Gökova koylarından biri, Löngöz.
Sanki cennetteyim.
Sabahın erken saatleri.
Deniz çarşaf gibi.
Harikulade bir sessizlik...
Sevgili Sadun Boro'yu, büyük denizciyi
selamlıyorum, yad ediyorum kendi sözleriyle:
Her şeyden uzak asude bir hayat...
Zaman...
O da ne demekmiş?..
Ne kıymeti var zamanın...
Denizde öyle bir kelime yok...
Tuhaf bir heyecan uyanıyor içimde.
Denizin insana verdiği özgürlük duygusu...
Ya da günlük hayatın esaretinden kurtulma hissi...
Ama ne yazık ki ben hâlâ kurtulabilmiş değilim "esaret"ten...
Benimki belki de gönüllü esaret...
Veyahut deformasyon profesyonel...
Temmuz ayında çıkmış bir kitap,
Kindle'a tıklar tıklamaz tekneye,
bulutların üstünden elimin altına iniyor.
TWILIGHT of DEMOCRACY.
Demokrasinin Alacakaranlığı olabilir Türkçesi.
Konusu, demokrasilerin bütün dünyada
özellikle son çeyrek yüzyılda kaybettikleri zemin.
Kitabın yazarı, özellikle Doğu Avrupa'yı iyi bilen,
kocası Polonyalı olan (bir ara Polonya Dışişleri Bakanlığı da yapmış)
Amerikalı bir kadın gazeteci, Anne Applebaum.
Otoriter rejimlerin, diktacı eğilimlerin, yabancı düşmanlığıyla
ırkçılığın Trump Amerikası'nda,
Avrupa'da, Polonya ve Macaristan'da nasıl sinsi sinsi ilerlediği,
liberal demokrasileri nasıl aşağı doğru
çektiği anlatılıyor kitapta...
Okuduklarım elbette çok aşina.
Ben de yıllardır böyle bir karanlık süreçte yol alıyorum.
Kitabın Macaristan ve Polonya
bölümlerini okurken
bazı satırların altını çiziyorum.
Tek adam...
Tek adam devleti...
Tek parti devleti...
Tek parti yargısı...
Tek parti medyası...
Tek parti akademiyası...
Rüşvet ve yolsuzluğun olağanlaştığı,
liyakat sisteminden uzaklaşıldığı, işin
ehline verilmediği bir devlet düzeninin
yerleştirildiği...
Özellikle Macaristan'da, Victor
Orban'ın kendi ailesinin, kuzenlerinin,
arkadaş çevresinin sürekli korunması,
kollanması, -Avrupa Birliği fonları
da kullanılarak- zenginleştirilmesi...
Vergi sopası ile, korkutma ve sindirme
ile tek adama biat eden bir iş dünyası
yaratılması...
Seçimle, halkın oyuyla gelen
organlarda, özellikle muhalefetin
kazandığı belediyelerde
hakların sistemli biçimde
gasp edilmesi...
Muhalif belediye başkanlarına kara
çalma kampanyaları...
Macaristan'da bir muhalefet partisinin
seçim kazanmasını neredeyse
imkansızlaştıran bir sistem kurulması...
Muhalefeti sindirmek için sürekli yeni
düşmanlar bulmak, icat etmek ve
onlarla savaşmak...
Düşmanlar, Soros'lar,
Yahudi komploları,
liberaller, sol entelektüeller...
Yalanlarla, yabancı düşman edebiyatı
ile toplumsal ve siyasal kutuplaşmayı
körüklemek...
Avrupa Birliği'yle, dış düşmanlar ve
yabancı elitler eliyle Polonya'nın,
özellikle Macaristan'ın kendi gerçek
kimliğinden, gerçek tarihinden
uzaklaştırılması...
Ne kadar büyük benzerlikler içindeyiz.
Kitabın yukarıdaki satırları, dış düşman edebiyatı
bana Erdoğan'ın "Ayasofya konuşmaları"nı hatırlatıyor:
Türkiye'ye karşı saldırılar var.
Türkiye bir istiklal mücadelesi veriyor.
Ülkemiz yeni bir diriliş mücadelesi
içinde...
Dahili ve harici düşmanların, gizli
veya açık tüm saldırılarına rağmen
yedi düvele karşı vatan müdafaası yapıyoruz.
Karşımda bir savaş gemisi...
Okluk Koyu'na bakıyor.
En son 2018 yılı ağustos ayında gitmiştim.
Kaptan'a soruyorum, "Okluk Koyu'na,
Yazlık Saray'ın oraya gidemeyecek miyiz?"
Yanıt olumsuz:
"Başımıza bir bela almayalım Hasan Abi..."
10-12 mil uzaklıktaki savaş gemisinden ayrı olarak,
bir de kocaman sahil muhafaza bekliyor koyun girişinde...
Kazara bunların üstüne doğru dümen kırarsan,
uyarı mesajını hemen yiyorsun.
Eskiden mavi yolculuk tekneleri Okluk Koyu'ndan
sularını alır, alışverişlerini yapardı.
Orman içinde yürüyüşlere çıkılırdı.
Birkaç kadeh eşliğinde bir şeyler de yenecek yerler de vardı
yemyeşil çam ağaçlarının arasında altında...
Bunlar yok artık, Okluk Koyu halka kapatıldı.
Üç yıl geçmiş.
En son 2018 mavi yolculuğu'nda,
yine bir ağustos ayında bir gün Okluk Koyu'ndan geçmiş,
"cennette duvar"ı görmüş, fotoğrafını çekmiş,
bir de yazı yazmıştım.
Masmavi bir denizin kıyısında, yemyeşil
bir cennetin ortasında heyula gibi
yükselen bir duvar...
Yılan gibi kıvrılıyor.
Tepeye doğru gözden kayboluyor.
Üç buçuk dört metre boyunda.
Üstüne dikenli teller çekilmiş.
Projektörlü gözetleme kuleleri duvarı
daha da itici yapıyor.
Duvarın yanında sekiz on metrelik
toprak bir boşluğu telden bir yüksek duvar tamamlıyor.
Bu kadar korku neden?
Saraylarınızla birlikte sizi yüksek
duvarların arkasına iten bu korku
nereden kaynaklanıyor?
Sizler, yazlık sarayınıza teşrif ettiğiniz
zamanlarda Okluk Koyu tamamen
boşaltılıyormuş...
Teknelere telsiz talimatı gidiyormuş,
demir alıp koydan çıkmazsanız,
hakkınızda soruşturma başlayacak diye...
Ayrıca hücum bot benzeri, toplu tüfekli
koca bir sahil muhafaza gemisi koyun
ağzında boy gösteriyor, etrafta kuş
uçurtmuyormuş...
Bu arada dükkanları bomboş kalan
lokanta esnafının ağzını bıçak
açmıyormuş...
Elimde dürbün duvarı, dikenli telleri,
gözetleme kulelerini seyrediyorum.
Ağaçların arkasında kalan yazlık
saraya, yeşilliklerin, ağaçların arasında
tepeye doğru devam eden bir inşaata
bakıyorum.
Yakın zamanda yaşanmış ağaç katliamı
ve fotoğrafları içimi acıtıyor.
Rahmetli Turgut Özal'ı hatırlıyorum.
Cumhurbaşkanıyken Okluk Koyu'nda,
arada bir uğradığı son derece mütevazı,
gösterişten uzak yazlığı yüzünden bir
zamanlar kendisine ne kadar haksızlık
ettiğimiz aklıma takılıyor.
Yazlık Saray 300 odalıymış...
Ankara'daki Kışlık Saray 1150 odalı galiba...
İngiliz Limanı'ndan ayrılırken, Okluk Koyu'nu
cennet ilan etmiş rahmetli Sadun Boro'ya sesleniyorum.
Okluk Koyu artık cennet değil.
Cennette bir duvar!
Ne kadar hazin.
Duvarları düşünüyorum.
Soğuk Savaş boyunca dünyayı
Doğu-Batı diye bölen, totalitarizmin
simgesi olan Berlin Duvarı...
1989'da yıkılışı, özgürlüğün
zaferi olarak selamlanmıştı.
Dikenli telleriyle, projektörlü gözetleme
kuleleriyle tepeye doğru yılan gibi
kıvrılan duvar bana başka duvarları da
çağrıştırıyor.
Nazlı Ilıcak'ın, Ahmet Altan'ın,
Selahattin Demirtaş'ın, GültanKışanak'ın,
Enis Berberoğlu'nun, Osman Kavala'nın,
Mümtazer Türköne'nin, Mustafa Ünal'ın,
Sedat Laçiner'in ve daha yüzlerce masum
insanın yattığı o çirkin zindan
duvarları gözümün önüne geliyor.
Özgürlükleri çalan duvarlar...
Hukuku yerle bir eden duvarlar...
İnsan haklarını berhava eden duvarlar...
Ama şunu iyi bilin:
Nasıl korkunun ecele bir faydası yoksa,
bu duvarlar da gün gelecek demokrasi
ve özgürlük aşkıyla yerle bir olacak.
(Hasan Cemal 15 Ağustos 2018 yazısı)
"Cennet'te Duvar"ın* son halini göremeden
Okluk Koyu'na veda ediyorum.
Yazılar bir süre Akdeniz maviliğiyle iç içe,
Mavi Yolculuk Günlüğü olarak devam edecek.
* Denizci Osman Atasoy’un, geçen hafta 57 yaşında hayatını kaybeden Okluk Koyu’nun sembol simalarından Turgut Yücel’e ilişkin yazdıklarını aşağıda paylaşıyorum.
Okluk Koyu’ndan Turgut’un ölümü
“Bayramın ilk günü aldığım bir habere inanamadım. Okuduğum bir mesajda Okluk Koyu’nda lokantası ve tarlası olan Turgut Yücel’in vefat ettiği yazıyordu.
Hemen Turgut’un telefonunu çevirdim. Telefonu bir hanım açtı. Mesaj doğruymuş. Ondan Turgut’u sabah saatlerinde kaybettiğimizi öğrendim. ‘Siz nesi oluyordunuz’ diye sordum. ‘Yaşasaydı gelini olacaktım’ diye cevapladı. İçim parçalandı.
Turgut, Efe Mustafa ve Japon Hüseyin’le birlikte Okluk’un sembol isimlerindendi. Uzaklar’la yıllarca kışladığımız bu eşsiz koyda her kalışımızda, bu isimlerin denizcilere nasıl yardımcı olmaya çalıştıklarına şahit olurduk.
Turgut’un herhangi bir rahatsızlığı yoktu. Başsağlığı için aradığım Efe Mustafa, Turgut’un kalbinin yaşadığı üzüntüye daha fazla dayanamadığını söyledi.
Cumhurbaşkanlığı yazlık sarayının inşası sırasında bu üç sembol ismin arazileri istimlak edilmişti. Mustafa ve Hüseyin gibi o da ata yadigârı topraklarının ellerinden alınmasına kahrolmuştu.
Kendilerini yakından tanıyan denizci dostları, yaşadıkları derin üzüntünün bu arkadaşlarımızın sağlıklarını yitirmesine yol açacağından endişe ediyordu.
Ata yadigârı topraklarını kaybeden sadece onlar olmamıştı. Denizciler, mavi yolcular, yerli yabancı turistler de yıllardır girdikleri bu cennet koylara artık sokulmuyorlardı.
Turgut Özal’ın yıllarca kullandığı Cumhurbaşkanlığı köşkünün geniş arazisi köşkü büyütmeye yetmemiş(!), etrafındaki tarlalara, hatta koskoca Değirmenbükü’nün neredeyse tamamına el konmasına karar verilmişti.
Okluk’a son gidişimde Turgut’u çok üzgün görmüştüm. Annesi de oradaydı. Yaşlı kadın elleriyle diktiği tarlasının içinde durmuş, topraklarını kaybetmelerine ağlıyordu. Onun gözyaşlarıyla bu işe sebep olanlar hakkında söylediklerini dinlerken ürperdim. Bu kadının ahının tutacağını hissettim.
Nitekim korkulan gerçekleşti, Turgut bu sabah ani bir kalp krizi ile genç yaşta aramızdan ayrıldı. Okluk’ta yapımı süren saray inşaatı sırasında Sadun Boro’nun manevi vasiyetinin çiğnendiğine, ağaçların, hayvanların, denizin katledildiğine şahit olmuştuk.
Şimdi de bir insanın bu katliamın kurbanı olduğuna şahit oluyoruz. Hem de Kurban Bayramı’nın ilk günü... İnşallah bu acı kayıp son olur.
Turgut’a Tanrı’dan rahmet diliyorum. Artık, bu acılara sebep olanlar da dahil olmak üzere, başka kimsenin bu işten zarar görmemesini diliyorum. Okluk Koyu’nun yeniden halka açıldığı, denizcilerin eskisi gibi özgürce demirleyeceği günlerin bir an önce gelmesini diliyorum. Ve bütün bunların gerçekleşeceğine inanıyorum.”
Osman Atasoy