Kül rengi bir sabah, Elie Wiesel’in ölüm haberiyle uyandım.
Kendisini 1990’lı yıllarda tanımıştım.
Sohbetleri, kitapları beni epeyce etkilemişti.
Eşitsizliğin, adaletsizliğin kol gezdiği, barış özleminin hiç dinmediği, insanlığı hiçe sayan suçların gitgide kanıksandığı bir ülkenin vatandaşı olarak, Elie Wiesel’in hayat çizgisi benim iç dünyamda izler bırakmıştı.
Hitler’in ölüm kampı Auschwitz’den kurtulup bir hayat boyu barış, adalet ve insanlık için kötülüğe ve ırkçılığa karşı mücadele eden, 1986’da Nobel Barış Ödülü’nü alan Elie Wiesel’in şu iki sözü aklımdan çıkmaz.
Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.
Adaletsizliği engelleyecek gücünüzün olmadığı zamanlar olabilir.
Fakat, itiraz etmeyi beceremediğiniz bir zaman asla olmamalı.
Yıllar önceydi.
Dondurucu bir soğukta, karlı bir havada, Polonya’nın Krakow şehri yakınlarındaki Auschwitz’i gezerken de hatırlamıştım Elie Wiesel’i.
Dimdik yükselen nöbetçi kulübesinin altından geçip, cetvelle çizilmiş gibi dümdüz uzanan karla kaplı demiryolunun üstünden kendi başıma yürüyorum.
İki yanım dikenli teller...
Kırmızı tuğlalı sevimsiz barakalar...
Ve o çirkin bacalar...
O bacalar sanki hala tütüyor, burnuma ölümün, barbarlığın kokusu geliyor.
Elie Wiesel gibi Auschwitz’den canlı kurtulabilen o yaşlı kadının sesi kulağımda:
“Dikkat et bastığın her yere, her metre karesinde bir ölü var bu toprakların...”
Yalnız Auschwitz’de bir milyon yüz bin Yahudi hayata veda etmiş.
Elie Wiesel’ler ölmez, yazdıklarıyla, mücadeleleriyle yaşamaya devam ederler
Bitiyor demiryolu.
Naziler, Macaristan Yahudilerini hiç vakit kaybetmeden doğruca gaz odalarına göndermek için savaşın son yılı inşa etmişler, bu cetvelle çizilmiş gibi dümdüz demiryolunu...
“Korkunçtu o yaz, her Allah’ın günü sekiz bin Macar Yahudisinin gaz odalarına götürüldüğünü kendi gözlerimle gördüm” derken sık sık yutkunuyor, gözleri doluyor.
Hüzün ve trajedi, burada insanın içine işliyor.
Kendi kendime soruyorum:
Neden geldim ben bu Auschwitz’e?..
Acıları hissetmek için mi, acıları paylaşmak için mi, acıları düşünmek için mi?..
Diyor ki:
“Gaz odalarının duvarlarına son bir gayretle, ‘Asla unutma!’ sözünü tırnaklarıyla kazıdılar.”
Bosna-Hersek Başmüftüsü Mustafa Çeviç’i dinliyorum:
“Yıllar yılı ilgilenmedim Yahudilerin başına gelenlerle... Auschwitz nedir umurumda değildi. Ama ne zaman kendi memleketimde, Srebrenitza’da bizim başımıza geldi soykırım, o zaman uyandım, her şeyi öğrendim. Bunun için şimdi buradayım. Avrupa, altı milyon Yahudi’nin gaz odalarında, ölüm kamplarında can vermesinden sonra bir daha asla dedi, ama 1990’larda Avrupa’nın göbeğinde, bu kez Bosna’da yaşadık soykırımı...”
Ne diye geldim Auschwitz’e bu Allah’ın kışında, her taraf buz kesmişken?..
Düşünmek için belki de...
İnsanları birbirlerinden böylesine nefret ettiren ne ola ki?..
Neden insanlar birbirlerini kesiyor, dilleri, dinleri, kökleri, renkleri farklı diye?..
Milliyetçilik mi?..
Etnik, dinsel farklılıklar mı?
Benim milliyetçiliğim senin milliyetçiliğinden daha iyidir, daha üstündür duygusu mu?..
Ben sevmiyorum bu milliyetçiliğin her çeşidini...
Sevimsiz, kırmızı tuğlalı barakalardan birine giriyorum kendi başıma. Sessizlik, küçücük pencereden sızan solgun kış ışığı ve her tarafından buz gibi rüzgâr üfüren bir baraka.
Basık tavanlı, kâbus gibi. Tahta ranzalar... Ve tahtaları pislikten kararmış o ranzalarda balık istifi yatan iskeletlerin simsiyah çukurdan bakan gözleri...
Onlardan biri de Elie Wiesel’di...
Gözümün önünde çocuklar, gözümün önünde bebeler, gözümün önünde anneler, binlerce, on binlerce, yüz binlerce...
Bakamıyorum fotoğraflara...
Ön yargıları ve inkârcı bakış açılarını tarihin çöp tenekesine atmak zorundayız, eğer bu dünyada barışı içtenlikle istiyorsak...
Filmlerden, belgesellerden ezbere bildiğim yer, Auschwitz’in girişi:
Arbeit macht frei!
Balyoz gibi söz:
“Soykırım Avrupa’nın işidir. Yahudileri Müslümanlar kesmedi.”
Türkiye doğumlu bir Yahudi’ye ait bu söz. Lyon’da yaşarken komünist olmuş, savaş sırasında direnişe katılmış, sahte kimlik basarken yakalanmış, Auschwitz’den canlı çıkabilmiş, böyle diyor.
İkinci Dünya Savaşı’nı, Hitler’i ve Nazizm’i insanlığın başına saran milliyetçilik elbette Avrupa işi...
Ama aynı zamanda milliyetçilik belasını aşmak için, tarihin en büyük barış projesi olarak tarih sahnesine çıkan Avrupa Birliği de, demokrasi, insan hakları, özgürlükler, hukukun üstünlüğü, eşitlik ve dayanışma da Avrupa işi değil mi?
Ama şimdi tekliyor bu ‘Avrupa işi’ proje.
Brexit’le de ölümcül bir darbe daha yemiş durumda.
Elie Wiesel’in bir hayat boyu mücadele ettiği ırkçılık, yabancı düşmanlığı, milliyetçilik yaşlı kıtada yeniden yükseliş halinde...
Avrupa ne yazık ki kendi değerlerine sırtını dönmeye başladı.
Ve Avrupa’da bugünün Yahudileri artık Müslümanlar değil mi?
Gaz odalarında hayata veda edenlerin deri bavulları toplanmış kocaman camekânın içinde.
Else Meier, Köln, 1892 doğumlu...
L. Grootkern, Hollanda, 1905...
Herman Pasternak, 1900 doğumlu...
Babam da 1900’de doğmuştu.
İçim acıyor.
Eski sosyal demokrat lider ve Almanya Başbakanı Schröder güzel konuşuyor.
‘Soykırım’dan dolayı ülkesinin ve Almanların tarihsel sorumluluğunun altını çiziyor, sözcükleri eğip bükmeden... Daha güzel bir gelecek için ırkçılığın, Yahudi düşmanlığının olmadığı, ancak dinler ve kültürler arası diyalog ve anlayışın bulunduğu bir dünya diliyor.
Haklı bir noktaya daha işaret ediyor:
İsrail’in devlet olarak var olma hakkıyla, Filistin’in kendi bağımsız devletine sahip olma hakkı...
Yaşanmış acıları inkâr etmeden, yaşanmış acıları ille de mukayese etmeden konuşmak, tartışmak zorundayız, özellikle Türkiye’de...
Veyahut:
Ön yargıları ve inkârcı bakış açılarını tarihin çöp tenekesine atmak zorundayız, eğer bu dünyada barışı içtenlikle istiyorsak...
Gaz odasından çıkan Yahudilerin yakıldığı o korkunç fırınların karşısına kocaman yazılmış:
“Tarih hatırlanmazsa, çaresizlik bir daha yaşanır!”
Elie Wiesel’ler ölmez, yazdıklarıyla, mücadeleleriyle yaşamaya devam ederler.