zamanın ve insanın romancısı derdim herhalde"