Viranşehir’den: “Bu saatten
sonra süreçten geri dönüş
tam bir felaket olur,
her iki taraf için de...”
“Evet büyük acılar çektik. Ama artık barışın ipine sarılacağız. Elbette Kürt olarak, eşit vatandaş olmak isteyeceğiz. Hak ve özgürlüklerimizin yasal güvencelerini isteyeceğiz. En başta ana dilde eğitim hakkımız geliyor. Bunlar olacak. Ama artık bunların alternatifi silah, silahlı mücadele değil. Apo demedi mi, silahlar değil fikirler konuşsun, demokratik siyaset yapılsın diye...”
MARDİN
Güneş doğuyor, sabah vakti dağların, tepelerin ardından günün ilk ışıklarını veriyor. Gözlerimin önünde yemyeşil bir deniz gibi alabildiğine uzanan Mezopotamya Ovası’nın üstünde buğulu bir güzelliğin yumuşak dalgaları yayılıyor.
Kimbilir kaçıncı kez büyülenmiş bir halde seyrediyorum Mezopotamya’yı.
Gün doğarken de, batarken de, mehtap çıkarken de karşısında hayallere daldığım ovaya bu kez yüzlerce yıllık bir Ermeni evinin, Maridin Oteli’nin terasından bakıyorum.
Mutlak sessizlik ve sükûnetin yalnızlığı derinleştirdiği ama düşünmeyi yoğunlaştırdığı saatler...
Güvercin kanatlarının pırpırları, kuşların cıvıldaşmaları, uzaklardan bir horoz sesi...
Ve uçurumun dibindeki daracık taş sokakta eşeğiyle çöp toplayan genç bir adam...
Hepsi bu kadar.
Cizre’nin eski Belediye Başkanı, sürgünlerden, hapislerden geçmiş, 74 yaşındaki şen şakrak Sabri Vesek’in akşamki sözü aklıma takılıyor, gülüyorum kendi kendime. Barış süreci hakkında umutlu musunuz, diye sorunca, önce Kürtçe’sini, sonra Türkçe’sini söyledi:
“Hırsızın annesi iki kere osururmuş, biri korkudan, biri sevinçten... İşte Kürtlerin hali, psikolojisi böyle...”
İrademe dokunma, demokrasiye dokunma!
Sabah erken Mardin’den İpek Yolu’na çıktık. İki yanımız alabildiğine dümdüz uzanan, daha bir karış boy atmış yemyeşil buğday tarlaları...
İlk durak Viranşehir.
Viranşehir belediye binasının ön cephesine, 2009’un Habur sonrasındaki büyük KCK operasyonunu simgeleştiren o tüyler ürpertici fotoğraf kocaman bir pankart olarak boylu boyunca çekilmiş. Polis eşliğinde tek sıra halinde hapse atılmaya götürülen bilekleri kelepçeli seçilmiş yerel yöneticiler, siyasetçiler. Simsiyah zemine kıpkırmızı yazılmış:
“İrademe dokunma! Halk iradesine dokunmak, demokrasiye dokunmaktır.”
Fotoğrafın ikinci sırasında, Viranşehir’e iki dönem belediye başkanlığı yapmış olan Emrullah Cin var. Üç buçuk yıldır hapis yatıyor. Halefi Leyla Güven de demirparmaklık arkasında...
Emrullah Cin, 2004’te Viranşehir’e uğradığım zaman bana yeni açılmış olan kültür ve sanat merkezini gezdirmişti. Kürtleri yok saymanın, inkârcılığın sadece kan ve göz yaşına yol açtığını anlatırken, merkezin girişine asılmış iki sözcüğe işaret etmişti:
Yaşasın barış!
Sonra hapisten, on yaşındaki kızı Berdil’in bir mektubunu, barış isteyen bir mektubunu göndermişti bana...
Bu topraklarda barış özlemi hiç bitmiyor. Kan ve gözyaşının derin acısını kendi hayatlarında yıllar yılı yaşayanların yüreğinde barışa hasret hiç dinmiyor.
Barışa Emanet Olun'dan hapse düşmek!
Vekil Başkan’la, bazı Belediye Meclis üyeleri ve BDP’lilerle sohbet ediyoruz. Biri, Urfa KCK davasından sekiz ay yatmış, yeni çıkmış. Hapse girişinin benimle de ilgisi var, şöyle anlattı:
“Bir halk toplantısında, Belediye Meclisi üyesi ve BDP İlçe Başkanı olarak yaptığım konuşmada sizin Barışa Emanet Olun isimli kitabınızdan da bir alıntı yaptım. Ve ‘PKK propagandası’ndan içeri attılar.”
1970’lerde Ecevit’i Karaoğlan olarak sevdiklerini, onu solcu sandıklarını, bu yüzden CHP’yi, DSP’yi desteklediklerini söyledi. Daha sonra kendisinde ‘Kürtlük duygusu’nun gelişimiyle birlikte asıl siyasete 1990’larda başladığını ve ‘Kürt özgürlük hareketi’ne katıldığını belirtti.
Dedim ki:
“Öcalan, silahlar sussun, fikirler konuşsun, siyasetin demokratik olanı yapılsın, diyor. Ne olacak şimdi?”
Yanıtın ilk cümlesi artık klasik:
“Sayın Öcalan’ı elbette sonuna kadar destekliyoruz.”
Şöyle devam ediyor:
“Karamsar değiliz ama şüphelerimiz var, tereddütlerimiz var. Hâlâ KCK’dan hapiste yatan milletvekillerimiz, belediye başkanlarımız, seçilmiş insanlarımız ne zaman çıkacak? Onlar ne olacak? Evet, son tahliyeler iyiye işaret ama... BDP’den ellerine çakı bile almamış insanlar hâlâ içeride... Başbakan Erdoğan madem siyaset yapın diyor, o zaman bu insanlar neden hâlâ hapis?..”
Bir başkası ekliyor:
“Sayın Öcalan’ın Kandil’le daha iyi temas etmesi önemli. Gerilla tarafının kafasının daha netleşmesi için lazım bu temas. İmralı - Kandil hattı daha iyi işletilmeli.”
Bir diğeri söze giriyor:
“Sayın Öcalan’ın hapishane şartlarının mutlaka iyileştirilmesi gerekir.”
Bir başkası kısa kesiyor:
“Hasta tutsaklar serbest bırakılsın.”
Ve bir konu daha ilk kez kulağıma çalınıyor:
“Yeniden koruculaştırma sistemi geliştiriyor devlet... Muş, Bitlis, Van, Hakkari ve Şırnak taraflarından gelen haberler böyle. Barış adına hayra alamet değil yeni koruculuk...”
Geri dönüş felaketi...
Ve benim klasik sorum:
“Kuşkularınız, kaygılarınız var, tamam. Ama bu süreç terse döner mi, gerisin geriye gider mi?”
Bu soruma şunu da ekliyorum:
“Ankara tarafından Öcalan’ın bu kez açıktan muhatap alınması... Newroz çağrısının Kürtçe ve Türkçe olarak Diyarbakır meydanında okunurken televizyonların canlı yayın yapması... Yalnız İmralı’nın değil, Kandil’in de fiilen muhatap alınıyor olması... BDP heyetinin Ankara – İmralı - Kandil üçgeninde fır dönmesi... Kandil’de lider kadrolarıyla çektirilen fotoğrafların gazetelerde, haber kanallarında çıkması... Bütün bunlar ne demek, nasıl çarpıcı bir değişiklik?.. Daha düne kadar bunlar akla gelebilir miydi?.. Demek istiyorum ki, bu sefer işler galiba çok daha ciddi... Bundan sonra geri dönüş olabilir mi?”
Bu soruma yanıt kısa geldi. Barışın altının doldurulması gerektiğini, gerçek barışla demokratikleşmenin içiçeliğini ve bu açıdan kaygılarını özellikle belirten bir BDP’li aynen şöyle dedi:
“Bence bundan sonra, bu saatten geri dönüş olmaz. Olursa tam bir felaket olur her iki taraf için de...”
Kızıltepe'nin, Türkçe adı 'Sıpa' olan Daşık mezrasından...
Karşımda hiç konuşmadan dinliyor. O da sekiz ay yatıp bu yakınlarda çıkanlardan.
Epeyce kilolu, yapılı biri. “Anlaşılan hapislik seni hiç etkilememiş, aslan gibisin” deyince gülüyor; “120 kilodan 100’e düştüm.”
Bu topraklarda herkes gibi onun da acılı bir hikâyesi var, anlatıyor ve dinletiyor:
“Kızıltepe’nin Daşık (Türkçe 'Sıpa' demek) mezrasındanım. 1990’da 27 yaşındayım. Gece amcamın evine gerilla gelmiş, misafir. Silah sesleriyle uyandık. Asker baskın yapmış. Gecenin ikisi. Çatışma başladı. 65 yaşındaki amcam da, gerillalarla çıktı çatışmaya girdi. Amcam ve üç gerillayı kıstırıp öldürdüler. Gece vakti at arabasının üstünde bize taşıttılar cenazeleri. Çukurları da kazdırttılar ve kanlı elbiseleriyle, yıkamaya da izin vermeden gömdürdüler. Ben de böyle girdim sayılır bu işlere... Karım hamileydi. Doğan oğluma amcamın adını koydum, Abdu. 19 yaşına gelince Abdu da dağa çıktı. Haber almadık bir daha... Barışı bekliyoruz.”
“Ne düşünüyorsun, gelecek mi?”
“Barışın mimarlarına, Apo’ya güveniyoruz, bu nedenle destekliyoruz barış sürecini... Satışa geliyoruz duygusu yok! Bu halkın çekmediği kalmadı savaştan, biz yine barıştan yanayız.”
'Silahla bir yere kadar!'
Bir başkası söze giriyor:
“Silahla bir yere kadardır. Evet acılar çektik. Çocuklarımız, kardeşlerimiz dağa çıkıp öldü. Ama artık barış zamanı... Barışın ipine sarılacağız. Elbette Kürt olarak, eşit vatandaş olmak isteyeceğiz. Bunun yasal güvencelerini isteyeceğiz. En başta ana dilde eğitim hakkımız geliyor. Bunlar olacak. Ama artık bunların alternatifi silah değil, silahlı mücadele değil. Apo demedi mi Newroz çağrısında, silahlar değil fikirler konuşsun, demokratik siyaset yapılsın diye...”
Birçok sohbette Tayyip Erdoğan’ın samimiyeti sorgulanıyor. Sık sık 2005 yılı Ağustos ayındaki Diyarbakır konuşması hatırlatılıyor:
“Erdoğan’a dönük güvensizliğimiz var. Ağustos 2005'teki o konuşması ne kadar iyiydi. Kürt sorununun kendi sorunları olduğunu, devletin de hatalar yaptığını söylemişti. Kürtler o zaman büyük umutlar bağlamıştı Erdoğan’a... Sonra 2006 yılı dönüşü geldi. 2009’da demokratik açılım, Oslo süreci derken, 2011’de ‘Ben olsam Öcalan’ı asardım’a geldi! Yine böyle olur mu, sorusu elbette kafamızın bir yerinde duruyor.”
Yılmaz Güney'den, Mehmed Uzun'dan...
Viranşehir’de MED Kültür ve Sanat Merkezi’ni geziyoruz. Girişte Yılmaz Güney’in sözleri:
“İnsanları taş duvarlar,
demir parmaklıklar arasında
terbiye etmeyi,
düşüncelerini önlemeyi
düşünen anlayış yıkılacaktır,
taş duvarlar, kelepçeler, zincirler,
demir kapılar yok olacaktır.”
Mehmed Uzun Kütüphanesi...
Fotoğraflarına bakıyorum, hüzünlü bakışlarına sevgili Mehmed’in. Kalemiyle Kürtçe’nin çiğnenen onurunu ayağa kaldırmak için hayatı boyunca verdiği büyük barış mücadelesini selamlıyorum.
Yarınki dördüncü yazımda Kızıltepe’den, Nusaybin’den, Cizre’den barış notlarıyla devam...
Twitter: @HSNCML