Takvimler '8 Mart' gününü gösterdiğinde 'kadın' sözcüğü, gündemin ilk maddesidir. Handiyse yüz yıllık bir geçmişi var bu gündemin ancak yetmişli yılların ortalarından sonra, daha bir yüksek sesle konuşuluyor gündemin 'kadın' maddesi. Dikkat ediniz, sözü 'kadın' ile açılan her konuşma, kendiliğinden 'erkek' sözcüğüyle devam ediyor. Karşıtıyla açıklanan kavramlar vardır ya hani 'kadın' ile 'erkek' de öyle. Sanki 'erkek' anılmadan kadın anlatılamıyor, anlaşılamıyor. Böyle olması da yadırganacak bir durum değil elbette. Doğurganlık denilince belleğimize kadın yerleşmişken kadın Havva'nın, erkek Âdem'in kaburga kemiğinden oluşması söylencesi, ilişkiyi kuvvetlendirmekle kalmıyor aynı zamanda tarihî zemine de yerleştiriyor. Belki de bu var ediş söylencesidir kadın-erkek ilişkisinin iktidar gücünü belirleyen, kim bilir. Bu derin ve kadim ilişki için Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Âdem ile Havva" (Hikâyeler) öyküsü, yol alacağımız yolun başına getirir de bırakır bizi.
Hemen başında Âdem ile Havva'nın olduğu yolun, kadınlı erkekli yolcularıyla hikâyecileri anlatılmak istense bu, sayıya gelmez; söylenenler, çizilenler, anıtlaşanlar, resmedilenler, bestelenenler, yazılanlar… Bu insanlık birikiminden, gündemin ilk maddesi için yazıya geçileni önceliyorum ben. Peki, nereden başlamalı yazının kayıtlı bilgisine? İsa'dan bu tarafı belli diyelim, iki bin yirmi üç yıl geçmiş sıfırdan bugüne gelinceye dek. Ya İsa'dan öncesi, kadının ve erkeğin olduğu ancak onlara dair bilinenin belirsizleştiği nice uzun zamanlar… 8 Mart 2023 günü 'kadın' içerikli konuşulanlar, hiç olmazsa üç bin yıldır yazılanlardan beslendiğinden çok da farklı sözlerle konuşmamış oluyoruz gerçekte.
Homeros'un yalnızca bir destan metni olmakla kalmayıp bir dünyanın kültürünü de beslemiş Odysseia destanı İsa'dan on asır önceki başat bir metindir tartışmasız. Troya savaşında yenilmiş kral Odysseus, ülkesine dönebilmek için akıl almaz zorlukları göze almıştır. Kralın ülkesi İthaka'da ise kadın Penelope, yirmi yıldır kocasını beklemektedir çok şeyden habersiz oğluyla. Kocası gelmeyeceğinden dul kalacak Penelope ile evlenmeye çok sayıda varlıklı erkek taliptir. Kadına sahip olmak çılgınlığı bir yana Odysseus'un yerine kral olma hayalini kurmuştur kralın sarayına çökmüş gözü dönmüşler. Penelope, çıldırmış taliplilerinin hiçbirisiyle evlenmek istemez ancak varlığını talan eden adamların isyan çıkaracağından korktuğundan, kayınpederi Laertes için bir kefen ördüğünü ve onu bitirince aralarından birini seçeceğine söz vermiştir. Gündüzleri ördüğünü geceleri söktüğünden örgü bir türlü bitmek bilmemiş, böylece Odysseus da evine dönecek zamanı kazanmıştır. İşin asıl şaşılacak yanı, Penelope'nin örgü bitmesin diye gündüz ördüklerini geceleri söktüğünü görüp de saldırgan erkeklere haber verenin saraydaki hizmetli kadınlardan birinin olmasıdır.
Homeros'un hemen sonrasında gelen ve adı ustalıkta onunla anılan Heisodos'un, "İşler ve Günler" kitabındaki "Pandora" bir aşağılamadır kadın için. İsa'dan sekiz asır önceki kitabın, "ev ve aile" kısmındaki kadın algısı ilginçtir: "Takıp takıştırıp, kıçını sallayıp/ Aklını çelmesin kadının biri./Gözü ambarındadır diller dökerken sana,/ Ha kadına güvenmişsin, ha bir hırsıza." Hesiodos, "Karını parayla satın al ki,/ Gereğinde yürüsün öküzlerin ardından" diye uyarır otuzunda evlenmeyi önerdiği erkeği.
İsa'dan iki yüzyıl önceki Hun hükümdarı Mete'nin hayatı çevresinde gelişen olayları anlatan "Oğuz Kağan Destanı", erkek egemen dünyanın ol(a)mamış kadınından söz eder. "Yine günlerden bir gün Oğuz Kağan bir yerde Tanrı'ya yalvarmakta idi. Karanlık bastı. Gökten bir ışık indi. Güneşten ve aydan daha parlaktı. Oğuz Kağan oraya yürüdü ve gördü ki: O ışığın içinde bir kız var yalnız oturuyor. Çok güzel bir kızdı. O kız öyle güzeldi ki, gülse Gök Tanrı da gülüyor, ağlasa Gök Tanrı da ağlıyordu. Oğuz Kağan onu görünce aklı gitti; sevdi, aldı. Onunla yattı ve dileğini aldı. Kız gebe kaldı. Günler ve gecelerden sonra (gözleri) parladı üç erkek çocuk doğurdu. Çocuklara Gün, Ay ve Yıldız adlarını verdiler. Oğuz ormanda ava çıktığı günlerden birinde göl ortasında bir ağaç gördü. Ağacın kovuğunda, bir kız vardı, yalnız oturuyordu. Çok güzel bir kızdı. Gözü gökten daha gök, saçı ırmak gibi dalgalı, dişi inci gibi idi. Öyle güzeldi ki eğer yeryüzünün halkı onu görse 'Eyvah! Ölüyoruz' der ve (tatlı) süt (acı) kımız olurdu. Oğuz Kağan onu görünce aklı gitti; sevdi, aldı. Onunla yattı ve dileğini aldı. Günler ve gecelerden sonra (gözleri) parladı üç erkek çocuk doğurdu. Bu çocuklara Gök, Dağ ve Deniz adlarını koydular." Dikkat ediniz, adı yok iki güzel kadının da Oğuz'dan başka görenleri yoktur. Böyle güzel kadınları, ölüm saçan gergedanı öldüren Oğuz'dan başkasının sevip alması ne haddinedir. Ders kitaplarına alınmasa da Oğuz onlarla "yattı ve dileğini aldı" ki her iki kadın da üçer erkek çocuk doğurdu.
Shakespeare'in Yanlışlıklar Komedyası'nda Luciana: "Erkek özgürlüğün efendisidir/ Onların efendisi de zamandır" deyince Adriana sorar: "Onların özgürlükleri neden bizimkinden fazla olsun?" Cevap gayet açıktır: "İşleri hep dışarda da ondan" Adriana kayıtlara geçecek sözünü söyler: "Kendisine dizgin taktıran eşekten başkası olamaz." Kim kendisine "dizgin" taktırmak ister ki iradesiyle, kimse istemez elbette lakin koşullar önemli. Delirtilen Kadınlar (Gönül Bakay; 2021) adlı kitabı okuyanlar, tarihin bütün zamanlarında 'dizgin' takanlarca delirtilen kadınları ve o kadınların nasıl delirtildiğini görebilirler.
Cennet mekânından dünya ortamına birlikte düşmüşlerken erkek Âdem'in, kadın Havva'yı suçlamalarına bir bakınız. "Çekil gözümün önünden seni yılan; sana ancak işbirliği yaptığın o/ Yaratığın adı yaraşır, sen de onun kadar sahte ve nefrete layıksın, şeklin/ Ve rengin de ona benziyor, içinde hile olduğu belli, bu sahte görünüşünle/ Tuzağa düşürmemen için tüm yaratıkları uyaracağım. Seninle mutluluğun daimi olacağını sanmıştım ama sen benim uyarıma kulak vermedin ve/ Güvenilmez olduğunu gösterdin –şeytanın yanında olmayı yeğledin;/ Onun yılanla seni kandırmasına izin verdin ve ben de sana kandım, seni/ Akıllı, tüm saldırılara karşı korunmalı sanıyordum ama erdemlerinin/ Sahte olduğunu geç anladım, benden alınıp doğanın eğdiği bir/ Kaburgaydın sen- şimdi kötüye doğru eğildiğin anlaşılıyor/ Ama işe yaramaz bir fazlalıktın. Akıllı Yaratan Cenneti/ Erkek Ruhlarla doldururken Dünyaya neden bir yenilik/ Getirdi ve bu işe yaramaz dişiyi yarattı, neden Dünyayı da/ Sadece erkek Meleklerle doldurmadı bilmiyorum;/ İnsanın üremesi için başka bir yol da bulunabilirdi; bu kötülük bitmedi," (John Milton / Kayıp Cennet)
Ursula K. Le Guin'in, erkeğin haksızlığına uğramış kadın yazarı anlatırken "Erkek normdur. Kadın ise dışında bırakıldığı normun istisnasıdır." (Sözcüklerdir Bütün Derdim) sözü, yazı bağlamından çıkarak tarihsel bir belirlemeye işaret eder. Sorun, norm ve normun dışında olmak, zaman ve mekân değişse de asıl mesele budur. Kadına yönelik dışlama, tecavüz, öldürme vb. erkek şiddeti, Lilith olanları muktedirin gücüyle Penelope oldurmayı amaçlayan bir "norm" sorunu olarak görülüyor. Slyvia Plath'ın, "Sırça fanusun içinde ölü bir bebek gibi takılıp kalan insan için dünyanın kendisi kötü bir rüyadır." sözüne benzer, "ölü bir bebek gibi takılıp kalan" ne çok kadın vardır gerçek yaşamda. Yerinden edilmekle kalınmayıp da dünyanın kendisine dar edildiği kadın karakter için Doris Lessing'in "On Dokuz Numaralı Oda" (On Dokuz Numaralı Oda) öyküsü yeter de artar. Kim bilir, "sırça fanusun içinde ölü bir bebek gibi takılıp kalan" kaç gerçek kadının adıdır, "hiç kimsenin onu tanımadığı ya da umursamadığı mutlak bir yalnızlık" düşleyen Susan.
Refik Halit Karay, "Yatık Emine" (Memleket Hikâyeleri) öyküsünde, "uygunsuz takımından" bir kadının, şehirden çıkarılıp terbiye edilmek üzere gönderildiği kasabadaki dramıdır. Emine, terbiyeci erkeklerden biri dışındakilerinin cinsel tatmin nesnesidir. Kasabada sefalete direnen Emine, "karşısında, yürekleri üzerine arzunun bir kanat gibi sürünüp geçtiğini duy"an erkeklerin ağına, "ölü bir bebek gibi takılıp kalan" kadındır artık. Teğmen Dal Sabri, "kılıcının kabzasıyla" onu döverken bir yandan da "yatamadığı bu kadını dövmekten adeta lezzet alıyor"dur. Hapishane çavuşuyla arkadaşı, bir kış gecesi gizlice evine gittiklerinde, "adamın yüreğini gıcıklıyor" olan Emine yerine, hasırın üstünde ölüsü buz kesmiş bir Emine bulunca, "Yetişemedik be, gebermiş!" diyerek "küfür ede ede" uzaklaşırlar evden.
Asılacak Kadın, Pınar Kür'ün ilk kez 1979'da yayımlanmış, "korumasız, güvencesiz, çaresiz, zavallı bir kadının, dış dünyadan koparılarak, bir sapığın hastalıklı ve korkunç dünyasına hapsedilişini, ezilişini, sömürülüşünü, çektiği türlü eziyetler sonucu kendini savunmak için ağzını bile açamayacak bir nesne haline getirilişini" anlatan, söz yerindeyse 'dillere destan olmuş' romanıdır. Romanın hakkındakiler âlemin malumudur. Sonraki yıllarda farklı yayınevlerince de basılan romanın 1986'da filmi çekilmiş, film de gösterime girmişken aynı yıl "müstehcenlik" iddiasıyla açılan davayla kitap toplatılmıştır. Yazarı ve yayıncısı hakkında dava açılan kitabın, iki buçuk yılı bulan yargılamalar sonrasında, "sanat eserlerinin pornografik eserlerle aynı türden bir değerlendirmeye tabi tutulamayacağı" gerekçesiyle kitap, yazarı ve yayıncısı aklanmıştır. Bitişine, Aralık 1976-Nisan 1978 tarihleri yazılan romanın dava sonrası baskılarına yazarının 11 Şubat 1988 tarihli savunma yazısı eklenmiştir.
Asılacak Kadın, bir yanlışın düzeltilmesinin romanıdır. Annesinin evinde "Boynu eğilmiş, dili dışarı çıkmış, korkunç bir resim." görmüştür Pınar Kür. Duvardaki resim, Kırklareli'nin bir köyünden Sadberk adlı bir kadına aittir. Adı geçen kadının idamı, 17 Haziran 1934 tarihli Resmî Gazete'de yayımlanmıştır. Asılarak idam ediliş haberi yayımlanan "koca katili Sadberk" resmiyete göre kocası dışında bir kipti gence âşık olunca yeni sevgilisiyle birlik olup kocasını öldürmüş, cesedi bir çukura gömdükten sonra evdeki paranın bir kısmın da alarak İstanbul'a kaçmıştır. Bir süre sonra köye dönünce yakalanan ikiliden, kadın idam edilmiş, on dokuz yaşından küçük sevgilisi yirmi iki yıl hapse mahkûm edilmiştir.
Asılacak Kadın'ın yazarı Pınar Kür'ün teyzesi şair/romancı Halide Nusret Zorlutuna (1901-1984), fotoğraftaki kadın hakkında gerçek bilgiyi vermiştir yazar yeğenine. Onun söylediğine göre köydeki arazi sahibi bir adam, kimsesiz bir kızı yanına almış ve kızı çevredeki erkeklere peşkeş çekmiştir. Kıza âşık olan köydeki delikanlılardan biri adamı tarlada vurmuş, iki genç birlikte cesedi evin içinde bir çukurda saklamışlardır. Sonunda dava açıldığında köylüler, öldürülen adamın kötülüklerini bildiklerinden gençlerden yana tanıklık etmişlerse de sonuç değişmemiştir. Kadın asılmış, delikanlı hapse mahkûm edilmiştir.
Asılacak Kadın, üç bölümden oluşan bir romandır ve her bölüm, bir kişiye ayrılmıştır. Faik İrfan Elverir, asılacak kadını ipe gönderen komisyonun başındaki hâkimdir ve onun iç konuşmalarıyla kadın konusunda sapıklık derecesine varan bir zihniyetle yetiştiğini öğreniriz. Melek, ipe gönderilen kadındır ve onun iç konuşmalarıyla da üvey babasının para için getirip eline teslim ettiği Avrupa görmüş Hüsrev beyin emriyle akıl dışı uygulamalara maruz kalışını, erkeklere peşkeş çekilişini, "kahpe" oluşunu öğreniriz. Yalçın, yakalamaca oynadığı çocukluk arkadaşı Melek'i, evine hapsedip semtin erkeklerine sunarak seyretmekten zevk alan hasta ruhlu Hüsrev'i öldüren gençtir ve onun mektubundan da içtenliğini ve acemiliğini öğreniriz.
Asılacak Kadın romanın sayfalarında, Hüsrev Bey'in her gece eve getirdiği erkekle birleştirip de zevkle seyrettiği Melek'i görünce İskenderiye'de kilise müdavimi erkeklerce evinden zorla dışarı alınıp üstündeki elbiseleri çıkarıldıktan sonra bedeni kırık cam parçalarıyla kesilerek parçalanan kadın filozof Hypatia (370 - 413) zamanına gittim sanki. Romana, "yalnızca cinsel tahrik amacıyla" yazıldığı iddiasıyla dava açan savcının suratında Pınar Kür'ün savunması derin yaralar açmış, bu darbe onu Hüsrev'in gömüldüğü çukura yuvarlamış olmalıdır. Romanı için on beş yıllık bir hazırlık yapan Pınar Kür ile 1934'teki savcı, romandaki savcı ve 1986'daki savcı hakkında görüşmek isterdim doğrusu. Bu romanı okuyan erkek ya da kadın; değil tahrik olmayı, cinsellikten iğrenir. Genç bir kadının akla ziyan durumunun romanı, evine çullanmış erkekleri savuşturmayı planlayan Penelope'nin çaresizliğini anımsatıyor okura ancak çaresizlik dışındaki koşullar çok farklı her iki metinde.
Kadınların, resim yapabilmek için erkek elbisesi giyerek dolaşmak ya da roman yazmak için erkek adı kullanmak zorunda kaldığı saçmalık dönemleri gerilerde kaldı elbette. Bu böyleyken 'madam', 'hanımefendi', 'bayan' gibi gizleme bandı türünden adlandırmalarla kimliği örtülen 'kadın', romandaki Faik İrfan Elverir türevlerinin aksine Mefaret kadınların sayısını artırmak için kendi çabasını sürdüreceğe benziyor. Her 8 Mart, yeni bir başlangıçtır.
Hasan Öztürk kimdir?
Hasan Öztürk 1961’de Trabzon’un Araklı ilçesinde doğdu. İlkokulu ve ortaokulu Araklı’da okudu, ardından Trabzon Erkek Öğretmen Lisesini bitirdi (1978).
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (Selçuk Üniversitesi) mezunu (1983) Hasan Öztürk, yazıya 1980’li yılların ortalarında Yeni Forum dergisinde, ‘kitap’ eksenli yazılarıyla başladı. Sonraki yıllarda -bir ya da iki yazısı yayımlananlar kenarda tutulursa- Millî Kültür, Türk Edebiyatı, Matbuat, Türkiye Günlüğü, Polemik, Virgül, Liberal Düşünce, Gelenekten Geleceğe, Dergâh, Arka Kapak ve Cumhuriyet Kitap adlı dergiler ile ‘Edebiyat Ufku’ , ‘K24’ ve ‘Gazete Duvar’ adlı sanal ortamlarda yazıları yayımlandı.
Bazı yazıları ortak kitaplar içinde yer alan Hasan Öztürk, kısa süreli (2018/2019; 6 sayı) ömrü olan mevsimlik ve mütevazı Kitap Defteri adlı ‘kitap kültürü’ dergisini yönetti ve dergide yazdı.
Hasan Öztürk, 2000 yılının başından bu yana yayıma hazırladığı iki aylık Mavi Yeşil yanında Roman Kahramanları, Kitap-lık, Edebiyat Nöbeti ve KE adlı dergiler ile ‘T24 Haftalık’ ve ‘Aksi Sanat’ sanal ortamlarında aralıklarla yazmaktadır.
Edebiyatın, daha çok kurmaca metinlerine yönelik yazılar yazan Hasan Öztürk’ün; Kitabın Dilinden Anlamak (1998), Yazının İzi (2010), Aynadaki Rüya (2013), Kurmaca ve Gerçeklik (2014), Kendine Bakan Edebiyat (2016), Gündem Edebiyat (2017) ve Üç Duraklı Yolculuk (2021) adlı kitapları yayımlanmıştır.
|