Hâlâ akıllanmış değil.
Piyasanın sopası dan dan kafasına iniyor.
Ama o hâlâ bildiğini okuyor.
Düşük faiz ağzından düşmüyor.
Akıl alır gibi değil.
Piyasanın sopası kur olarak, faiz olarak, enflasyon olarak kafasına dan dan vuruyor.
Umurunda bile değil.
"Ben Osmanlı torunuyum, bana bir şey olmaz" diye piyasaya meydan okuyor, piyasayla inatlaşıyor.
Enflasyon başını kaldırmış durumda.
Ama o, enflasyonla mücadelenin "düşük faiz"le olamayacağını bilmiyor.
Bilmediği için de alay konusu oluyor.
Bugün koluna girdiği Çiller de bir zamanlar onun gibi alay konusuydu.
1990'ların başında Başbakan Çiller de, bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın yaptığını yapıyor, düşük faizle enflasyonu yeneceğini sanıyordu.
Ama olmadı.
Çiller, tıpkı bugün Erdoğan'ın yaptığı gibi piyasayla inatlaşırken, "piyasanın sopası"nı fena hâlde yemiş, Türkiye'yi 1994'te büyük bir ekonomik krize sürüklemişti.
Parayı pul yapmıştı.
Dolar alıp başını gitmişti.
Türkiye çok fena yoksullaşmıştı.
İşsizlik patlamıştı.
Şimdi Erdoğan da aynı yolun yolcusu.
Türkiye'yi 'kriz'e sürüklüyor.
Artık lafın hükmü kalmadı.
Erdoğan, kör bir inat ve büyük bir cahaletle, Türkiye'yi çöküşe sürüklüyor.
Ama yakın geçmişine şöyle bir bakınca hiç şaşırtıcı değil.
Demokrasi
ve özgürlük adına Erdoğan'a
dur demekten başka
çaremiz
yok.
Telefonla haber attırmış...
Telefonla gazeteci kovdurmuş...
Telefonla gazete patronu azarlamış, ağlatmış...
Telefonla TV programı sansürlemiş...
Telefonla köşe yazarını işinden etmiş...
Meydanlarda gazeteci yuhalatmış...
Meydanlarda gazeteci tehdit etmiş...
Kendisine ancak hoşlandığı soruları soran yandaş gazetecileri huzura kabul etmiş...
Twitter’ı kapattırmış...
YouTube’u kapattırmış...
Sosyal medyayı baş belası ilan etmiş...
İnternetin dilini kesmek için yasa yaptırmış...
Kendisi gibi düşünmeyenleri vatan haini ilan etmiş, casus ilan etmiş...
Hoşuna gitmeyen kararlar alan Anayasa Mahkemesi Başkanı’nı hain ilan etmiş…
Faiz indirmeyen Merkez Bankası Başkanı’nı hain ilan etmiş…
Daha iyi bir ekonomi düzeni için hukuk devleti, yargı bağımsızlığı isteyen TÜSİAD başkanlarını satılmış, hain ilan etmiş…
Hoşlanmadığı kararların altına imza atan yüksek mahkeme yargıçlarını hain ilan etmiş…
İfade özgürlüğünü hiçe saymış...
Dağıttığı devlet ihalelerinden sağlanan paylarla kendi ‘havuz medyası’nı yaratmış...
Medyada genel yayın yönetmenlerine, köşe yazarlarına, ana haber politikalarına kadar temel konularda son söz hakkını kendine ayırmış...
Bağımsız medya deyince tüyleri diken diken olmuş…
Büyük iş alemini vergi sopası ile hizaya getirmiş, gelmek istemeyenlerin varlıklarına ölümcül darbeler indirmiş…
Bir büyük medya grubunun sahibi bir iş adamı hakkındaki beraat kararının bozulması için kendi Adalet Bakanı’nı Yargıtay nezdinde devreye sokmuş...
Danıştay Başkanlığı seçimine müdahale ederek, kendi istediği adayın başkan olmasını sağlamış...
Üniversite rektörü seçimlerine doğrudan karışmış...
Bir büyük devlet ihalesini hoşlanmadığı bir gruptan alıp bir başka gruba verdirmiş...
“Kırın kapısını alın o gazeteciyi içeri... Savcı mırın kırın ediyorsa, onu da atın içeri...” diye İstanbul Valisi’ne emir buyurabilen kendi Başbakanlık Müsteşarı’nı İçişleri Bakanı yapmış...
“O gazetecinin sitesini kapatın! Mahkeme kararı mı yok?.. Yaa kardeşim, biz yasa yapan yeriz, gerekirse hangi yasa yapılıyorsa onu yapar, sizin yaptığınızı suç olmaktan çıkarırız. Koca yüzde 50 oy almış bir partinin iradesini söylüyorum ben. Boş ver, affedersin siktir et gerisini...” diyebilen, hukuk devletini bu kadar hiçe sayabilen Başbakanlık Müsteşarı’nı İçişleri Bakanlığı koltuğuna oturtmuş...
“O polisleri derhal açığa alın, uzaklaştırın. Sabaha bırakmak mı?.. Onlar ifade mifade aldılar, o zaman bir anlamı kalmaz. Hemen toplayın, bir saat içinde yapın geçin. Ondan sonrasını siz buraya bırakın, yasa ne lazımsa çıkar kardeşim” diyerek İstanbul Valisi’ne talimat yağdıran, yani hukuku boşlayan müsteşarını İçişleri Bakanı yapabilmiş...
Kamunun hesap kitap işlerine dair Sayıştay raporlarını Meclis denetiminden kaçırmış...
Yolsuzluk, hırsızlık iddialarına ilişkin dosyaları kapatmak için yargıçları, hâkimleri, polisleri bir anda görevlerinden uçurmuş...
Savcı talimatı dinlemeyen polislerle ‘hukuk devleti’nin değil, ‘polis devleti’nin yolunda adımlar atmış...
Yolsuzluk, hırsızlık, rüşvet dosyalarının üstünü örtmek için, soruşturmaları karartmak için Adli Kolluk Yönetmeliği’ni anayasaya aykırı olarak anında değiştirtmiş...
Ayakkabı kutularından, yatak odalarından etrafa saçılan milyon dolarlarla oğluna, bakanlarına kadar uzanan dosyalara ilişkin fezlekeleri kamuoyundan saklamak için her türlü oyunu sergilemiş...
MİT’e ilişkin bir yasayla Baasvari ‘muhaberat devleti’nin kapısını açarken, ‘kendi darbesi’ni de derinleştirmiş...
Kendi darbesini derinleştirirken, bir zamanlar kendisine karşı darbe tertiplerine karışmış, Kürtlere karşı 'faili meçhul cinayetler'de büyük roller üstlenmiş ‘Ergenekoncular’la kol kola girmiş…
Demokrasiyi demokrasi yapan ‘yargı bağımsızlığı’nı, ‘kuvvetler ayrılığı’nı yerle bir etmiş...
Cumhurbaşkanı olarak, Anayasa Mahkemesi kararına uymayacağını ilan etmiş...
Anayasa Mahkemesi kararına uymamaları için mahkemelere de çağrı yapmış...
“Affedersiniz Ermeni” demiş, “affedersiniz Rum” demiş...
İstanbul’da, sinagogların önünde Hitler tişörtlü adamların belirmesine kadar varan bir Yahudi düşmanlığı, bir anti-semitizm dalgasının simsiyah kabarmasına dili ve söylemiyle zemin hazırlamış...
Daha 15 yaşındayken, protesto eylemlerinin kıyısında hayata veda eden Berkin Elvan’ın acılı anası Gülsüm Elvan’ı meydanlarda yuhalatabilecek kadar duyarsızlaşmış...
Kadınların etek boyuna karışmış...
Ailelerin çocuk sayısına karışmış...
Kızlarla erkeklerin nasıl oturup kalkacaklarına karışmış...
İnsanların neyi içip neyi içmeyeceklerine karışmış...
Kısacası, ‘hayat tarzları’na karışmış, kendi doğru bildiği hayat tarzını dayatmaya kalkışmış...
Böylece toplumu kutuplaştırmış...
Cepheleştirmiş...
Nefret suçu işlemiş...
Ayrımcılığı beslemiş...
Irkçılığı körüklemiş...
Laikliğe, kadın erkek eşitliğine ilişkin değerlere sırtını dönmüş...
Temel eğitimi sistemli bir biçimde ve devlet eliyle ve de 'dindar nesil' sloganıyla ‘imam hatipleştirme’ye başlamış…
Felsefeydi, mantıktı, eleştirel düşünceydi, bütün bu değerleri eğitim sisteminden ayıklamaya yönelmiş…
Kürt sorunu yok demiş…
Seçim kazanmak için savaş yolunu seçmiş...
Kürtleri şeytanlaştırmaya başlamış, Kürtlerin 'eşit vatandaşlık hakları'nı gözardı etmeye devam etmiş...
Altı milyon oyu olan HDP'yi zindanlara gömerek kendi 'tek adamlığı'nın yolunu açmaya çalışmış...
Roboski katliamının üstünü örtmüş…
Kobani düştü düşüyor söylemiyle Kürtlere dönük duyarsızlığını açığa vurmuş…
Sandıktan çıkan çoğunluğu ve 'çoğunluk tahakkümü'nü demokrasi sanmış...
Sandıktan çıkan çoğunlukla, demokrasilerde yargının teslim alınamayacağını, kuvvetler ayrılığının hiçe sayılamayacağını, ifade özgürlüğünün tepelenemeyeceğini, özgür medyanın yok edilemeyeceğini, sivil toplumun fethedilemeyeceğini, yani demokratik değerlere dokunulamayacağını bir türlü öğrenememiş ya da öğrenmek işine gelmemiş...
Yüzünü Batı’dan Doğu’ya çevirmiş...
‘Askeri vesayet’ten ‘sivil despotluk’a ya da Doğu tipi İslamcı bir despotluğa geçişi, ‘yeni Türkiye’ diye, ‘halk ihtilali’ diye yutturabileceğini sanmış...
‘Tek adamlık’ yolundaki, ‘Ben yaptım oldu düzeni’ ya da ‘Erdoğan devleti’ yolundaki yürüyüşünü Saray’daki Sultan olarak işleyeceği yeni ‘anayasal suçlar’la devam ettireceğini hiç saklamamış...
7 Haziran’da seçimi kaybettiği için 'barış değil savaş' düğmesine basmış…
Kendisinin kazanmadığı seçime seçim diyememiş…
"Allah'ın bir lütfu" nitelediği 15 Temmuz'la birlikte OHAL ilan ederek kendi 'sivil darbesi'ni derinleştirmeye, hukuk ve özgürlükleri hiçe sayarak hapishaneleri doldurmaya başlamış...
20 Ocak 2017'de TBMM'den geçirdiği son anayasa değişiklikleriyle demokrasi ve hukukun üstünlüğünü sıfırlamış, kendi 'tek adamlığı'nı ilan etmiş ve bir diktatörlük düzeninin temellerini atmış bir Tayyip Erdoğan var karşımızda...
Yukarıdaki yazım yeni değil, 21 Ocak 2017 tarihli. Başlığı da şöyleydi:
DİKTATÖRLÜĞE HAYIR!
Erdoğan hakkında
70 maddelik manifesto.
Dört yıl
önceki bu satırlarıma bugün ekleyecek başka bir
şeyim yok.
Aradan geçen bir buçuk yılda bu 70 madde herhâlde 100'ü bulmuş, hatta geçmiştir.
Erdoğan, dört yıl önce, 10 Ağustos 2014'te yüzde 51.7'lik oyla cumhurbaşkanı seçildiğinde, o gece, "Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı'na karşı 50 maddelik manifesto!" başlığını taşıyan bir yazı yazmıştım bu köşede.
Şu satırlarla bitiyordu:
Manifestoda yer alan her şeyi yapmış bir Recep Tayyip Erdoğan’ın, 10 Ağustos
2014’te, üstelik ilk kez halk tarafından yüzde 51.7’lik
oy oranıyla 12. Cumhurbaşkanı seçilmiş olması
kendisi için bir zafer, Türkiye için bir hezimettir...
Bedelleri ağır olacak bu seçim sonrasında Türkiye,
eğer bugüne kadar olanlar bir gösterge ise, ağır hukuksuzlukların yaşanabileceği bir döneme girdi.
Siz eğer bu karanlık dönemde bir umut arıyorsanız, onu kendinizden başka bir yerde bulamayacağınızı bilin.
Bu baskı rejimini durduracak duvar ancak kendiniz olabilirsiniz.
Yılgınlık felaketiniz olur!
Dört yıl önceki bu satırlarıma bugün ekleyecek başka bir şeyim yok.
Tablo çok daha vahim.
Pazar günü Erdoğan'a dur demek için sandık başına gitmekten ve oylarımızla demokrasi, hukuk ve özgürlüğün daha fazla hiçe sayılmasına karşı direnmekten başka çaremiz yok.