New York’tayım, bu şehre her geldiğimde gittiğim İrlanda Barı’nda. Yine o soru takılıyor aklıma: Geçmişi tekrar etmek! Mümkün mü?.. Gençken bu düşünce aklının ucundan bile geçmez. Ama yıllar geçtikçe, değişiyor bazı şeyler...Yoksa önümde geçmişimden başka bir şeylerin kalmadığı bir dönem mi açılıyor? Hayır, bu olmayacak!
Ve bir mesaj düşüyor telefonuma. Bayan Smaragda ölmüş! Yunanistan’da, her yaz bir hafta geçirdiğimiz evdeki komşumuzdu. Yaşı doksanı geçmiş, hoş bir kadındı. Ve ben şimdi, 30 yılımızın kara kutusu sevgili Ece’ye New York’tan sesleniyorum: Geçmişi tekrar etmek mümkün mü?.. O geceleri bir daha inşa edebilir miyiz?
NEW YORK
Geçmişi tekrar etmek!
Mümkün mü?..
Kafamda böyle bir soru, avare avare dolanıyorum Manhattan sokaklarında.
Ama gerçekten keyifli bir gün.
Union Square’in köşesinde iki sakallı genç, banjo ve elektro gitarla etrafa neşe saçıyorlar.
Washington Square bir başka alem.
Meydanın tam orta yerine piyanosunu koymuş, popüler parçalar çalıyor siyahlar giyinmiş bir piyanist...
Ayşe’yle bir süre dinliyor, başka dünyalara dalıyoruz.
Metronun girişinde bir siyahi, trompetini çok güzel üflüyor. Fotoğrafını çektiğimi görünce, başıyla gayet nazik selamlıyor beni...
Soho bir başka alem.
Vitrinlerden birinde, Türk bayrağının altına yazmışlar:
Her yer Taksim, her yer direniş!
İrlandalı barmen amma da ters.
Buzlu viskimi benim tarzım olmayan bir bardağa koyunca, nazik bir dille itiraz ediyorum, klasik viski bardağı istiyorum.
Biraz tartışıyoruz.
Gerilen yüz hatlarıyla diretiyor:
“Bu barda viski böyle içilir.”
Sesimi çıkarmıyorum.
Hamburger ısmarlayınca da bana soruyor, sesinde muzip titreşimlerle:
“Tabakta servis yapmamın bir sakıncası var mı?”
Ben gülünce, İrlandalı barmen de gülüyor, barışıyoruz.
Önümde geçmişimden başka bir şey kalmadı mı?
PJ Clarkes’a uğruyorum.
1980’lerden beri her New York’a gelişimde yaptığım gibi, Üçüncü Cadde’yle 55’inci Sokak’ın köşesindeki İrlanda Barı’na.
Ne kadar çok hatıra birikmiş bu bar gibi barın uzun ahşap, yıpranmış tezgahında...
Yine soru takılıyor aklıma:
Geçmişi tekrar etmek!
Mümkün mü?..
Gençken insanın önünde o kadar uzun gözüken bir gelecek vardır ki...
Geçmişi tekrar etmek gibi bir düşünce aklının ucundan bile geçmez.
Geçmişe dönüp bakmazsın.
Ama yıllar geçtikçe, değişiyor bazı şeyler...
PJ Clarkes’ta o değişenleri düşünüyorum.
Yoksa artık korktuğum başıma mı geliyor usul usul?
Önümde geçmişimden başka bir şeylerin kalmadığı bir dönem mi açılıyor?..
Hayır, bu hiç olmayacak benim hayatımda...
Bu şehre gelen herkesin bir New York’u vardır.
Yaşanmışlıklardır, hatıralardır o New York’u şekillendiren...
Hangi filmdi şimdi anımsamıyorum.
Oyunculardan biri demişti ki:
“Hatıralarımızdaki o hayali şehri bir daha inşa edebilecek miyiz?”
O kadar zor ki.
Bir daha yakalanması imkansız bir geçmişin peşindeki nafile koşular neye yarayacak ki?
Bilemiyorum.
Yıllar sonra hatırlanan tek Türkçe kelime: Gülibrişim
Mesaj geldi:
Bayan Smaragda ölmüş!
Yaşı doksanı geçmişti.
Çok hoş bir kadındı.
Yunanistan’da, Mora Yarımadası’nda her yaz bir hafta geçirdiğimiz evdeki komşumuzdu.
Aile kökleri İstanbul’a uzanıyordu. İstanbul’u ve Türk-Yunan ilişkilerini konuşmaya bayılırdı.
Onunla ilk kez 2009 yazında tanışmıştık.
Bir koyda, deniz kıyısında, dalları suya uzanan bir çam ağacının altında, üstü beyaz mermer küçük bir ahşap masada hayallere daldığım bir gündü.
Kendi başıma, yapayalnız.
Akdeniz mavisinin güneş altındaki gümüşi titreşimleri ve bu coğrafyanın ölümsüz servi ağaçlarının hafif rüzgârdaki salınımları, cırcır böcekleriyle kayalara vuran dalgaların sesi...
Hepsi buydu o gün.
Böylesine bir yapayalnızlık halinde, yazdıkça yalnızlaşmak duygusu gelip beni sarıp sarmalamıştı.
Ölümü düşünmüştüm.
Kim söylemiş anımsamıyorum.
Ölüm yalnızlığın doruğudur!
Yapayalnız başlar, yapayalnız noktalarsın hayatı...
Karşı koyda, çam ağaçlarıyla servilerin arasından kendini belli belirsiz ele veren beyaz evde yaşıyordu o aile.
Kökleri İstanbul’a giden köklü aile.
Bir zamanlar Kuruçeşme’de yalıları, Pera’da evleri olan bir Rum aile...
Dedeleri, bizim tarihe Kara Todori Paşa diye geçen, Osmanlı döneminin hariciye nazırlarından…
Bir sabah kahvesine uğramıştık.
Atina’da yaşayan 90’lık annelerini aramışlardı telefonla:
“Bir Türkçe kelime söyle bakalım.”
Anneden, kısa bir sessizliğin sonrasında hatırlayabildiği tek Türkçe sözcük gelmişti:
Gülibrişim!
Gülibrişim, yaşlı kadının doğup büyüdüğü yerle son bağı, kökü İstanbul’da olan nadide bir gül ağacıydı.
Sonuncusu geçen Temmuz’da olmak üzere her yaz görüşmüştük bu hoş, soylu aileyle…
Mesaj geldi:
Bayan Smaragda ölmüş!
Hayat böyle işte.
Bir varsın, bir yoksun!
Sevgili Ece, sana bu kez New York’tan soruyorum
Ben ne zaman Ece’yi görsem, ilk sorum hazırdır:
“Hayat nasıl?”
Ece de benim bu klasik sorumla her seferinde dalgasını geçer.
Sevgili Ece’ye bu kez New York’tan, Soho’da bu yazımı yetiştirmeye çalıştığım Café Fanelli’den sesleniyorum:
“Ece’cim, geçmişi tekrar etmek mümkün mü?..”
Hep birlikte geçirdiğimiz ‘30 yıl’dan söz ediyorum.
Gayrettepe’deki Ece Bar’dan başlayıp Asmalı Mescit’e kadar geçen uzun yıllar…
Tekrar edebilir miyiz?
Olmaz, imkansız değil mi?
O geceleri bir daha inşa etmek artık mümkün değil.
Ama Ece Bar hatıraları bir dipsiz kuyu gibi beni içine çekiyor.
Café Fanelli’de nerden çıktı şimdi bu Beatles. 1963 yılıydı ilk uzunçalarımı Londra’dan alıp gelmiştim Ankara’ya. Bu plak sayesinde cumartesi öğleden sonraları partilerinin popüler ismi olmuştum.
Paul McCartney söylüyor:
Bir tepenin üstünde çıngıraklar vardı
Hiç duymamıştım çaldıklarını
Hayır, kesinlikle duymamıştım
Ta ki seninle tanışıncaya kadar
Gökyüzünde kuşlar vardı
Hiç görmemiştim onları cıvıl cıvıl ötüşürken
Hayır kesinlikle görmemiştim
Ta ki seninle tanışıncaya kadar.
Sevgili Ece;
Hep birlikte geçirdiğimiz 30 yıl sana ve hepimize kutlu olsun.
Ayşe’yle birlikte seni öpüyoruz.
İyi ki varsın, sevgili kara kutumuz!
Twitter: @HSNCML