Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, başta Cem Özdemir olmak üzere Alman Parlamentosu’nda 1915 soykırım kararına evet diyen Türk milletvekillerine sütü bozuklar, kanı bozuklar diyor.
Düpedüz ırkçılık yapıyor.
Nefret suçu işliyor.
Şiddetle protesto ediyorum.
Ve böylesine iğrenç bir ‘nefret söylemi’nin hedefi haline getirilen Almanya’daki Türk parlamenterleriyle dayanışmak için konuşuyorum.
* * *
Önce Milan Kundera’dan bir alıntı:
İnsanın iktidara karşı mücadelesi,
hafızanın unutuşa karşı mücadelesidir.
Kitap ve yazılarımda sık kullandığım bir cümle vardır:
Acılar olgunlaştırır!
Acıların hem insanları, hem toplumları olgunlaştırıcı tarafı, herhalde en iyi, yüzyıllar boyu korkunç altüst oluşları, anababa günlerini yaşamış olan Avrupa’da, onun Berlin gibi, Paris gibi, Varşova gibi şehirlerinde anlaşılır.
Trajediye zar zor doymaya başlayan bu topraklarda, tarihin içinden gelen acı ve hüznü her seferinde iliklerime kadar duyumsarken, bir konu daha vardır her seferinde kapımı çalan:
Tutsak akıl, özgür akıl...
Çünkü Avrupa, akılların totaliter ideoloji ve rejimler tarafından nasıl tutsak alınabileceğini, ‘totaliter devlet’lerin kendi tek doğrularını insanlara ne korkunç yöntemlerle dayatarak, onları yalanda yaşatabileceğini tarifsiz acılarla yaşamıştır.
Ama yaşlı kıta, o korkunç geçmişle yüzleşerek, ‘tutsak akılların özgürleşme süreci’ne yaptığı büyük katkılarla da sembolleşmiştir.
Benim de aklım bir zamanlar ‘tutsak akıl’dı.
Ve ‘tutsak akıl’la yaşamanın, yalanda yaşamak anlamına geldiğini o zamanlar, 1960’larda daha bilmiyordum.
Beynimi kolayca totaliter sloganların, devlet klişelerinin emrine vererek mutluluğa açılan yollarda yürüyebileceğimi sanıyordum.
Solda bir ‘radikal’dim.
Ve kendimi komünist sanıyordum. Ama aynı zamanda bir Kemalist, bir milliyetçi olduğumu daha bilmiyordum.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 1923’te kuruluşuyla birlikte akıllarımızın etrafına çekmiş olduğu ‘kırmızı çizgiler’in henüz bilincinde değildim.
Osmanlı İmparatorluğu dönemine, özellikle Enver-Talat-Cemal üçlüsünün İttihat ve Terakki diktatoryasına uzanan bu ‘kırmızı çizgiler’in, bugünlere kadar uzanan ‘Türk milliyetçiliği’nin de çerçevesini çizdiğini yıllar sonra öğrenecektim.
Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte yeni bir ulus-devlet, bir Türk ulusu yaratabilmek için, Anadolu’daki bütün Müslümanlar Türk olacak, gayrimüslimler de Anadolu’dan toz olacaklardı.
Kürt Kürtlüğünü, Alevi Aleviliğini, Ermeni acısını unutacak, Müslüman da Sünni inancını daha çok kendi vicdanında yaşarken, pek öyle kamuya taşımayacaktı.
Hakkarili bir Kürt aydınının yakın geçmişte dediği gibi:
Yıllardır Türkiye’de Kürtler yaşadıklarını,
Ermeniler de öldürüldüklerini anlatmaya, kanıtlamaya çalışırlar.
Ben bu gerçeklerin, kendimi komünist sanıp aslında Kemalist-milliyetçi olduğumu bilmediğim zamanlarda farkında bile değildim.
Ne Kürtler vardı, ne Aleviler vardı, ne de 1915 vardı bizim tarihimizde.
Benim öğrendiğim tarih böyleydi.
İşte aklım böyle bir tarih tarafından tutsak alınmıştı.
Cumhuriyet devleti kendi resmi tarihiyle beni ‘yalanda yaşatmıştı.’
Bizim tarih, gerçek değil icat edilmiş bir tarihti, tahrif edilmiş bir tarihti.
Ermeniler, 1915 yoktu o tarihte.
Kürtler yoktu o tarihte.
Dersim yoktu o tarihte.
Aleviler yoktu o tarihte.
Yahudileri 1930’larda hedef alan Trakya pogromları yoktu.
‘Varlık Vergisi’nin, 6-7 Eylül pogromunun perde arkası da yoktu o tarihte.
1965’te Ankara’da, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun olduğum zaman bu konulardan -ya da bütün bu konuların gerçek boyutlarından- bihaber 21 yaşında bir Türk genciydim.
Kısacası:
‘Kepaze sayfalar’ımız yer almaz bizim ‘resmi tarih’imizde. O derece tahrif edilmiştir ki, Cumhuriyet’in kurucusu Mustafa Kemal Atatürk bile sansürlenmiştir.
Örneğin Mustafa Kemal, 24 Nisan 1920’de, Meclis kürsüsünden yaptığı ilk konuşmada sözü 1915’e getirip şöyle der:
“Utanç verici işler, alçaklık!”
Bu sözleri de bulamazsınız resmi tarihimizde, birçok gerçek gibi üstü örtülmüştür.
Kendi insanına güvenmez bu resmi tarih. Kendi vatandaşlarını karanlıkta tutmak, yalanda yaşatmak ister.
Ya da kendi ezberlerinin dışına çıkılmasına izin vermez devlet...
Bu nedenle, alternatif tarih yazımı Türkiye’de kolay olmamıştır, fena halde gecikmiştir.
Türkiye’de, Fransa’dan aldıkları aydınlanmacılığı dillerinden düşürmeyen cumhuriyetçi ideologlar, demokratik hayat tarzının özünü oluşturan ‘eleştirel düşünce’yi zincire vurmuşlardır.
Bunun içindir ki, Türkiye’de tarihle uğraşmak bugünle uğraşmaktır, ‘dün’le değil, ‘bugün’le boğuşmaktır.
Şöyle de söylenebilir:
Türkiye’de tarihle uğraşmak, ‘siyasal bir mücadele’dir.
Tarihe, resmi tarihin ‘kırmızı çizgiler’inin ötesinde dokunmaya başladığın vakit, bugünün sorunları ve bunların nedenleriyle yüz yüze gelirsin.
1915 ve Ermeni meselesinde, Kürt sorununda, Alevi meselesinde, ‘asker sorunu’nda asıl tarihi, gerçek olanı araştırmaya başladığın zaman hop dedik sesi kulağınızda çınlar. Hiç de tekin olmayan bir alana girdiğinize dair uyarı mesajları alırsınız.
Çünkü, ‘tarihin uydurulmuş hali’dir onların işine gelen..
Onlar, yani düşünce polisleri!
Ellerinde sopalarla, ellerinde 301 gibi yasakçı kanun maddeleriyle, ellerinde silahlarla bugün de, -eskisi kadar güçlü ve etkili olmasalar da- hâlâ sahnededir bu düşünce polisleri...
Kendileri gibi düşünmeyenleri cezalandırmaya hazır düşünce zaptiyeleri.
George Orwell’ın bir sözü vardır:
Özgürlük,insanlara
duymak istemedikleri şeyleri söyleyebilmektir.
İşte bu anlayış ‘düşünce polisleri’ni çıldırtır.
Onlar için tek doğru vardır çünkü.Onu da kendi tekellerine aldıklarını sanırlar.Tarih de öyledir, o da onların tekelindedir.
Oysa, tarihle yüzleşmek gerekir.
Başka çaremiz yok.
‘Resmi tarih’i sorgulamak şart.
Tarihin kepaze sayfalarıyla yüzleşmekten, resmi tarihin klişelerini sorgulamaktan kaçmak uygar insanlara yakışmaz.
Demokrasiyi bir hayat tarzı olarak benimsemek isteyen bir toplumun kendi geçmişini didik didik etmesi barış ve demokrasi açısından bir önkoşuldur.
Tarihle ne kadar yüzleşilirse, tarih ne kadar sorgulanırsa, o kadar olgun, kendi kendisiyle barışık bir toplum halinde yaşanabilir.
Hrant Dink’i anımsıyorum.
Avusturya Alpleri'nde, Salzburg yakınlarında bir göl kıyısıydı.
2005 yılı baharı.
Sevgili Hrant, güncel ya da tarihsel bir dolu haksızlığa karşı yanan yüreğini bana açmıştı.
Her zamanki gibi samimiydi.
Duygu fırtınaları içinde konuşuyordu, yüreğinin freni yoktu.
Türkiye'nin demokratikleşmesi ikimizin de ortak derdiydi.
Avrupa Birliği yolunda kalkınacak, demokratikleşecek bir Türkiye'nin rahatlayacağını, milliyetçiliği zamanla aşabileceği, kendi sorunlarıyla da, kendi tarihiyle de hesaplaşacak özgüven ve olgunluğa sahip olacağını düşünüyordu.;
Demişti ki sevgili Hrant:
“1923’te, Cumhuriyet'in kuruluşunda 300 bin Ermeni yaşıyordu Türkiye'de. O tarihlerde Türkiye nüfusu 13 milyondu, bugün 70 milyon. Ermeniler ise sadece 60 bin. Türkiye nüfusu artarken biz niçin azaldık?..”
Dertlenmişti sevgili Hrant:
“Türkiye'deki farklı kültürleri tanıtan bir ders kitabı bile yok. Bırakın bir ders kitabını, bir Türkçe kitabında bir cümle bile yok, Ali topu Ayşe’ye at cümlesinin yanında bir de, sözgelimi, Ali topu Agop’a at diye bir cümlecik...”
Aradan geçen dokuz yıl.
Hâlâ böyle cümleler yok ders kitaplarımızda.
Hâlâ Ermenilerin Anadolu’daki köklerini, izlerini yok sayıyoruz.
Hâlâ Ermeniliğe hakaret niteliğindeki cümleler yer alabiliyor okullarda okutulan tarih kitaplarında.
Hâlâ Türkiye’nin bugünkü Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Affedersiniz Ermeni…” diye konuşabiliyor.
Ne yazık ki öyle.
Hrant Dink, Türkiye’de özellikle devletin yaşattığı ‘gerçek korkusu’nu kendi hayatının içinden biliyordu.
Acıları ona rehberlik etmişti.
Tarihe dokunurken ateşle oynadığının da farkındaydı.
Türkiye’de tarihe dokunmanın, yalanda yaşamayı reddetmenin, aklı özgürleştirmeye kalkışmanın ne kadar netameli, tehlikeli bir iş olduğunu biliyordu sevgili Hrant.
Ama kararlıydı.
Taşları yerinden oynatmadan bir yere gidilemeyeceğinin bilincindeydi.
Akıllar özgürleştikçe, geçmişin acılarının bir daha yaşanmayacağını, artık bu toprakların da trajedilere doyacağının ve en nihayet barışa açılacağının çok iyi farkındaydı.
Sevgili Hrant, bunun için çok büyük bir bedel ödedi.
Ama 19 Ocak 2007’de kendi hayatıyla ödediği bu bedel, Türkiye’de -benimki dahil- ‘tutsak akılların özgürleşmesi’ni hızlandırdı.
İstanbul’da yüz bin kişi yürüyecekti, 2007 yılı Ocak ayındaki cenaze töreninde.
2008 yılı Aralık ayında, “Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyorum, onlardan özür diliyorum” bildirisini otuz bin kişi imzalayacaktı.
2010’da, 24 Nisan İstanbul’da üç ayrı yerde ve Ankara, İzmir, Diyarbakır’da anılacaktı.
1990’larda sahneye çıkan alternatif tarih yazımı ve yayınları hızla çoğalacak, akademiyada 1915 bir tabu olmaktan çıkmaya başlayacaktı.
Ben de, 2008 yılı Eylül ayında ilk kez Erivan’a gidecek ve Soykırım Anıtı’na beş sap beyaz karanfil koyarken duygularımı bir kenara not edecektim, aşağıdaki gibi…
Hrant Dink bir keresinde, "Gelin önce birbirimizin acılarına saygı gösterelim" demişti.
Belki de sevgili Hrant'ın bu sözüydü, yaşadığı acılardı, hayatımda ilk kez beni Ermenistan'a getiren ve Erivan'da bir sabah vakti gün doğarken Soykırım Anıtı'nın önünde bana duygu fırtınası yaşatan...
Ağrı Dağı, sislerin içinden kendini bir gösteriyor, bir kayboluyor.
Hüzünlü bir görüntüsü var.
Karlı zirvesiyle ne kadar soylu, ne kadar zarif.
Elini uzatsan sanki yakalayabileceksin, o kadar yakın...
Ben Hrant'la başbaşa, acıları düşünüyorum anıtın önünde.
Acılara saygı göstermeyi...
Başkalarının acılarını anlamayı...
Ve acıları paylaşmayı düşünüyorum.
Sabahın tuhaf sessizliğinde Hrant'la baş başayım.
Tarihten kaçılamıyor.
Sabahın sessizliğinde, bir kez daha tarihi inkar etmenin anlamsızlığını, ama aynı zamanda tarihin, acıların tutsağı haline gelmenin taşıdığı riskleri düşünüyorum.
Bir de köklerin kaybolmadığı aklımın bir köşesinde…
İnsanların kökleri, kök saldıkları topraklar çok önemli.
İnsanları dilinden, kimliğinden koparmak nasıl insanlığa karşı büyük bir suçsa, köklerinden, topraklarından koparmak da o kadar büyük bir suç.
Hele bunları gerekçelemek ise suçun ayrılmaz bir parçası...
Ermeniler yaşadı büyük acıyı.
Anadolu'dan koparıldıklarında yaşadılar.
1915'de, 1916'da yaşadılar.
Ve Anadolu hasreti hiç dinmedi içlerinde...
Sevgili Hrant'ın sesi kulağımda:
"Gelin önce birbirimizin acılarına saygı gösterelim."
Hrant sessizce anlatıyor acısını: “Atalarımın başına gelenleri biliyorum.
Buna kiminiz katliam, kiminiz soykırım, kiminiz tehcir, kiminiz trajedi diyorsunuz.
Atalarım da Anadolu deyimiyle kıyım derdi.
Bir devlet, kendi yurttaşlarını, hem de savunmasızlarını, çoluk çocuk, kadın yaşlı demeden, kök saldığı ortamlardan söküp, bilinmez bitmez yollara salıyorsa, bunun sonucunda da bir halk büyük bir bölümüyle yok oluyorsa, bugün bizlerin bu durumu izah edecek kelimeleri tercih etme kıvranışımız, insan olma özelliğimizin hangi vasfıyla izah edilebilir?
'Buna soykırım mı desek, göç mü desek?' diye cambazlıklar yapacaksak, her ikisini de aynı ölçüde mahkum edemeyeceksek, soykırım yerine tehciri ya da tehcir yerine soykırımı tercih etmekle, insan oluşumuzla ilgili onurun hangi parçasını kurtarmış olacağız?”
Ve soruyor Hrant Dink:
“Geçmişte yaşanan büyük felaketin sorumluları gibi mi davranacağız, yoksa o yanlışlardan ders alarak yeni sayfaları bu kez uygar insana yakışır şekilde mi yazacağız?".
Öyle değil mi sevgili Hrant?
“İkrar değil, inkar değil, önce idrak” derdin. 'İdrak'ın yollarının demokrasiden, özgürlükler düzeninden geçtiğini adın gibi bilirdin.
Sevgili kardeşim;
Erivan'da gün doğuyor, güneş sislerin içinde kırmızı bir portakal gibi.
Sabahın bu güzel sessizliğinde, beyaz karanfilleri senin için koyuyorum anıtın dibine.
Beni buralara sen, senin acıların getirdi çünkü...
Türkiye’de tarihle uğraşmak dünle değil, bugünle boğuşmaktır; siyasal bir mücadeledir
2008 yılı Eylül ayında, Erivan’da, Soykırım Anıtı’na Hrant Dink için beş sap beyaz karanfil koyduktan sonra gazeteme yukarıdaki yazıyı yazmıştım.
1915 acısı maziye değil, bugüne ait bir mesele.
Evet öyle.
Tarihle -ama bizimki gibi icat edilmiş tarihle, tahrif edilmiş tarihle değil- gerçek tarihle barış yaparak ve de tarihi istismar illetinden kurtularak huzura erebilir, gerçek ve kalıcı barışı yakalayabiliriz.
Barış ve demokrasi ne yazık ki hep tarifsiz acıların içinden geçerek, ancak büyük bedeller ödenerek gelebiliyor.
‘Milliyetçilik’lerin her türü yok olmadan insanlığın barış ve huzur ipini tam olarak yakalaması mümkün olamıyor.
Sevgili Hrant’ın hayatıyla ödediği korkunç bedelle benim aklım da tutsaklık zincirlerini kırdı diyebilirim.
Bu sayede, 2012 yılı Eylül ayında 1915: Ermeni Soykırımı adını taşıyan kitabımı yazdım.
Beni dinlediğiniz için hepinize teşekkür ederim (*)
İyi pazarlar!
----------------------------------------
* Paris’te, 27 Ekim 2014 tarihinde, kısa adı EHESS olan Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales’da yaptığım konuşma