25 Ekim 2014
Gün gelecek hepimiz geçmişi acıyla anacağız, nefretle değil. Ve gün gelecek bizler de kendi topraklarımızda ‘kayıp tarihi’mizi bulacağız. İşte o zaman tarih, bize de yük olmaktan çıkacak ve tarihimizle birlikte bizler de özgürleşeceğiz.Hasan Cemal, 1915: Ermeni Soykırımı, sayfa 57
PARİS
Türkiye’nin en önde gelen iki yazarını, gazetecisini annelerinin gerçek kimliklerini gizlemeye mecbur eden neydi Türkiye’de?
AGBU, Ermeni Diasporası’nın en büyük yardım kuruluşu. Osmanlı döneminde Boghos Nubar Paşa tarafından İstanbul’da kurulmuş. Sonra merkezini Mısır’a, oradan da Amerika’ya taşımış. Dün gece bu kuruluşun Paris’teki merkezinde yaptığım konuşma aşağıda yer alıyor.
Bir soruyla başlamak istiyorum konuşmama:
"Siz hiç kimliğinizi saklamak zorunda kaldınız mı?"
İlhan Selçuk, dört yıl önce ölen, Cumhuriyet gazetesinin ünlü köşe yazarı, uzun yıllar Cumhuriyet’te birlikte çalıştığım bir Kemalist, hayatı boyunca annesinin Ermeni olduğunu saklamış.
Mehmet Ali Birand; geçen yıl ölen çok sevgili meslektaşımın, Türkiye’nin en önde gelen gazetecilerinden birinin, anne tarafının Kürt olduğunu, ancak 2012’de yaşam öyküsünü anlatan kitap çıkınca öğrendik.
Türkiye’nin önde gelen iki yazarını, gazetecisini annelerinin gerçek kimliklerini gizlemeye mecbur eden neydi Türkiye’de?
Toplumsal baskı...
Devlet baskısı...
Veyahut ikisi birden...
Hazin değil mi?
Hiç unutmam, bir Kürt aydını bir seferinde demişti ki:
“Türkiye’de uzun yıllardır Kürtler yaşadıklarını, Ermeniler de öldürüldüklerini anlatmaya, ispat etmeye çalışırlar.”
Türkiye’de devlet böyle bir devlettir.
Kökleri Osmanlı İmparatorluğu’na, Enver-Talat-Cemal üçlüsünün İttihat Terakki diktasına uzanan bir anlayış yatar bu devletin mayasında.
Bu milliyetçi devlet anlayışının özeti şudur:
Müslümanlara ilişkin farklılıkları Türk kimliği altında silmek...
Müslüman olmayanları da ya Anadolu’dan zorla sürmek ya da 1915 örneğindeki gibi etnik ve kültürel temizliğe tabi tutmak...
Harvard Üniversitesi’nden Osmanlı tarihçisi Prof. Dr. Cemal Kafadar şöyle der:
Anadolu’nun birçok şehrinde etnografya müzeleri var.
Ermeni’nin E’si geçmez.
Bu, jenosit meselesinin ötesinde, başka türlü silmek...
Neyi tanımıyoruz dediğinizde, sadece ölümleri, acıları değil, bir kültürü, zaman zaman gururla zikrettiğimiz bir arada yaşama tecrübesini...
Kardeşçe bir arada yaşamak, romantik bir diskurdan fazlası değil bu durumda.
Çok kültürlülükten bahsediyoruz ama tanımak öyle olmaz.
Tanımak demek, ders kitaplarına, müzelere, kendi dilimize koymak demektir.
Anadolu Ermenilerinin yaşamış olduğu temizliğin sadece etnik değil, aynı zamanda kültürel olduğunu anlatan bu sözler bana sevgili Hrant Dink’in bir özlemini anımsatır:
“Türkiye'deki farklı kültürleri tanıtan bir ders kitabı bile yok. Bırakın bir ders kitabını, bir Türkçe kitabında bir cümle bile yok, 'Ali topu Ayşe’ye at' cümlesinin yanında, bir de söz gelimi, 'Ali topu Agop’a at' diye bir cümlecik...”
“Türkiye’de uzun yıllardır Kürtler yaşadıklarını, Ermeniler de öldürüldüklerini anlatmaya, ispat etmeye çalışırlar”
Bu öylesine bir devlet anlayışıydı ki, Türkiye’de Kürtler Kürt olduklarını, Ermeniler Ermeni olduklarını, Aleviler Alevi olduklarını yıllar yılı gizlemek zorunda kaldılar.
Bu öylesine bir devlet anlayışıydı ki, Kürtler isyanlarını, Ermeniler acılarını, Aleviler Dersim’i yıllar yılı kendi içlerinde saklı tuttular ve kendi çocuklarına hep tembih ettiler, "Başkalarının yanında sakın konuşmayın" dediler.
Yirminci yüzyılın başında yeni bir ulus, yeni bir ulus-devlet yaratmak için kolları sıvayan asker-sivil bürokratlar, öylesine Türk milliyetçisi, öylesine Kemalist bir devlet aygıtı yarattılar ki, Kürtler de, Aleviler de, Ermeniler de, hatta Müslüman dindarlar da suskunlaştılar, sindiler.
Bir Türk ulus-devleti yaratmak için Kürtler’den Kürtlüklerini unutmaları istendi; Ermeniler’den acılarını unutmaları istendi; Aleviler’den Aleviliklerini gizlemeleri istendi; Müslümanlar’dan da, Sünni inançlarını kamuya taşımalarından sakınmaları istendi.
Kemalist-milliyetçilik, Türkiye’de geniş kitleleri eğitim yoluyla, icat edilmiş ya da tahrif edilmiş bir tarih anlayışıyla yalanda yaşattı.
Gerçek tarih yitip gitti!
1965’te ben Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun olduğumda epeyce cahildim.
Çünkü Anadolu Ermenileri’nin 1915’te, 1916’da yaşadıklarından da, Kürtlerin isyanları ve kimliklerinin inkâr sorunlarından da, Kürtlerle Ermenilerin Türkler gelmeden önce Anadolu’da yaşadıklarından da, Alevilerin inançlarından dolayı uğradıkları baskılardan ve Dersim kıyımlarından da, siyasal bilimler okumuştum ama tümüyle habersizdim.
Ders kitaplarında bunlar yoktu.
Akademiyada bu konular tabuydu.
Kürt demek de, Kürdistan demek de, Kürtçe konuşmak da, Ermeni kıyımı ya da Ermeni soykırımı demek de, Dersim kıyımından söz etmek de hapislik suçtu.
Düşünce polisleri her yerdeydi.
Kolayca vatan haini ilan edilebilirdiniz.
Hapsi boylamak kolaydı.
Damarlarımıza küçükten itibaren öylesine bir milliyetçilik anlayışı zerk edilmişti ki, en büyük Türk’tü, başka büyük yoktu.
Bu milliyetçilik anlayışı, ‘Sünni Türk’ten başka herkesi ‘öteki’leştiriyor, ‘yabancı’laştırıyor, hatta ‘düşman’laştırıyordu.
Hrant Dink 2004’teki bir konuşmasında, “Kötülüğü Ermeni yapar düşüncesi beslendi bu ülkede hep” diye yakınmıştı.
‘Türkten başka herkesi ötekileştiren ve devlette, toplumda, basında, okullarda, üniversitelerde, olabilecek her yerde ‘gerçek
korkusu’nu canlı tutan, hiç durmaksızın asker-sivil karışımı ‘bürokratik oligarşi’nin emrindeki bu ‘düşünce polisleri’ öylesine bir korku imparatorluğu yaratmışlardı ki, İlhan Selçuk’un ya da Mehmet Ali Birand’ın Ermenilik veya Kürtlüklerini bir ömür boyu saklamış olmalarında şaşılacak birşey yoktu.
'Bir Türkçe kitabında bir cümle bile yok, 'Ali topu Ayşe’ye at' cümlesinin yanında, bir de söz gelimi, 'Ali topu Agop’a at' diye bir cümlecik...'
Oysa, ‘tarih’ten korkulur mu?
Eskisi kadar olmasa da, alternatif tarih yazımı gitgide gelişiyor olsa da, Türkiye’de hâlâ tarih korkusu var.
Derine giden bir korku bu.
Genç nesiller, “En güzeli benim milliyetçiliğimdir!” zihniyetiyle öyle yetiştiriliyor ki, okulda öğretilenden biraz farklı bir tarih sayfasıyla karşılaştığımızda tedirgin oluyoruz. Birden alınganlaşıp, olmadık tepkiler gösteriyoruz.
Resmi tarih böyle buyuruyor diye, ille de yinelemek zorunda mıyız köhnemiş klişeleri?
Elbette hayır.
Ama kim ki, ‘devlet ezberi’ni bozmaya kalkışır, onun başına hâlâ -eskisi kadar olmasa bile- yıldırımlar yağdırılabiliyor. Ne vatan hainliği bırakılıyor, ne de Türk düşmanlığı...
Öyle bir tarih korkusu ki, sanki tarihin tozlu sayfaları arasından öcüler, hortlaklar fırlayacak ve bizi bir anda ham yapacaklar.
Türkiye’de, Cumhuriyet’in kuruluşuna uzanan, kökleri İttihat Terakki milliyetçiliğine uzanan Kemalist milliyetçilik sayesinde böylesine yer etmiş bir tarih korkumuz var.
Bu konuda, "Ermeni soykırımı vardır" dediği için linçlerin hedefi haline getirilen tarihçi Taner Akçam’ın şu sözlerinin altını çiziyorum:
Birbirleriyle ciddi sorunları olan topluluklar arasında, sorun çözme yolunda atılması gereken ilk ve en zor adım, asırların birikimiyle oluşmuş bu önyargıların kırılmasıdır.
Tarihte yaşanmış olandan bugün için kin ve nefret çıkartabileceğiniz gibi, bu kinin ve nefretin doğmasına neden olan şeyleri ortaklaşa kınayarak karşılıklı saygı temelinde güçlü bir gelecek kurmak da mümkündür.
Şimdi size ikinci bir soru sormak istiyorum.
"Sizin hiç tabularınız, bazı sözcüklerle sorununuz oldu mu?"
Benim oldu.
Bunlardan biri soykırım sözcüğüydü.
Bakın anlatayım.
Los Angeles,
31 Mart 2011.
Kısa adı UCLA olan University of California, Los Angeles’ta yapacağım konuşmayla uğraşıyorum oteldeki odamda.
Soykırım diyecek miyim?
Kafamdaki soru bu.
Hazırladığım konuşma taslağının başında şu cümle var:
“Sizin acınızı biliyorum, sizin acınızı anlıyorum ve bu acınızı paylaşmak için buradayım.”
Peki ama hangi acınızı?
Soykırım acınızı mı?
Yoksa sadece acınızı mı?
Hangisi?..
Dilimde bir tutukluk var.
Sanki bilmiyor muyum, Anadolu’daki etnik, kültürel her türlü farklılığa, çoğulculuğa son vermeyi amaçlayan o Türkleştirme ve Sünnileştirme siyasetinin İttihat Terakki döneminde başlatıldığını…
‘İç düşman’lardan arındırılmış bir Anadolu istendiğini…
İttihat Terakki’yle cumhuriyetin kuruluşu arasındaki devamlılığı ve bu açılardan 1915’in tarihi bir dönüm noktası olduğunu bilmeme rağmen dilim neden hâlâ tutukluk yapıyordu ki?
Bunları bildiğime göre, biliyorsam, neden doğru bildiğimi söylemeyecektim ki?
Ama otel odamda konuşmamı hazırlarken, dilimdeki tutukluk devam ediyordu.
Konuşma metnimin başındaki o cümleye soykırım sözcüğünü bir ekliyor, bir siliyorum.
Kürt demek de, Kürdistan demek de, Kürtçe konuşmak da, Ermeni kıyımı ya da Ermeni soykırımı demek de, Dersim kıyımından söz etmek de hapislik suçtu.
Erivan’da da öyle olmuştu 2008’in Eylül ayı başında.
Ermeni Soykırımı Anıtı’na gidecek miyim, gitmeyecek miyim?
Sonunda gitmiş, anıta Hrant Dink’in acısına beş sap beyaz karanfil koymuş, duygularımı da Milliyet gazetesindeki köşeme aşağıdaki gibi yazmıştım.
Hrant Dink bir keresinde, "Gelin önce birbirimizin acılarına saygı gösterelim" demişti.
Belki de sevgili Hrant'ın bu sözüydü, yaşadığı acılardı, hayatımda ilk kez beni Ermenistan'a getiren ve Erivan'da bir sabah vakti gün doğarken Soykırım Anıtı'nın önünde bana duygu fırtınası yaşatan...
Ağrı Dağı, sislerin içinden kendini bir gösteriyor, bir kayboluyor.
Hüzünlü bir görüntüsü var.
Karlı zirvesiyle ne kadar soylu, ne kadar zarif.
Elini uzatsan sanki yakalayabileceksin, o kadar yakın...
Ben Hrant'la başbaşa, acıları düşünüyorum anıtın önünde.
Acılara saygı göstermeyi...
Başkalarının acılarını anlamayı...
Ve acıları paylaşmayı düşünüyorum.
Sabahın tuhaf sessizliğinde Hrant'la baş başayım.
Tarihten kaçılamıyor.
Sabahın sessizliğinde, bir kez daha tarihi inkâr etmenin anlamsızlığını, ama aynı zamanda tarihin, acıların tutsağı haline gelmenin taşıdığı riskleri düşünüyorum.
Bir de köklerin kaybolmadığı, aklımın bir köşesinde…
İnsanların kökleri, kök saldıkları topraklar çok önemli.
İnsanları dilinden, kimliğinden koparmak nasıl insanlığa karşı büyük bir suçsa, köklerinden, topraklarından koparmak da o kadar büyük bir suç.
Hele bunları gerekçelemek, suçun ayrılmaz bir parçası...
Ermeniler yaşadı büyük acıyı.
Anadolu'dan koparıldıklarında yaşadılar.
1915'te, 1916'da yaşadılar.
Ve Anadolu hasreti hiç dinmedi içlerinde...
Hrant sessizce anlatıyor acısını:
"Atalarımın başına gelenleri biliyorum. Buna kiminiz katliam, kiminiz soykırım, kiminiz tehcir, kiminiz trajedi diyorsunuz.
Atalarım da Anadolu deyimiyle kıyım derdi.
Bir devlet, kendi yurttaşlarını, hem de savunmasızlarını, çoluk-çocuk, kadın-yaşlı demeden, kök saldığı ortamlardan söküp, bilinmez bitmez yollara salıyorsa…
Bunun sonucunda da bir halk büyük bir bölümüyle yok oluyorsa…
Bugün bizlerin bu durumu izah edecek kelimeleri tercih etme kıvranışımız, insan olma özelliğimizin hangi vasfıyla izah edilebilir?
'Buna soykırım mı desek, göç mü desek?' diye cambazlıklar yapacaksak, her ikisini de aynı ölçüde mahkûm edemeyeceksek, soykırım yerine tehciri ya da tehcir yerine soykırımı tercih etmekle, insan oluşumuzla ilgili onurun hangi parçasını kurtarmış olacağız?"
Sevgili Hrant;
"İkrar değil, inkâr değil, önce idrak" derdin.
Ve 'idrak'ın yollarının da demokrasiden, özgürlükler düzeninden geçtiğini adın gibi bilirdin.
Bu nedenle de Türkiye’nin Avrupa yolunu savunurdun.
Sevgili kardeşim;
Erivan'da gün doğuyor, güneş sislerin içinde kırmızı bir portakal gibi.
Sabahın bu güzel sessizliğinde, beyaz karanfilleri senin için koyuyorum anıtın dibine.
Beni buralara sen, senin acıların getirdi çünkü...
Kürtler’den Kürtlüklerini unutmaları istendi; Ermeniler’den acılarını unutmaları istendi; Aleviler’den Aleviliklerini gizlemeleri istendi…
Los Angeles’taki otel odamda, 2011’in Mart ayında, soykırım sözcüğüyle kavgam devam ediyor. Bir yazıyor, bir çiziyorum üstünü.
Neden?
Sorunum nedir bu sözcükle?
Ermeni Soykırımı Anıtı’nı ziyaret ettim 2008’de. Ermeniler'den Özür Bildirisi’ni imzaladım. 24 Nisan 2010 tarihli Milliyet’teki yazımın başlığı, “Ermenilerin 24 Nisan acısını paylaşıyorum”du. Ayrıca, 24 Nisan’ın soykırım olduğunu düşünüyordum.
1915’te Osmanlı devletini yöneten İttihat Terakki diktasının, onun derin devleti sayılan Teşkilat-ı Mahsusa’nın Osmanlı devletinin vatandaşı olan Anadolu Ermenilerine yaptıkları planlı programlıydı.
Bunun da insanlığa karşı gerçek bir suç oluşturduğuna inanıyor ve bu kanlı mirasın günümüzde artık reddedilmesinin Türkiye’yi büyüteceğini düşünüyordum.
Ama hâlâ soykırım mı, tehcir mi, trajedi mi, kıyım mı, toplu kıyım mı, büyük felaket mi, katliam mı, kesim mi?
Soykırım kelimesiyle derinlere giden bir meselem olduğu için mi otel odamda kıvranıp duruyorum? Ne düşünüyorsam, neye inanıyorsam apaçık söylemekten, yazmaktan beni alıkoyan ne?
Tabular?
Korkular?
Mahalle baskısı?
“Hepiniz Ermenisiniz, hepiniz piçsiniz!”
Türk Ceza Kanunu’nun 301’leri?
‘Vatan hainliği’ damgası?
Milliyetçiliğin ağır baskısı, kabusu?
Kaç yaşına geldim, kaç yıldır demokrasiyi, ifade özgürlüğünü savunuyorum.
Ama hâlâ bazı düşüncelerimi kendime saklamaya devam mı edeceğim?
Hâlâ tabularım mı olacak?
Aklım hâlâ tutsak mı olacak?
Özgürleşemeyecek miyim?
En nihayet soykırım sözcüğünü ekliyorum konuşmamın girişindeki o cümleye:
“Sizin acınızı biliyorum, anlıyorum ve soykırım acınızı paylaşmak için buradayım.”
Sevgili kardeşim; sabahın bu güzel sessizliğinde, beyaz karanfilleri senin için koyuyorum anıtın dibine. Beni buralara sen, senin acıların getirdi çünkü...
Size sormak istediğim üçüncü soruya gelince…
İnsanın kendi kendine yönelik şiddeti nedir, hiç düşündünüz mü?
Bazı taşları yerinden oynatmaya, bazı tabulara dokunmaya çalışırken, insanın kendi kendisine uyguladığı şiddetin verdiği acıyı hiç hissettiğiniz oldu mu?
Ben bu şiddeti ve acıyı 2011 yılı Mart ayında, Los Angeles’taki otel odamda konuşmamı hazırlarken, soykırım sözcüğüyle boğuşurken galiba kendi içimde hissettim.
Nilüfer Göle bir kitabında şöyle der:
Taşları yerinden oynattığınız zaman kızarlar.
Kızılmaktan bıkmamak lazım.
Aydın olmanın bir parçası da kendine yönelik şiddet.
Yalnızca dışarıda değil, kendi içinizde de taşları sürekli yerinden oynatmak zorundasınız.
Çünkü aydın olmak için kendinize ihanet etmek zorundasınız.
Milliyetçilik, insanlığın başına korkunç belalar sarmış bir illet, bir hastalık.
Bu milliyetçilik mikrobundan, insanlık yaşanan büyük acılara rağmen daha hâlâ ne yazık ki kurtulabilmiş değil.
Milliyetçiliğe karşı barışın zaferi için taşları yerinden oynatmaya, gerektiğinde kendi kendimize şiddet uygulamaya kendimizi alıştırmalıyız.
O taşları Türkiye’de fena halde yerinden oynatmış ve bunun için de çok büyük bir bedel ödemiş olan sevgili arkadaşım Hrant Dink’i burada hasretle anıyorum.
Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.
Demirel 100 yaşında! Pazar günü Ülke Politikaları Vakfı'nın Cevahir Otel'de düzenlediği bir toplantıda "BABA"yı andık. Özlemişim Demirel'i, itiraf edeyim, arada bir gözlerim doldu
Yeterince kan ve gözyaşı akmıştır, daha çok acı çekilmesin, ama... Bu AMA üzerinde düşünmek lazım, geçmiş tecrübeler bunu gerektiriyor
Benim de böyle bir dostum var, Şahin Alpay. İyi ki varsın kardeşim, iyi ki BİR HİKAYEM VAR'ı yazdın
© Tüm hakları saklıdır.