Gece vakti, Nobel Edebiyat Ödülü’nün bu yılki sahibi Svetlana Aleksiyeviç’in ödül törenindeki konuşmasını okuyorum. Kaybedilmiş Bir Savaş Üzerine başlığını taşıyan bir konuşma.
Sevgili dostlar,
Bu kürsüde tek başıma durmuyorum.
Etrafımda sesler var, yüzlerce ses…
Sesler her zaman benimle, çocukluğumdan beri.
Birinci Ses:
Bilip de ne yapacaksın bu kadar hüzünlü bir hikâyeyi?
Ben kocamla savaşta tanıştım.
Tank subayıydım.
Berlin’e kadar gittim. Hatırlıyorum, duruyorduk, daha o zaman kocam değildi… Reichstag’ın orada duruyoruz, bana diyor ki, ‘Gel evlenelim. Seni seviyorum.’
Benimse bu sözler bir ağrıma gitti ki! Tüm savaş boyunca kirin, tozun, kanın içindeydik, etrafımızda her şey mat.
Şöyle dedim ona:
‘Sen önce benden bir kadın yap, bana çiçekler ver, şefkatli sözler söyle. Cepheden geri yollanınca kendime bir elbise dikerim ben de.’
O kadar dokunmuştu ki sözleri, hatta ona vurmak istemiştim.
O da hissetti bunu.
Bir yanağında yanık yarası vardı, dikişlerle kaplı.
O dikişlerin üzerinde gözyaşlarını gördüm. ‘Peki, evlenirim seninle’ dedim ve ne dediğime kendim de inanamadım.
Etrafımız kırık, dökük, tek kelimeyle, etrafımız savaş.
Kitaplarımın yanındayım: "Ben de olsam dağa çıkardım" diye biten Kürdistan Günlükleri, "Yaşamak direnmektir" diye başlayan Delila...
Rusya’daki Putinleşme dönemini adını koymadan eleştiriyor:
“Umut devri, yerini korku devrine bıraktı. Zaman geriye döndü. İkinci el, kullanılmış bir zamanı yaşıyoruz.”
Gece vakti telefon.
Mahkemeden benim iki, Tuğçe Tatari’nin bir kitabı hakkında toplatma kararı çıkmış...
Gerekçe:
Terörü övmek ya da terör örgütü propagandası yapmak...
Bir başka deyişle:
İfade özgürlüğüne yeni bir darbe... Eleştiriye yasak...
Sansür...
12 Eylül’lere, darbe dönemlerine gitmeye gerek yok, 1990’ları da böyle yaşamıştık...
Oluk gibi kan ve gözyaşı akarken, köyler yakılıp boşaltılırken, faili meçhul cinayet dalgası kabardıkça kabarıyordu.
Eşzamanlı olarak medyaya dönük sansür mekanizması işletiliyordu.
Genelkurmay’da gazete sahipleriyle yöneticilerine haber nasıl yapılır, yorum nasıl yazılır brifingleri veriliyordu.
Mahkeme kapıları aşındırılıyor, hapis cezaları, toplatma kararları çoğalıyordu.
Kürt sorunu tartışılsın istenmiyordu.
PKK haberleri, Bekaa Vadisi haberleri (o zamanlar Kandil yoktu) ve Apo’yla Bekaa röportajları yasaklanıyor, hapis konusu haline getiriliyordu.
Belki daha doğru deyişle:
Asıl zincir bizim mesleğimize, gazeteciliğe vurulmuş oluyordu.
Anlaşılan o ki:
Şimdi o günlere yeniden dönüyoruz. Bölgede kan ve gözyaşı ne yazık ki her geçen gün daha çok akmaya başladı.
YAŞAMAK DİRENMEKTİR!
Toplatma kararı verilen DELİLA: Bir Genç Kadın Gerillanın Dağ Günlükleri isimli kitabımın ilk baskısı 2014 yılı Şubat ayında çıkmış.
Giriş bölümü şöyledir:
Uzaklardan, dağlardan doğru bir çığlık yankılanıyor:
“Yaşamak direnmektir!”
Delila’nın sesi bu:
“Berxwedan jiyane!”
Gözlerimin önünde sıra sıra, kat kat Kürdistan dağları uzanıyor.
Doruklar karlı, tepeler sis içinde.
Bu dağlar sanki büyülü dağlar!
Etraf o kadar güzel ki.
Yağmur çiseliyor.
Mutlak bir sessizliğin, tuhaf bir yalnızlığın içinde buluyorum kendimi.
“Yaşanan acılar yıllar boyu binlerce genci bu dağlara çekti” diyor jipi süren gerilla, “Bu dağlar, bu doğa bizim için bir gerillacılık çağrısıdır.”
2013 yılı Mayıs ayı.
PKK’nin çekilme sürecinin başlangıcını izlemek için Metina adını taşıyan ‘savaş bölgeleri’ndeyim.
Türkiye-Irak sınırı çok yakın.
Dağ yolunda ağır ağır gidiyoruz.
Hiç beklemediğim bir ses patlıyor jipin içinde. Yanık yanık Kürtçe söyleyen hüzünlü bir kadın sesi.
Sıra dışı, tok, duru bir ses.
Aynı zamanda vakur, dimdik bir ses.
Umut da var, keder de var bu seste.
Çekiciliğini hiç yitirmeyecek düşlerin titreşimleri hissediliyor bu kadın sesinde.
“Söyleyen kim?”
“O bizim Delila’mız, Kürtlerin Sezen’i...”
Sesteki derin hüzün beni de hüzünlendiriyor.
Diyor ki:
“Delila bu dağlarda yaşayarak, bu dağlarda hissederek söylediği için bu kadar güzel söyleyebiliyor.”
“Şarkının adı ne?”
“Şev Tari*, Türkçesi Karanlık Gece…”
BEN DE OLSAM DAĞA ÇIKARDIM!
“Umut devri, yerini korku devrine bıraktı. Zaman geriye döndü. İkinci el, kullanılmış bir zamanı yaşıyoruz...”
Hakkında toplatma kararı çıkan ikinci kitabım, Çözüm Sürecinde KÜRDİSTAN GÜNLÜKLERİ geçen yıl Eylül ayında yayımlanmıştı.
Son bölümü şöyledir:
Benim de anadilim yasaklansaydı...
Ben de bilmediğim bir dili konuşamadığım için ilkokulda öğretmenden tokat yeseydim...
Benim de kültürüm aşağılansaydı...
Benim de kimliğim inkâr edilseydi...
Benim de Kürt demem, Kürdistan demem mahkemelik, hapislik suç sayılsaydı...
Bana da devlet, “Kürtçe diye bir dil yok!” deseydi...
Bana da devlet, “Kürt yok Türk var!” deseydi...
Bana da devlet, “Kürt de var, Kürtçe de var!” dediğim için baskı yapsaydı, mahkemelere verse, hapislere atsaydı...
Bana da devlet, Kürt olduğum için vatan haini, düşman muamelesi yapsaydı...
Bana da devlet ‘eşit vatandaşlığı’ çok görseydi...
Bana da devlet Kürt olarak ‘kendi kendimi yönetmeyi’ bölücülük saysaydı...
Benim de doğduğum, büyüdüğüm yerlerin Kürtçe isimleri Türkçeleştirilseydi...
Benim de Kürtçe anadilimde eğitim görmeme devlet hayır deseydi...
Benim de köyüm, evim barkım yakılıp yıkılsaydı...
Benim de yakınlarım ‘faili meçhul cinayetler’de öldürülseydi...
Benim de anam babam üstelik kendi memleketlerinde o derin sürgün acısını yaşasaydılar...
Benim de abilerim Diyarbakır Askeri Cezaevi’nden, o zulümhaneden geçseler, o cehennemde bok yemek zorunda bırakılsalardı...
Ben de dağa çıkardım!
* Video: Delila’dan karanlık gece...