06 Eylül 2019

Demokrasi bugün artık sandıktan çıkanların elinde yavaş yavaş boğuluyor!

Kim ki onlardan farklı düşünür, alnına anında halk düşmanı damgasını yer

Yer Viyana, tarih 19 Şubat 2019.
Sıkıcı, kurşuni bir hava.
Kar atıştırıyor.
Yalnız başıma otel odama sığınmış ufak ufak votka eşliğinde kitap okuyorum.
Stefan Zweig'ın Yarının Tarihi.
İlk kez 29 yıl önce yine Viyana'da okumuştum.
Sayfaların arasında dalıp gidiyorum.

Zorbalığa karşı özgür düşünce...
Bağnazlığın her türlüsüyle mücadele...
Nazi egemenliği...
Ve özgür düşüncenin Almanya'da, Avusturya'da kan ve ateşle susturulmaya başladığı dönemin acıları...

Stefan Zweig, 1942 yılında karısıyla birlikte kaçıp gittiği ülkesinden çok uzaklarda, Brezilya'nın Petropolis şehrinde intihar ederken dostlarına birkaç satır bırakmış:   

Artık güneşin doğmasını beklemeye gücüm yok.
Ama sizler yeni güneşi mutlaka bekleyin.

Kitabı Stefan Zweig'ın denemelerinden yola çıkarak yayına hazırlayan ve bir önsözle Türkçe'ye kazandıran rahmetli kuzenim Ahmet Cemal kitabı bana gönderirken 9 Ekim 1991 tarihli bir de not eklemiş:

Sevgili Hasan,
dün'leri doğru dürüst paylaşamadık,
yarınlar için ne düşünüyorsun?

İçim acıyor.
Çünkü sevgili kuzenimle ne yazık ki o yarınları da paylaşamadan geçti gitti uzun yıllar...
Kitabın sayfaları arasında dolaşmaya devam ediyorum.

Nasıl özgür kalabilirim?
Bu çılgınlık ve vahşet ortamında, bütün tehditlere ve tehlikelere karşın düşüncemin hiçbir şey pahasına feda edilemeyecek berraklığını, yüreğimin insancıllığını nasıl koruyabilirim?
Devletin, kilisenin ya da politikanın irademe aykırı olarak bana yönelttikleri o tiranca isteklerden nasıl kaçınabilirim?
Barış...
Akıl ve hoşgörü meşalesi...

Viyana'daki otel odamda Stefan Zweig'a dalıyorum.
Orta Avrupa önce Hitler'in, sonra Stalin'in kanlı kıskacında bir cehennemi yaşamaya doğru hızla almakta...
Birden bire dışarıdan gelen sesler...
Ne kadar irkiltici.
Pencereyi açıyorum.
Trampet sesleri...
Pat pat adımlar...
Kaz adımları...
Ellerinde bayraklar, tek tip giyinmiş bir kalabalık, slogan atarak bando mızıka pat pat kaz adımlarıyla otelin önünden geçiyorlar.
Resepsiyona soruyorum kim bunlar diye, yanıt epeyce kayıtsız bir ses tonuyla geliyor:           

Neo-Naziler...
Her hafta hükümeti protesto yürüyüşü yaparlar,
Başbakanlığın önünde de bağırıp çağırıp dağılırlar.  

Kaz adımları, trampet sesleri uzaklaşırken, ben de kendimi otelin karşısındaki tarihi Cafe Central'a atıyorum akşam yemeği için...
Bir masada Lenin'le Troçki...
Birazdan Stalin onlara katılacak...
Tenha bir köşede de Hitler...
Stefan Zweig ise kendi başına dünyayı unutmuş harıl harıl yazıyor...
Birazdan Karl Popper'la Wittgenstein da gelecek, dünyayı değiştirmek- felsefe-politika üçgenindeki tartışmalarını sürdürmek için...
Bazı şehirler, bazı mekanlar vardır insanı rahat bırakmaz. Sana ille de tarihi hatırlatır, tarihin acılarını hissettirir.
Viyana ve kahveleri öyledir.
Oralara yolun düştüğünde Orta Avrupa'nın -Nilüfer Göle'nin deyişiyle- derin kültürü seni etki alanına çeker, kendini bir anda zaman tünelinde bulursun.
Geçen şubat ayının soğuk sisli günlerinde Trieste'den Viyana ve Budapeşte'ye Stefan Zweig'la, Karl Popper ve Wittgenstein'la, Koestler'le dolaşırken kendimi yalnız zaman tünelinde bulmamıştım.
Aynı zamanda tarihi yaşarken yakalamak gibi bir duyguya da yakalanmıştım.
Çünkü, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Hitler-Stalin cehenneminden kurtulan Orta Avrupa'da bugün yeniden kaz adımları, trampet sesleri duyuluyor.
Ne kadar acıklı.
Ayrıca, bu ürkütücü sesler yalnız Viyana ve Budapeşte'de değil, geçen yıl dolaştığım Prag ve Varşova'da da, hatta Almanya'sından Fransa'sına, Hollanda'sından İtalya'sına, Bretix Britanya'sına kadar her yerde kulaklara çalınmakta...
Daha vahimi, bu sesler sadece kulaklara çalınmıyor.
Bu seslerin temsil ettiği demokrasi düşmanı milliyetçi, yabancı düşmanı, ırkçı akımlar artık sadece muhalefette değil, iktidar koltuklarında da güç kazanıyorlar.
Bugün Avrupa, Orta Avrupa başka sulara savrulur gibi...
İkinci Dünya Savaşı sonrasının Avrupa'sında esen ve Avrupa Birliği çerçevesinde kurumlaşan demokrasi, hukuk ve özgürlük havası bugün Doğu'dan gelen rüzgarlar tarafından epeyce kırılmış durumda...
Özellikle Berlin Duvarı'nın 1989'daki yıkılışıyla birlikte sahneye çıkan liberal demokrasiye ilişkin büyük iyimserliğin yerinde bugün yeller esiyor.
Amerika'da Trump, Doğu'da, Rusya ve Çin'de Putin ve Şi Jinping liberal demokrasinin mezar kazıcıları olarak tarih sahnesindeki meşum rollerini çoktan beri oynuyorlar.
Ne kadar hazin...

Yer İstanbul, tarih 4 Eylül 2019.
Elimde, İngiliz The Economist dergisinin son sayısı.
Kapak konusu demokrasi.
Demokrasinin iç düşmanları ya da içeriden demokrasi düşmanları diye Türkçeye çevrilebilecek bu kapakta vurgulanan bir nokta şöyle özetlenebilir:

Bir zamanlar demokrasiler topla tüfekle,
darbe ve ihtilallerle sona erdirilirdi.
Artık öyle değil.
Bugün demokrasiler halk adına seçim sandığından çıkanların eliyle
yavaş yavaş boğuluyor.

Economist başyazısında, bu konuya ilişkin ilk örnek olarak Macaristan'ı ve Victor Orban'ı gösteriyor.
Tayyip Erdoğan'ın adını da geçiriyor.
Başkan Trump'ın, Britanya'da Brexit'çiler'le Başbakan Johnson'ın, İsrail'de Netanyahu'yla İtalya'da Salvini'nin isimlerini demokrasinin altını oyan popülistler olarak belirtiyor.
Rakiplerini sürekli düşman olarak niteleyen bu popülist siyasetçilerin demokrasiye verdikleri zararları başyazısında anlatan Economist bir noktanın altını çizmeyi de unutmuyor.
Şöyle özetlenebilir: 

Demokrasi darbeler almış olsa da,
bir Washington, bir Londra bugünden yarına bir Budapeşte olmaz.
Çünkü buralarda demokrasinin dayandığı
güçler ayrılığı ve liberal kurumlar köklüdür,
eski bir tarihe sahiptir.
Demokrasinin ne kadar kıymetli olduğunu unutmadan
şunu da akıldan çıkarmayın:
Demokrasiler kendilerini yenileyebilir.

Batı'da liberal demokrasinin kalelerinden olan The Economist dergisi demokrasiye dönük iyimserliğini koruyor.
Başyazısında bu iyimserliğinin altını çizerken, Erdoğan'a karşı İmamoğlu'nun 23 Haziran zaferini de bir örnek olarak gösteriyor.
Ben de aynı nedenle demokrasiye ilişkin iyimserlerin safındayım.
Altını özellikle çizin.
İyimserim ama "demokrasi düşmanı milliyetçilik"le mücadeleyi de, demokrasiyi sadece seçim sandığından çıkan çoğunluğa indirgemiş, "Ben sandıktan çıktım, aklıma her eseni yaparım" diyen despotlarla mücadeleyi de ciddiye alıyorum.
Önümde bir dergi ve dört kitap.
Hepsini bu yıl başlarında New York'ta aldım, geçen yaz günlerinde okudum.
Hepsinde liberal demokrasinin Batı'da yaşadığı gerileme süreci karşısında milliyetçilik ve popülizmin yükselişi anlatılıyor.

 

Daha çok akademisyenlerin yazdıkları kitaplar.
Bir nokta dikkatimi çekiyor:
İsrail'li ve Yahudi yazarların, milliyetçilik ve ulus-devleti demokrasi çerçevesine oturtarak savunmaları...
O kadar çok not almışım ki...              

Tarihteki en büyük cinayetleri işlemiş milliyetçilik intikam hisleriyle yeniden tarih sahnesinde...
Faşizm ve komünizm öldü.
Ve hiç beklenmeyen popülist milliyetçilik
Putin'le, Orban'la, Erdoğan'la, Kaczynski'yle, Duterte'yle, Trump'la yeniden sahne almış durumda...
Kim ki onlardan farklı düşünür, derhal halk düşmanı damgasını alnına yer.
Milliyetçilik ölmüyor, liberalizmi yiyor.
Almanya Cumhurbaşkanı Steinmeier:
"Milliyetçilik ideolojik bir zehirdir."

Yazı uzadı, burda kesiyorum ama yukarıdaki dergi ve kitaplardan bir yazı daha çıkar ileride...
Son söz:
Demokrasi, hukuk ve özgürlüğün kıymetini bilelim ve hiç unutmayalım.

 

 

 

 

  

 

Yazarın Diğer Yazıları

Silahlara veda zamanı... Hoş geldin barış!

Şimdi sıra demokrasi, hukuk ve insan haklarında...

Vahşetin karşısında söz zayıf düştü!

Ya da çöküşe karşı hikâye anlatanlar...

Erdoğan "eyy TÜSİAD" diye bağırdı, polis anında başkanları topladı!

Demokrasi ve hukuka darbeler birbiri ardından geliyor, sessiz mi kalacağım? Hayır!

"
"