“Kovulduk ey halkım, unutma bizi!” diyen bir mesaj geldi telefonuma. Yavuz Baydar da ‘iktidar odakları’nca işine son verilen gazeteciler kervanına katıldı. Aradım kendisini, “Bir boğulma, ezme, susturarak terbiye etme haliyle karşıyayız gazeteci milleti olarak” dedi.
Erdoğan ve iktidarı, medya konusunda kötü bir sınav veriyor. Nokta atışları ile farklı ve eleştirel sesler susturuluyor; çatlak ses istenmiyor. Medyayı kuşatma altına alanlar, gerçekte demokrasiyi de kuşatmak istiyorlar. Ama şunu iyi bilsinler; başarı şansları yok!
Mavi-yeşil bir cennette, Selimiye’ye doğru denizde seyrederken cep telefonuma bir mesaj geldi:
“Kovulduk ey halkım, unutma bizi!”
Sabah gazetesinde Yavuz Baydar’ın işine son verilmiş…
Sürpriz değil, bekliyorduk.
Telefon ettim Yavuz’a.
Sesi buruktu.
Canı tabii sıkkındı.
Neler hissettiğini, iç dünyasında esen fırtınaları bir meslektaş olarak kestirmek zor değildi.
İşsizliği ilk defa 12 Mart döneminde tatmıştım, askeri yönetim çalıştığım dergiyi kapattığı zaman. Bir ara iş bulur gibi olmuştum, yayınevi kuruyorduk. Yeni evliydim, bebek bekliyorduk. Bir akşam vakti zarf içinde son maaşımı göndermişti patron. Yine işsiz kalmıştım, 1972 senesiydi.
Evet, yıllar ne çabuk geçiyor.
Sevgili Yavuz’la yollarımız ilk kez Cumhuriyet’te kesişmişti 1980’li yıllarda. Genel Yayın Yönetmeni’ydim. O da, Stockholm’den gençlerin epeyce ilgisini çeken müzik ağırlıklı yazılar gönderiyor, renkli pazar yazıları yazıyordu.
Neden yine hatıralar dipsiz bir kuyudan çıkıp musallat olmaya başladılar ki?..
Anılar bitmez.
‘Medyaya giydirilmek istenen deli gömleğini yırtmak’
Akşam vakti Selimiye’de, deniz kıyısındaki Celal Kaptan’ın yerinde Çiğdem Anad, Vito ve Ayşe’yle sohbetimizin konusu ‘gazeteci milleti’ydi, ‘medya düzeni’ydi, özellikle Gezi Parkı sırasında gazetecilik dersinden sıfır notla sınıfta kalan televizyon kanallarıydı.
Çiğdem’in bir hayali var:
“Hatırlayın, Türkiye’deki özel televizyon yasağının nasıl delindiğini. Teknoloji sayesinde olmuştu bu. 1988 ya da 1989 yılıydı. Televizyon Almanya’da kurulmuş, oradan Türkiye’ye yayın yapılmıştı. Anayasal yasak bu yaratıcılık sayesinde delinmişti. Gidelim şu en yakındaki bir Yunan adasına, başlayalım yayına… Böylece, bu memlekette medyaya giydirilmek istenen deli gömleği orasından burasından yırtılmaya başlar.”
Yavuz’un kabahati ne?
Yavuz Baydar’ı telefonda dinlerken benim de içim acıdı.
Kabahati neydi Yavuz’un?
Okur Temsilcisi olarak görevini yerine getirmek, yani okurun şikayetlerini yansıtmak istemiş ama engellenmişti. Üstelik bir değil, iki kere yazısı basılmamıştı.
Son olarak New York Times gazetesinde, Türkiye’de yalnız siyasal iktidarların değil, gazete patronlarının da demokrasinin altını oyduklarını anlatan çarpıcı bir makale yazmıştı.
Anlaşılan bu da bardağı taşıran damla oldu ve ‘iktidar odakları’nca işine son verilen gazeteciler kervanına Yavuz Baydar da katılmış oldu.
Yavuz Baydar: Bütün fatura hakeme çıktı
Kendisiyle sohbet sırasında aldığım bazı notların özeti şöyle:
“Okur Temsilcisi olarak Sabah’ta 2004 yılında işe başladığımda görev tarifim gayet netti. Bağımsız ombudsman olarak yükümlülüğüm, okur şikayetlerini aktarmaktı, okurun sesi olmaktı. Ama bundan dolayı iki kez sansürlendim. Üstelik genel yayın yönetmeni sıfatı taşıyan biri tarafından, her türlü yetki ve ahlak ölçüsü aşılarak, ona ait köşede itibarsızlaştırmaya maruz bırakıldım. Sonra da işimden edildim.
Uğradığım bu muamele, Türkiye'de medyamızın geldiği hazin noktaya yeni bir örnektir. Ayrıca, uluslararası ombudsmanlık tarihi bakımından da bir skandal… Kulüp yönetimi veya oyuncular yerine bütün faturanın sadece işini yapan hakeme çıkarılması gibi bir şey...
Türkiye'de temiz medya olsun diye kendi çapında 14 yıldır kavga vermiş biri olarak üzüntü ve hayal kırıklığı içindeyim. Sabah'ta bu köşenin çıktığı sekiz yıl içinde ele alınmamış etik sorun kalmadı. Eski kirli medya yerine temiz, halk adına habercilik yapan, dürüst medya nasıl kurulur sorusunun yanıtları arandı, öneriler sunuldu. Bu yapılırken, eski kirli dönemin hataları da anlatıldı.
‘Gazeteci milleti boğulma haliyle karşı karşıya’
Uluslararası Ombudsman Örgütü’nün yöneticilerinden biri olarak katıldığım bütün toplantılarda, dışarda yazdığım yazılarda hem sorunlarımızı, hem de umutlarımızı anlattım. Bütün beklentim, parlamentosuyla, hükümetleriyle siyasal düzende yer etmiş özgürlük ve bağımsızlığa saygısızlığın azalmasıydı, hoşgörüsüzlüğün azalmasıydı.
Tam tersi oldu.
Adım adım gelinen nokta şimdi tam bir facia. Bir boğulma, ezme, susturarak terbiye etme haliyle karşıyayız gazeteci milleti olarak.
Böyle demokrasi olmaz.
Böyle medya olmaz.
Böyle bir ortamda medya ombudsmanlığı yapmanın artık benim için anlamı kalmadı. 14 yıllık etik mücadelesini yenilmişlik duygusu içinde tamamen kapatıyor, kepenkleri indiriyorum.
‘Bir yanda patron ve kukla yönetimler,
karşısında etikten kopuk partizanlar’
Medyamızda şimdi geriye ne kaldı ki?
Şu söylenebilir:
Bir yanda patronlar ve kukla editoryal yönetimler… Karşısında ise gazetecilik mesleğini sadece bir muhalefet etme aracı olarak etikten soyutlamış sert, partizan bir medya kesimi… İktidarın kontrolünde halk değil, devlet hizmetinde bir TRT… Böyle bir sektörle, böyle bir medya düzeniyle ortada ne gazetecilik kalır, ne bir şey…
Başbakan ve çevresi, bu tek seslilikle ülkeye ferahlık ve demokrasi geleceğini sanıyorsa çok fena yanılıyor.
Tam tersi olur.
Ayrıca 12 Eylül ve 28 Şubat kabuslarını yaşamış bu ülke medyasındaki gerçek gazeteciler, bu baskıya boyun eğmeyecek, demokrasinin çok sesliliği için mücadele edip sonunda kazanacaklardır.”
Yavuz Baydar’ın söyledikleri böyle.
Başarı şansları yok!
Tayyip Erdoğan ve iktidarı, medya konusunda kötü bir sınav veriyor.
Medyayı tek sesliliğe mahkum etmeye çalışıyor. Nokta atışları ile farklı sesler kısılıyor, eleştirel sesler susturuluyor.
Kısacası, çatlak ses istenmiyor.
Her geçen gün bunun örnekleri çoğalıyor.
Gidiş gerçekten çok kötü.
Medyayı kuşatma altına alanlar, gerçekte demokrasiyi de kuşatmak istiyorlar.
Ama şunu iyi bilsinler:
Çok zorlu bir işe soyundular ve başarı şansları yok!
Twiiter: @HSNCML