Adı, Salih Alşeyhhüseyin.
Suriyeli bir mülteci ailenin çocuğu.
Daha altı yaşında.
Ankara'da, Mamak'taki semt pazarında ailesiyle beraber atık meyve ve sebze toplarken kanalizasyona düşüyor.
Anası babası, Türkçe bilmedikleri için çocuklarının kuyuya düştüğünü anlatamıyor.
Ve Salih hayata veda ediyor.
Fotoğrafa bakıyorum.
Acı içinde bir aile.
Siyah çarşaflı anne dizlerine kapanmış, baba çaresizlik içinde...
Ailenin acısını hissetmeye çalışıyorum.
İç dünyalarına girmeye, acılarına dokunmaya gayret ediyorum.
Çekilen çaresizliği, yaşanan yoksulluğu gözümün önüne getirmek için çaba sarfediyorum.
Suriye'de 2011'den beri devam eden Allah'ın belası iç savaşın, hiç bitmeyen zulüm ve baskı dalgalarının evlerinden barklarından ettiği bu masum insanların nasıl derin bir çıkmazın içinde kıvrandıklarını anlamaya çalışıyorum.
En başta, Şam'daki Esad yönetimi olmak üzere bu korkunç suçu işleyenleri kaç yıldır kim bilir kaçıncı kez lanetliyorum.
Ve insanlıktan azıcık nasiplenmiş olanlara bir defa daha sesleniyorum:
Vicdanlarınızı sakın ola köreltmeyin, Suriyeli mültecilerin iç dünyalarına girmeye çalışın, onların acı ve çaresizliklerini anlamaya gayret edin lütfen...
Biliyorum, o kadar kolay değil.
Bugün Türkiye'de 4 milyondan fazla Suriyeli mülteci, sığınmacı yaşamakta.
Türkiye'nin bu insanlara sınırlarını açmış olması son derece insani tavır, bu gerçeğin baştan beri bilincindeyim.
Ama bildiğim bir gerçek daha var, o da bu insanların bugün nasıl bir sefalet çukurunda, nasıl bir yoksulluk ve perişanlık içinde yaşadıklarıdır.
Bu açıdan CHP Bilim Kurulu’nun bir raporunda çarpıcı bulgular yer alıyor.
Her 3 Suriyeliden biri harabelerde yaşıyor.
Sığınmacıların yarısı günde 2 veya 1 öğün yemek yiyebiliyor.
Gıda bulmakta sıkıntı çeken 3 Suriyeliden 1’i o günü yemek yemeden geçiriyor.
4 çocuktan 1’i günde ancak 1 öğün yemek yiyebiliyor.
Her 5 sığınmacıdan 2’si ilaca ulaşmakta zorluk çekiyor.
Her 3 Suriyeli çocuktan 1’i eğitim sisteminin dışında.
Suriyeli çocuklara dilencilik ve ağır işlerde ucuz işçilik yaptırılıyor.
Anne ve babasını savaşta kaybetmiş çoçuklar dilenci çetelerinin eline düşüyor.
Sıkıntı içindeki Suriyeli aileler de para karşılığında çocuklarını dilenci çetelerine teslim ediyor.
Günde 100 lira toplayamayan dilenci çocuk şiddete maruz kalıyor.
Kız çocuklar zorla evlendiriliyor.
Çocuk yaşta gebe kaldıkları için bebek kayıpları yaşanıyor.
Suriyeli kadınlar fuhuşa ve ikinci eş olmaya zorlanıyor.
Suriyeliler, fahiş kiralar ödeyerek derme çatma yerlerde kalabiliyor.
Demin vicdanlarınızı sakın ola köreltmeyin diye haykırırken, bu insanlık dışı tabloya dikkat çekmek istiyordum.
Evet, sorun sadece bu insanlık dışı tablodan baret değil.
Evet, bu tablodan kaynaklanan başka büyük sorunlar da var Türkiye'nin sorunlar gündemini, -ne yazık ki, zenginleştiren.
Bu sorunlar devletin ve sivil toplumun planlama ve yardım elini her zamankinden daha çok beklemekte...
Ama bu sorunları düşünürken, bu sorunlara takılırken bir tehlikeden özenle sakınmak lazım:
Irkçılık tuzağına düşmek!
Memlekette bu tuzağa düşmekte olanların sayısı epeyce...
Bu çok tehlikeli tuzak -ve toplumun bazı kesimlerinde Suriyeli sığınmacılara karşı birikmekte olan nefret- Türkiye'yi kanlı iç çatışmalara çekebilir; zaten doğru dürüst olmayan barış ve istikrarsızlığı daha beter körükleyebilir.
Son yazısında Banu Güven bu nefret ve ırkçılık konusu çok iyi işlemişti.
Suriyeliler Defolsun eşittir Türken Raus!
Savaştan kaçmış bir topluluğa karşı böylesine bir nefret söyleminin hiçbir bahanesi olamaz.
Bu söylemi besleyen yalanları ifşa etmek de şart.
Yazımı noktalarken bir kez daha sesleniyorum:
Vicdanlarınızı köreltmeyin, sakın ola, ırkçılık tuzağına düşmeyin!