Cumhurbaşkanı Erdoğan “Mesele Kobanê değil, Türkiye!” demiş...
Bu ne demekmiş?..
‘Yüzyıllık hesaplaşma’ymış...
Amerikalısı, İngilizi, Fransızı, Almanı elbirliği etmiş, yerli işbirlikçileriyle bölgeyi bir kez daha dizayn etmek için kolları sıvamışlar...
Kobanê ‘oyun içinde oyun’muş...
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı’yı paramparça eden emperyalist güçler yüzyıl sonra bölgede sınırları yeniden çizmenin peşindeymiş...
Olabilir.
Soğuk savaş sonrası Körfez ve Irak savaşlarıyla taşlar bölgede yerinden oynamış durumda.
Irak fiilen üçe bölündü.
Suriye de parçalanma yolunda.
Kürtler Irak’tan sonra, Suriye’de de kendi kendilerini yönetme yolunda adımlar atıyor.
Evet, Ortadoğu’da bir zamanlar kuma çizilmiş yapay sınırlar gitgide zorlanıyor, parçalanıyor.
Belki de ‘zamanın ruhu’na dayanamayacak bu sınırlar...
Başbakan Çiller komutan edasıyla anlatıyor
Irak fiilen üçe bölündü. Suriye de parçalanma yolunda. Belki de ‘zamanın ruhu’na dayanamayacak bu sınırlar...
Sınırlar deyince 19 yıl öncesini anımsıyorum.
Sabah gazetesindeyim.
Ankara, 21 Mart 1995.
Çankaya’da Başbakanlık Konutu.
Toplantı salonunda Başbakan Çiller’le baş başa sohbet ediyoruz.
Duvarda koca bir harita.
Türkiye’yi Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu’dan oluşan şeytan üçgeninin tam göbeğinde gösteriyor.
Sohbet konumuz:
Türkiye’nin iki gün önce Kuzey Irak’ta PKK’ya karşı başlattığı askerî operasyon.
Başbakan Çiller, haritada eliyle operasyon bölgesini göstererek diyor ki:
“Kıbrıs’tan, hatta Plevne’den beri en büyük kara harekâtı...”
Eliyle operasyon bölgesini çiziyor.
Fazlasıyla ciddi, mimik ve jestlerinde bir komutan edasıyla anlatıyor.
Bu havanın kendisine keyif verdiği belli.
Üç ayrı bölgede kıskaç operasyonlarının sürdürüldüğünü, 38 bin askerin Kuzey Irak’a girdiğini, 13 general ve 2 bin subayın görev yaptığını söylüyor. Bölgede “2 bin 800 PKK’lı teröristin bulunduğunu” belirtiyor.
Asayiş Komutanı ve OHAL Valisi anlatıyor
1995 Mart ayı sonları.
Ankara’dan Diyarbakır’a, oradan Kuzey Irak operasyonunu yöneten Asayiş Kolordu Komutanı Korgeneral Hasan Kundakçı’yı görmek için Silopi’ye geçiyorum.
Paşa anlatıyor:
“Geçen yıl örgüt çok büyük darbe yedi ve zayiat verdi. Morali bozuldu, çöküntüye girdi.”
Olağanüstü Hal Bölge Valisi Ünal Erkan’la Diyarbakır’da sohbet ederken şunları söylüyor:
“Bu operasyon çok zaruriydi. Terörist örgüt geçen yıl içeride çok büyük darbe yedi. Bir miktar militanını Kuzey Irak’a çekti. Kimse de PKK’ya ‘Ne işin var burada, çek git!’ demiyordu. Ne Çekiç Güç’ü, ne de Talabani ile Barzani’si...”
Köklü çözüm nedir?
Olağanüstü Hal Bölge Valisi’nin yanıtı:
“Irak’ın, Bağdat’ın gelip kendi toprağına sahip çıkması... Bu olmadığına göre, bizim bekleyecek halimiz yok. O yüzden Kuzey Irak’ta PKK’nın ayak tutmasını önlemek kaçınılmazdı.”
‘O Kundakçı Paşa’ysa, ben de Napolyon’um’
Şırnak’tan tanıdığım tugay komutanı Kuzey Irak’taki karargâhında bana dağları işaret ederek yakınıyor: Allah kahretsin, sınır yanlış yerden çizilmiş
Tarih, 29 Mart 1995.
Sabah muhabiri Uğur Şefkat’le birlikte Diyarbakırlı Reşo’nun taksisine atlayıp Silopi’den yola koyulduk.
Güneşli bir bahar sabahı erken saatte Habur sınır kapısından Kuzey Irak’a girdik.
İngilizce ve Türkçe yazılı “Kürdistan’a hoşgeldiniz!” tabelasının önünden geçip Zaho yoluna saptık.
İstikamet:
PKK’nın Kuzey Irak’taki başkenti diye bilinen Darkarajan.
Türk askeri tepeleri tutmuş.
Tanklar, zırhlı kariyerler.
Fotoğraf çekmek yasak!
Dikkat ediyorum, rütbeler kapalı.
Savaş hâli!
Uzaktan bir gümbürtü kopuyor.
Yerimden sıçrıyorum.
Top sesini tanıyor komutan, “205’lik obüs, 35 kilometreden atar” diyor.
Yolu tanklar kesmiş.
“Geçmek yasak!” diyor.
Cebimden Kundakçı Paşa’nın Silopi’de bana verdiği, üstünde “Kendisine her türlü yardımı yapın!” yazılı ve imzalı kâğıdı gösteriyorum.
“O Kundakçı Paşa’ysa, ben de Napolyon’um” diye dalgasını geçiyor.
‘Küçük Napolyon’u güç bela ikna edip yolumuza devam ediyoruz.
‘Allah kahretsin, sınır yanlış yerden çizilmiş’
Karşımızda heybetli dağlar.
Şırnak’tan tanıdığım tugay komutanı, karargâhını Darkarajan’da bir ilkokulda kurmuş.
Dağların eteklerinden ovaya, düzlüklere açılan bir kent Darkarajan.
Dağların öbür tarafıysa Türkiye.
Sınır dağların tepesinden geçiyor.
Komutan bana dağları işaret ediyor ve “Allah kahretsin, sınır yanlış yerden çizilmiş” diye yakınarak söze giriyor:
“Tabii hudut aslında buraları. Buralardan çizilmiş olsaydı, Türkiye güvenlik açısından rahat ederdi. Buraları kontrol etmek çok daha kolay. Dağların tepesinden geçen sınırı kontrol ise çok zor...”
Soruyorum komutana:
“1992 sonbaharında Kuzey Irak’ta yine büyük bir operasyon yapılmıştı. PKK kampları dağıtılmış, Barzani-Talabani ikilisiyle sızmalara karşı bir düzen getirilmek istenmişti. Ancak bu düzen yürümedi. Sonraki yıllarda PKK yeniden yerleşti buralara. Şimdi aynı şey mi olacak?..”
Komutan, Kuzey Irak’taki bazı kritik yerlerde ‘kalıcılık’tan söz ediyor, sonra yine sınırdan yakınıyor:
“Sınır yanlış yerden çizilmiş…”
Sınırlar, Birinci Dünya Savaşı sonrasında çizilen sınırlar… Komutanın bu yakınması bana Ankara’daki bir İngiliz büyükelçisinin şu sözlerini hatırlatıyor:
“Siz sınırın biraz daha alttan, Musul ve Kerkük’ü de içine alacak şekilde çizilmesini istemiştiniz Lozan’da. Biz de biraz daha yukarıdan... (İngiliz diplomat nazik bir dille, Kürtlerin yaşadığı bölgeyi, yani bizim Güneydoğu’yu da içine alacak şekilde demeye getiriyor) Sonunda orta yolda anlaştık.” (Hasan Cemal, Kürtler, Everest Yayınları, sayfa 261-267)
Ankara’nın asıl sıkıntısı hâlâ Kürt realitesi ile
Aradan geçen tam 19 yıl.
Yine sınırlar…
Yine Kürtler…
Yine PKK…
Tek fark:
‘Kuzey Irak’a şimdi ‘Kuzey Suriye’ eklenmiş durumda.
Türkiye ne yapmalı?
Kim bilir kaç kez yazıldı.
Ankara ya da devlet bir zamanlar nasıl ‘Kuzey Irak’ı hazmedememişse, şimdi de ‘Kuzey Suriye realitesi’ni kabullenemiyor.
Ankara’nın asıl sıkıntısı hâlâ Kürt realitesi ile…
Hâlâ Kürdistan realitesi ile…
Hâlâ Kürtlerin eşit vatandaşlık realitesi ile…
Zor günler bekliyor Türkiye’yi
Erdoğan’ı dinliyorum. Sevr… Manda…Himaye… Görünen o ki, seçimlere giderken milliyetçilik pedalına daha fazla abanacak. Zor günler bekliyor Türkiye’yi
Gerçek barışın köhnemiş klişelerden değil, Kürt realiteleri ile barışmaktan geçtiğini görebilecek, içine sindirebilecek bir Ankara’nın o ‘yüzyıllık oyunlar’dan korkması için bir neden kalmayacak.
Çünkü o zaman Ankara’da zamanın ruhu yakalanmış olacak ve bölünme paranoyası tarihin çöp sepetine atılacak.
Ama anlaşılan böylesi günlere uzağız.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir üniversitedeki konuşmasını dinliyorum.
Malum söylemler çalınıyor kulağıma:
Sevr…
Manda…
Himaye…
Görünen o ki, 2015 seçimlerine giderken milliyetçilik pedalına çok daha fazla abanacak Tayyip Erdoğan.
Zor günler bekliyor Türkiye’yi.