09 Ekim 2016

Toptan imha, topyekûn savaş!

Savaş değil barış stratejisi oluşturmak gerekiyor

Bu köşede dün devletin PKK’ya karşı uyguladığı toptan imha stratejisini özetlemeye çalıştım.
Bu strateji yeni mi?
Yoksa, 1990’larda izlenen mücadele stratejisiyle benzer bir çerçeveye mi oturuyor?
İkisi arasında galiba büyük bir farklılık yok.
Her ikisinde de kök edebiyatı var:
PKK’nın kökü kazınacak!
Bugünkü adı toptan imha stratejisi.       
1990’lardaki adıysa ‘topyekûn savaş’tı.
1990’larda memleket elden gidiyor diye çalardı devletin çanları.
Bugün de farklı değil.
Devletin bekası tehlikede sözü devlet büyüklerinin ağzından düşmüyor.
1991 yılı sonlarını anımsıyorum.
Güneydoğu’daki durumla ilgili olarak “Hakikaten ürktüm” diye anlatır Doğan Güreş Paşa, zamanın Genelkurmay Başkanı. Eşinin deyişiyle “üç dört günlük bir istihareye yatar.”
Arkasından kuvvet komutanlarını toplar. Ve hep birlikte aynı noktaya parmak basılır:

“Memleket elden gidiyor!”
PKK, Güneydoğu’da bazı bölgelere hakimdir.
Doğan Paşa 1991 yılının kendisini ürküten havasını bana, DYP Kilis Milletvekili'yken 1996 Nisan ayında anlatmıştı:
“Özellikle Şırnak-Cizre-Nusaybin üçgeni... Sonra Lice-Genç-Kulp... Terör örgütü buralara hakim olmuştu. Seyahat hürriyeti kalkmıştı. Mezralar, köyler onlardaydı. Bir keresinde Şırnak’ta bir dükkâna girmiş, selam sabah alamamıştım.”
O tarihlerde örneğin Cizre’de güvenlik güçleri ancak motorize dolaşırlardı. Çarşı içinde yaya olarak tur atamazlardı. Gündüzleri bile sokak aralarına giremezlerdi. Gün batarken de karakollara çekilir, sokağı tamamen PKK’ya bırakırlardı."

Dönemin Başbakanı Tansu Çiller ve dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş

1990’larda ne yapıldıysa, bugün de aynısı belki misliyle yapılıyor

Güreş Paşa şöyle devam etmişti:
"Ayaklanma safhasına girdiklerini görüyorduk. Dağlara hakimdiler. Bu arada biz de Körfez krizinden, savaşından yeni çıktığımız, yani askerî tedbirlerimizi ona göre aldığımız için içeriye karşı hazırlıklı değildik. Zaten bu tür terörle mücadele bakımından da güvenlik güçlerinin yetersizlikleri vardı.”

Silahlı Kuvvetler’in komuta kademesi “alarma geçme kararı alır.”
Önce tekrar sıkıyönetim ilanı düşünülür.
Ancak Doğan Güreş Paşa’nın deyimiyle “sivil görüntü” tercih edilir ve “olağanüstü hal rejimi”yle devama karar verilir.
Güreş Paşa, “yeni strateji” konusunu şöyle özetlemişti:
Güneydoğu’ya asker ve malzeme yığmak...
Jandarmanın kuytu yerlerden kurtarılıp hakim yerlere çıkarılması...
Özel teçhizat...
Özel kuvvet eğitimi...
Yeniden silahlanma...
Özel silah eğitimi...
Helikopterler...
Hatta bu arada ‘suikast silahı’ diye bilinen Rus yapımı dürbünlü “Kanas”ların, “Buzuki”lerin serbest piyasadan temin edilmesi...
Devrin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş Paşa sohbetimizde 1991 yılı sonuna doğru askerdeki tutum değişikliğine de işaret etmişti.
Bunu “Mustafa Muğlalı kompleksinden sıyrılma” diye nitelemişti.
Şöyle özetlenebilirdi:
Sıkıyönetim dışında askerin kullanılması ancak kent içinde olabiliyordu. Bu da sivil otoritenin çağrısıyla mümkündü. Böyle diyordu 5442 sayılı yasa.
Oysa, Olağanüstü Hal Bölgesi dışında kalan bazı Doğu illerine, dağlık bölgelere de sıçramıştı terör.
Bunun üzerine Genelkurmay Başkanı Orgeneral Güreş, 3. Ordu’ya şu talimatı göndermişti:
“Silahlı tatbikata çıkın. Dağda terörist ateş açarsa, gidin üzerine. Meşru müdafaa sayılır.”
Devlet, 1992’ye tedirgin girmişti.
Güvenlik güçlerinden üst düzeyde bir yetkili o günleri şöyle anlatır:
“Güneydoğu’nun birçok yerinde ikili otorite vardı. Gündüz devlet, gece terörist... Buna izin verilemezdi. Tek otorite devlet olacak, devlete biat edilecekti. Artık teröre anladığı dilden cevap verilecekti.”
Üst düzeyde bir Emniyet yetkilisi, “Artık devletin elinin ağır olduğunu halka göstermek zorundaydık. Tercihini yapacaktı yöre halkı. Devlet mi, terör örgütü mü?” diyordu.
“Güneydoğu’da örtülü savaş var” diyordu 1992’deki bir sohbetimizde Başbakan Demirel de, “Kurşun sıkana defne dalı uzatacak değiliz. Artık günah bizden gitti. PKK’nın kökü kurutulacak.”
Üst düzeyde bir istihbarat yetkilisi,1990’lardaki bu dönemi bana şöyle anlatmıştı:

1987’de sıkıyönetim kalktı bölgede. Yerine ‘olağanüstü hal’ kuruldu. Bu bir geçiş dönemine, kafalarda karışıklık doğmasına yol açtı.
Askerle sivil arasında yer yer rahatsızlıklara, anlaşmazlıklara neden oldu.
Asker, ‘Biz bitirmiştik, sivil geldi, işler çatallaşıyor’ demeye başladı. Özal, ‘üç buçuk eşkıya’ sözüyle sorunu küçümsüyordu. Ucundan tuttuğu izlenimini veriyordu.
Sonra Saddam Kuveyt’i işgal etti. Körfez Savaşı patladı.
Güneydoğu’da işsizlik daha beter büyüdü.
PKK’ya gün doğdu.
Özal’ın tavırlarının da etkisiyle devlet kendi içinde ikircikli oldu. Kimi sert, kimi yumuşak gitme yanlısıydı. Yine Özal’ın da katkısıyla bir Kürt goygoyculuğu başladı.
Demirel ile İnönü koalisyon kurup ‘Kürt realitesi’ dediler.
Kafalar daha beter karıştı.
HEP, SHP’nin içinde parlamentoya girdi.
PKK bölgede istediği zaman esnafa kepenk kapattırıyordu. Birçok yerde gece sokağa çıkarttırmıyordu. Aynı anda on değişik yerde karakol basar hale geldi.
Sınır karakolları boşaltıldı.
Hatta ‘Silahlı Kuvvetler kaybetti!’ havası yayılmaya başladı.
İş felakete gidiyordu.
1991 ile 1993 arasında bu görüldü.
1993 yılı baharında Özal öldü.
Çiller Başbakan oldu.
Asker işi tam anlamıyla eline aldı. Bundan sonrasının adı ‘topyekûn savaş’ diye konabilirdi.
Başbakan Çiller, elleri serbest bıraktı.(Hasan Cemal, Kürtler, 4. ve 5. bölümler, Everest Yayınları)

1990’lar böyle geçti, topyekûn savaş stratejisiyle, devletin, askerin eli tümüyle serbest bırakılarak...
Devlet böylece hukuk dışına çıktı.
Susurluk bu hukuk boşluğunda doğdu.
Ergenekon böyle devreye girdi.
Faili meçhul cinayetler dönemi böyle açıldı.
Köyler, bu topyekûn savaş döneminde boşaltıldı, yakıldı.
Hakkâri’nin, Şırnak’ın, Cizre’nin, Diyarbakır’ın varoşlarına yoksul Kürt köylüleri tüm acılarıyla böyle doluştu.
Kürt partileri bu dönemde kapatıldı.
Kürt siyasetçiler, Kürt aydınları, Kürt işadamları bu dönemde hapsi boyladı, faili meçhullerde öldürüldü.
Kürtlerin gazeteleri bu dönemde kapatıldı.
Kürt gazeteciler bu dönemde hapsi boyladı, faili meçhullerde hayata veda ettiler.
Hapishaneler, işkencehaneler hep doluydu bu dönemde.
Analar hiç ağlamadıkları kadar ağladı bu dönemde, cami avluları, taziye çadırları doldu taştı.      
Ve hep aynı devlet sloganları kulaklara çalındı bu dönemde:

Devletin ağzı süt kokmaz!
Söz konusu vatansa, gerisi teferruattır!  

Yaşanan çatışmalar nedeniyle binlerce bölge sakini yaşadığı yeri terk etmek zorunda kaldı (Fotoğraf: Şırnak / Cizre)

Kan ve gözyaşı oluk gibi aktı.
1990’ların ‘topyekûn savaşı’ndan 2016’nın ‘toptan imha savaşı’na geldik.
1990’larda ne yapıldıysa, bugün de aynısı belki misliyle yapılıyor.
1990’ların Ergenekoncuları, başbakan danışmanları bugün de Erdoğan iktidarının yanında...
Herkesin sorması lazım kendine:
1990’larda yapılamayan bugün mü yapılabilecek?..
Yoksa, Türkiye bir kez daha bir cehennem çukurunda kanamaya devam mı edecek?
Hep aynı şeyi tekrarlayıp duruyorum.
Savaş değil barış stratejileri yapmak lazım.
Barış artık namlunun ucunda değil.
İyi pazarlar! 

 

Yazarın Diğer Yazıları

CUMHURİYET’in 100. kuruluş yıldönümünü kutluyorum

Cumhuriyet’te geçen 18 yılımı “Cumhuriyet’i Çok Sevmiştim” isimli kitabımda yazdım

Zülfü'nün hüzünlü sesi...

Yaşlı hatıralar beni dipsiz bir kuyu gibi içine çekiyor

Sevgili Celal Başlangıç gurbette, memleket hasretiyle gitti

Adam gibi adamdın, iyi gazeteciydin, seni "Yeşilyurt dışkı yedirme" haberiyle hatırlayacağım hep...