Erivan, 2008 yılı Eylül ayı.
Soykırımı Anıtı’nı ziyaret edecek miyim?
İlk kez Ermenistan’dayım.
Uzun yılların ötesinden gelen "Aman sakın gitme oralara!" uyarısının miadı dolmuştu.
Ailem ve diplomat arkadaşlarım 1970 ve 1980’lerde değil Erivan’a; Beyrut’a, Şam’a, Los Angeles’a bile gitmenin benim için tehlikeli olabileceğini söylerlerdi.
Sevgili halam Kamran Cemal Beyrut’a, Hıristiyan Arap arkadaşlarının yanına giderdi tatil için, ancak soyadını, Cemal’i kullanmaz, saklardı.
Bana gelince...
Beyrut’a, Şam’a, Paris’e, Los Angeles’a gitmiştim, şimdi sıra Erivan'da, Ermenistan’daydı.
Benim meselem başkaydı:
Soykırım Anıtı’na gitmek, gitmemek?..
Hrant Dink’in acısı, anıta bir sap çiçek bırakmamı gerektiriyordu.
O günü hiç unutmayacağım.
Erivan, 5 Eylül 2008.
Heyecanlıydım.
Epeyce zorlandığımı söyleyebilirim, kendi iç dünyamdaki bir ‘tabu’yu yıkacaktım çünkü...
Gün ağarırken, Cumhuriyet Meydanı’ndaki Marriott Oteli’nin önünden üç kişi yola koyulduk.
Samson Özararat, İstanbullu bir Ermeni olan, Samson gibi Nice’de yaşayan ve Erivan günlerimizin çevirmeni Kirkor Ajderhanyan, bir de fotoğrafçı.
Beş beyaz karanfili de unutmamıştı Samson...
Anımsıyorum, sevgili Hrant Dink bir keresinde, "Gelin önce birbirimizin acılarına saygı gösterelim" demişti.
Belki de sevgili Hrant’ın bu sözüydü, yaşadığı acılardı, bunca yıl sonra hayatımda ilk kez beni Ermenistan’a getiren ve Erivan’da bir sabah vakti gün doğarken Soykırım Anıtı’nın önünde bana duygu fırtınası yaşatan...
Gözümün önünden gitmiyor.
Ağrı Dağı, Ararat sislerin içinden kendini bir gösteriyor, bir kayboluyor.
Hüzünlü bir görüntüsü var.
Karlı zirvesiyle ne kadar soylu, ne kadar zarif.
Elini uzatsan sanki yakalayabileceksin, ne kadar yakın...
Ben Hrant’la baş başa, acıları düşünüyorum anıtın önünde.
Acılara saygı göstermeyi...
Başkalarının acılarını anlamayı...
Ve acıları paylaşmayı düşünüyorum.
Sabahın tuhaf sessizliğinde Hrant’la baş başayım.
Bir de sevgili Rakel’in, geçen yıl 19 Ocak'taki çığlığı kulağımda...
Ermeni ulusunun ve kendisinin yaşadığı trajik acılar Hrant’ı olgunlaştırmıştı. O, vicdanının diliyle konuşmasını, yazmasını belki de bu sayede öğrenmişti.
Ben de öğrendim Hrant’tan, hem yaşamında hem ölümünde...
Tarihten kaçılamayacağını öğrendim.
Sabahın tertemiz sessizliğinde, bir kez daha tarihi inkâr etmenin anlamsızlığını, ama aynı zamanda tarihin, acıların tutsağı haline gelmenin taşıdığı riskleri düşündüm, Hrant’la birlikte...
Ve çok uzaklardan dayımın sesi:
"Kökler kaybolmaz oğlum!"
Dayım Çerkes, Gabardey’di. Ama Çerkesliğinden söz etmez, ‘kökler’in konuşulmasından hoşlanmadığını belli ederdi.
Bizim ‘devlet korkusu’ydu bu.
Ben bazen üstüne gidince, "Karıştırma bunları!" derdi. Ölümüne yakın, "Hasan oğlum, kökler kaybolmaz ama..." demişti kulağıma...
İnsanların kökleri, kök saldıkları toprakları çok önemli. İnsanları dilinden, kimliğinden koparmak nasıl insanlığa karşı büyük bir suçsa köklerinden, topraklarından koparmak da o kadar büyük bir suçtur.
Hele bunlara kulp takmak suçun ayrılmaz bir parçasıdır. Ermeniler yaşadı büyük acıyı.
Anadolu’dan koparıldıklarında yaşadılar.
1915’de, 1916’da yaşadılar.
Ve Anadolu hasreti hiç dinmedi içlerinde...
Türkler de yaşadı acıyı.
Balkanlardan, Kafkaslardan koparıldıklarında yaşadılar acıyı...
Kürtler de yaşadı acıyı.
Dilleri, kimlikleri inkâr edildiğinde, kendi topraklarında sürgün edildiklerinde yaşadılar acıyı.
Acıları mukayese etmiyorum.
Yanlış olur.
Acılar karşılaştırılmaz.
Hrant’ın sesi kulağımda:
"Gelin önce birbirimizin acılarına saygı gösterelim."
Hrant sessizce anlatıyor acısını:
Atalarımın başına gelenleri biliyorum. Buna
kiminiz katliam, kiminiz soykırım, kiminiz
tehcir, kiminiz trajedi diyorsunuz.
Atalarım da Anadolu deyimiyle kıyım derdi.
Bir devlet kendi yurttaşlarını, hem de
savunmasızlarını, çoluk çocuk, kadın yaşlı
demeden, kök saldığı ortamlardan söküp
bilinmez bitmez yollara salıyorsa, bunun
sonucunda da bir halk büyük bir bölümüyle
yok oluyorsa, bugün bizlerin bu durumu
izah edecek kelimeleri tercih etme
kıvranışımız, insan olma özelliğimizin hangi
vasfıyla izah edilebilir?
‘Buna soykırım mı desek, göç mü desek?’
diye cambazlıklar yapacaksak, her ikisini de
aynı ölçüde mahkûm edemeyeceksek,
soykırım yerine tehciri ya da tehcir yerine
soykırımı tercih etmekle, insan oluşumuzla
ilgili onurun hangi parçasını kurtarmış
olacağız?
Sevgili Hrant'ın sesine kulak veriyorum Soykırım Anıtı'nın önünde:
Geçmişte yaşanan büyük felaketin
sorumluları gibi mi davranacağız, yoksa o
yanlışlardan ders alarak yeni sayfaları bu
kez uygar insana yakışır şekilde mi
yazacağız?
"İkrar değil, inkâr değil, önce idrak," derdi Hrant. ‘İdrak’ın yollarının da demokrasiden, özgürlükler düzeninden geçtiğini adı gibi bilirdi.
Sevgili kardeşim;
Erivan’da gün doğuyor, güneş sislerin içinde kırmızı bir portakal gibi.
Sabahın bu güzel sessizliğinde, beyaz karanfilleri senin için koyuyorum Soykırım Anıtı'na.
Beni buraya sen getirdin, senin acın, senin acıların getirdi çünkü...
(2012 yılında çıkan 1915: Ermeni Soykırımı isimli kitabımdan.)