Evet, bir kez daha vurguluyorum:
Erdoğan'a karşı Atatürk'ün yanındayım!
Çünkü, Erdoğan'ın yüzü Batı'ya değil Doğu'ya dönük.
Çünkü Erdoğan, Cumhuriyet'in laik olanını da, demokratik olanını da sevmiyor.
Kadın-erkek eşitliği denince fena oluyor.
Eğitimi İslamileştiriyor.
Eğitimden 'eleştirel düşünce'yi siliyor.
Eğitimi imam hatipleştiriyor.
'Hukukun üstünlüğü'nü sevmiyor.
Özgürlük sözcüğünü sevmiyor.
Kısacası:
Erdoğan, 'Batı değerleri'nden nefret ediyor.
Demokrasiyi de Batı kaynaklı bir küfür düzeni saydığı için yok ediyor.
Demokrasinin yerine tüm iktidar dizginlerini kendi elinde toplayan, İslami çizgileri gün geçtikçe ağır basan bir Saray düzeni kuruyor.
Bir başka deyişle:
Yüzü Batı'ya, Batı değerlerine dönük olan Atatürk'ü sevmiyor.
Atatürk'ün hayat tarzı, hayata bakışı da Erdoğan'a çok itici geliyor.
Bu nedenlerle 1923’ü tersine çeviriyor., Cumhuriyet'e karşı intikamcı, rövanşist bir çizgi izliyor.
Atatürk ve Cumhuriyet'le ilgili başta semboller olmak üzere her şeyi sinsi sinsi, adım adım siliyor, yok ediyor.
İşte bu nedenlerledir ki, 2016'daki yazımda vurguladığım gibi:
Erdoğan'a karşı Atatürk'ün yanındayım!
Cumhuriyet bugün 95 yaşında.
Cumhuriyet'i ben de yıllar yılı en büyük bayram olarak kutladım.
Atatürk benim gözümde ‘eleştiri üstü’ydü. Üniversiteyi, Mülkiye'yi bitirinceye kadar da değişmedi bu bakış açım.
Hatta üniversite sonrası Atatürkçülük ve Kemalizm tabelası altında cuntacılık, darbecilik işlerine de karıştım, (Bu yılları 1999’da çıkan Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım isimli kitabımda ayrıntılı yazdım).
Ancak 1970’li yıllarda kafamda bazı sorular uç verdi. Cumhuriyet'in artıları kadar eksileri'nin de su yüzüne vurduğu zamanları yaşamaya başladım.
Bazen kendi kendime sorardım:
Acaba her yıl 29 Ekim'de bir Cumhuriyet yazısı, bayramlık ya da beylik bir yazı yazmak zorunda mıyım?
Cumhuriyet gazetesi yıllarımda, patron ve başyazarımız Nadir Nadi'nin bazen benden ulusal bayramlarla ilgili Cumhuriyet imzalı başyazı istediği olurdu.
İlk başlarda yazarken zorlanmıştım.
Önce arşive çıkar, Nadir Bey’in daha önceki yıllarda yazdığı başyazıları okurdum.
Genellikle aynı yazılardı.
Zamanın meseleleriyle şöyle bir güncelleştirilmiş ama temel çizgileri hiç değişmeyen, birbirinin benzeri yazılar...
Bir başka deyişle:
Cumhuriyet’in kuruluşuna ve Atatürk dönemine toz kondurmayan, laiklik ve bölünmez bütünlük konularında devletin resmi ezberlerini her seferinde güzelleyen, bu arada iktidardaki partiyi bu açılardan eleştiren klasik yazılardı.
Bana biraz sıkıcı gelen bu başyazıları daha sonraki Cumhuriyet gazetesi yıllarımda ben de otomatiğe bağlanmış gibi yazmaya başlayacaktım.
Sıkıcılık sadece yıllık tekrardan kaynaklanmıyordu.
Cumhuriyet rejimiyle ilgili bazı temel konularda eleştiriden yoksun olmalarının da payı vardı bu monotonlukta.
Zamanla, Cumhuriyet'in kuruluşundaki temel hataların, Türkiye’de demokrasi ve hukuk devletinde taşların yerli yerine oturmasını bugünlere kadar nasıl engellediğini görmeye başladım.
Bu hataların Türkiye’de demokrasiyi ikinci sınıflığa, üçüncü sınıflığa mahkûm ettiğini fark ettim.
Neydi bu temel yanlışlar?
Laiklik anlayışındaki aşırılık, otoriterlik...
Kürt yok Türk var!
Kürtçe yok Türkçe var!
1938 Dersim kırımı...
Müslümanları Türkleştirmek...
Müslüman olmayanlara karşı ayrımcı politikalar... Trakya pogromları, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül'ler...
Başta tarih olmak üzere eğitime damgasını vuran aşırı Atatürkçü ya da Kemalist milliyetçilik...
Tahrif edilmiş –veya icat edilmiş-tarih anlayışı... (Öylesine bir resmi tarih anlayışıydı ki bu, Atatürk’ü bile sansüre tabi tutabilmişti. Atatürk, 24 Nisan 1920'de, ilk Meclis konuşmasında sözü 1915’e getirir ve Osmanlı Ermenilerine yapılanları “Utanç verici işler, alçaklık” diye niteler. Ama gel gör ki, Atatürk’ün bu sözleri daha sonra Meclis zabıtlarından çıkarılır, sansürlenir)
Devleti ya da atanmışları -özellikle askeri- her zaman ‘seçilmişler’in tepesine oturtan zihniyetin askeri darbelerle her on yılda bir kazandığı meşruiyet...
Ve bütün bu temel yanlışların üstünü örten Türkiye daha demokrasiye hazır değil zihniyeti...
Türban, başörtüsü yasakları...
İşte bütün bu yanlışlar, Türkiye'nin hala çözemediği, cebelleşmeye devam ettiği büyük sorunları, toplumsal ve siyasal kutuplaşmaları doğurdu.
Kürt sorunu böyle doğdu.
PKK sahneye böyle çıktı.
Alevi meselesi böyle sahne aldı.
Başlangıçta cumhuriyet devletine yabancılaşan, ondan soğuyan, yer yer ona düşmanlaşan İslami hareketler, çok partili rejimle birlikte, usul usul seçim sandığında güçlenmeye başladılar.
Türkiye böylece bir uçtan öbür uca savrulmaya başladı.
1923'den intikam almayı ve Atatürk Cumhuriyeti'ni tersine çevirmeyi amaçlayan rövanşist bir yol böyle açıldı Türkiye'nin önünde.
Türkiye daha demokrasiye hazır değil diye, birinci sınıf demokraside irtica ve bölücülük alanında dizginler elden kaçar gider diye, onar yıllık aralarla yapılan askeri darbeler bugün geldiğimiz siyasal zemini hazırladı.
Bu memlekette, "birinci sınıf demokrasi ve hukuk devleti"ne karşı yıllar yılı yaşanan asker-sivil vesayetçi direniş, sonunda tam tersini doğurdu ve Atatürk'ün Batı'ya dönük yüzünden nefret eden, demokrasiyi küfür düzeni sayan İslamcı güçleri, üstelik büyük bir kitle desteği ile iktidara taşıdı.
Erdoğan ve AKP böylesine uzun ve sancılı sürecin ürünüdür.
Erdoğan'ın tek adamlığı ile 'Saray düzeni'ne bugün haklı olarak karşı çıkanlar, bu konuda kökleri 1923'e, hatta İttihat ve Terakki'ye giden bazı temel yanlışları da gözden kaçırmasınlar.
Cumhuriyet devletini zamanında daha çok hukuk ve demokrasiyle tanıştırabilseydik, demokratik bir cumhuriyet kurabilseydik, siyasal İslam'ı demokrasiyle barışık kılabilecek demokratik esneklikleri zamanında gösterebilseydik, Türkiye bugün birinci sınıf bir barış, demokrasi ve hukuk ülkesi olurdu.
Bunu başaramadık.
Bu fırsatı kaçırdık.
Bugün artık tarihi siyah-beyaz okumaktan vazgeçmeliyiz.
Tarihi yerli yerine oturtmalıyız.
Tarihten gereklli dersleri artık çıkartmalıyız.
Evet, İstiklal Savaşı’nı yapan öncü kadroların, Atatürk ve dava arkadaşlarının 1923’de Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmaları, hiç kuşkusuz, bu topraklarda modernleşme açısından çok önemli bir atılımdır.
Altı kalın olarak çizilmesi gereken tarihi bir dönüm noktasıdır.
Türkiye’nin yüzünü iyice Batı’ya çeviren, Batı’yı örnek alan reformcu adımlarla, kadın-erkek eşitliğiyle, laiklikle, ulus-devlet ve uluslaşma çabalarıyla radikal bir ‘uygarlaşma projesi’nin yukarıdan aşağıya uygulanmaya başladığı bir tarihtir, 1923’ün 29 Ekim’i...
Evet öyledir.
Ben de bunun için, Erdoğan'a karşı Atatürk'ün yanındayım, diyorum.
Ama aynı zamanda, ‘doğru’larıyla birlikte Cumhuriyet’in ‘yanlış’larının da iyi okunması gerekir, diyorum.
Yoksa bu memlekette barış, demokrasi, hukuk ve özgürlük isteyenlerin mücadelesi başarıya ulaşamaz.