Benim yaşamak istediğim dünya bu mu?
Elbette değil.
Tek başımayım, öyle bir akşam.
Kendimi hüzünlü hissediyorum.
Savaş çığırtkanlığı...
Savaş seviciliği...
Gerçekten ürkütücü...
Ne güzel bir umut kıvılcımı çakmıştı 23 Haziran'la...
Şimdi sönüyor.
Ne kadar hazin.
Gittikçe yalnızlaşıyorum, zira yaşamak istediğim dünya bu değil.
Bir akşam vakti kendi başıma yapayalnız, geçen yılbaşında basılmamış kitabımın sayfaları arasında dolaşıyorum.
***
Kürt kartını
kimse elinden bırakmak
istemez!
HAMBURG, 21 Ocak 2018
Sabah vakti erken Bremen tren istasyonuna, Haupbahnhoff’a gelirken bir sonraki durak neresi diye karar vermemiştim. Yıllardır gitmediğim Kopenhag’da karar kıldım.
Tren Hamburg aktarmalıydı. Ama ufak bir gecikmeyle benim Kopenhag treni kaçtı. Sonraki tren için beş saat var.
Halimden şikâyetçi değilim. Sıradan bir kahve köşesinde bilgisayarımı açtım, günlüğümü yazmaya koyuldum.
Erdoğan eliyle Türkiye her geçen gün derinleşen bir çıkmazın, bir faşizmin içine itiliyor.
Erdoğan’ın gözü kara!
2019 seçimlerini kazanmak için bir yandan içeride Türkiye’yi keskin cephelere bölüyor, diğer yandan adım adım dış maceraya götürüyor.
Erdoğan sertleştikçe, ülkeyi kutuplaştırdıkça, yedi düvele pala sallayan Zaloğlu Rüstem postuna büründükçe, seçim sandığında büyüyeceğini sanıyor.
Olabilir.
Sandıktaki bu hesap, 2016 yılı 1 Kasım’ında tutmuştu. 7 Haziran’da kaybettiği 9 puan oyu savaş düğmesine basarak beş ay sonra geri almıştı.
Görünen o ki, şimdi yine aynı tehlikeli oyunu, “savaş oyunu”nu oynuyor. Çünkü seçim anketleri iyi değil. Önüne konulan seçim araştırmalarında umduğunu bir türlü bulamıyor.
Bu da Erdoğan’ı geriyor.
Bu tehlikeli oyun seçim sandığında işe yarayabilir ama Türkiye’nin başını belaya sokar. Türkiye’yi ateşe atar.
Ama anlaşılan yeni ölümler, yeni göçler, yeni insan trajedileri Erdoğan’ın pek umurunda değil.
Kopenhag trenine daha iki saat var.
İnternete girdim.
Gazetelerin bugünkü birinci sayfalarındaki savaş çığırtkanlığı korkunç...
Savaşa bu denli düşkün, bu kadar savaş sevici bir medya ve bir bütün olarak siyaset kurumu canımı yakıyor.
Afrin operasyonu...
Gündemde yine savaş var.
Savaşa karşıyım!
İnsanlar ölsün istemiyorum.
Çare, savaş değil barıştır.
Çare, barış ve demokrasidir.
Çare, hukukun üstünlüğüdür.
Çare, özgürlükler düzenidir.
Kürt sorunu barışçı yollardan, demokrasi çerçevesi içinde çözülmedikçe Türkiye’nin önü açılmaz.
Ayrıca, bu coğrafyada “Kürt kartı”nı kimse elinden düşürmek istemez. Amerika’sı da, Rusya’sı da, İran’ı da, İsrail’i de bu kartı elinde tutar.
Hepsi Kürtlerle
oynar!
Hepsi Kürtlerle oynar!
Türkiye dostmuş, müttefikmiş, bölünürmüş kulak asmaz.
Hatta Türkiye’nin Kürt sorunu ile güçsüz kılınması ya da istikrarsızlaştırılması, bütün bu devletlerin işine gelir, bölgesel çıkarlarına denk düşer.
Kürtler de bu oyunu bilir. Kürt tarafı da, kökleri yüz yıl öncesine uzanan bu oyunu bazen iyi bazen kötü oynar ama oynar, bu oyundan vazgeçmez.
Kürt tarafı, bu oyun içinde oyunlar oynanırken, devletleşme yolunda bir fırsat çıkar mı diye bakar. Nitekim Irak Savaşı’yla bu fırsat çıkmıştır. Amerikan işgaliyle Saddam Hüseyin devrilip Irak bölünürken, Irak Kürtleri de devletleşme yolunda büyük bir hamle yapmıştır.
Irak’ın parçalanmasından dolayı Amerika’sı da, Rusya’sı da, İran’ı da, İsrail’i de gözyaşı dökmemiştir.
Bugün aynı oyun 2011’den beri Suriye’de oynanıyor. Irak’taki gibi Suriye’de de eli kanlı bir Baas diktası, Esad rejimi ülkeyi iç savaşa götürdü, Suriye’nin bölünmesine yol açtı. Tıpkı Irak’ın kuzeyinde olduğu gibi, şimdi de Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt devletinin temelleri atılıyor.
Evet, dünyanın bu bölgesinde oyun son derece acımasız, bıçak sırtında oynanır.
Eğer derine giden bir sorunun varsa...
Ve sen bu sorunu çözümsüz bırakıyorsan...
Ya da soruna hatalı yaklaşıyorsan...
Bu durumda başkaları seni rahat bırakmaz, o soruna parmağını sokar, karıştırır, seni sıkıştırır, seni güçsüzleştirmeye, istikrarsızlaştırmaya çalışır.
Sen istediğin kadar bağır. Böyle dostluk olur mu diye bağır, müttefikliğe sığar mı bu diye bağır. Değişen bir şey olmaz.
Eğer sen oyunu baştan hatalı kurmuşsan, başın beladan kurtulmaz. Eğer baştan beri elinde sadece bir çekiç varsa, karşındaki her şeyi çivi gibi görüyorsan, işin işinden çıkamazsın. Eğer baştan beri, senden farklı düşünen kim varsa, onu hain, düşman, terörist diye yaftalıyorsan sorun gittikçe büyür.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri yaşamakta olduğu çıkmaz budur. Üstelik bu çıkmaz yıllar geçtikçe daha da kanlı bir hal alıyor.
Realite budur!
Afrin'i de, Rojava'yı da,
Kandil'i de dağıtsan...
Afrin’i de darmaduman etsen...
Bütün Rojava’yı da işgal etsen...
Kandil’i de dağıtsan...
Darağaçları da kursan...
Bu realite değişmeyecektir.
Cumhuriyet tarihi kanlı Kürt isyanları ile geçmiştir. Dersim gibi kırımlarla geçmiştir. İdam sehpaları ile geçmiştir. Diyarbakır askerî cezaevi gibi işkencehaneler ile geçmiştir. Faili meçhul cinayetler ile geçmiştir.
Ama sorun hâlâ çözülmemiştir.
Realite durduğu yerde durmaktadır.
Çünkü devlet aynı devlettir.
Elde sopa, elde çekiç, elde silah sorunu çözeceğini sanmaktadır. Kürt siyasal hareketini, HDP’yi ezerek, neredeyse HDP’li herkesi hapse atarak, siyasal kırım yaparak sorunu çözeceğini sanıyor.
Oysa çözüm barıştan geçiyor. Demokrasiden geçiyor. Türk devletine demokrasiyi getirmedikçe, hukuku getirmedikçe, Türkiye’nin makus talihi yenilemez.
Trenin penceresinden hiçbir şey gözükmüyor. Çok yoğun sis var, her şey süt beyaz kesilmiş, kurşuni bir rengin arkasına gizlenmiş. Toprak karla kaplı...
Geçmiş nerede başlıyor?
Bu cümle yine kafama takıldı. İsmi Amy Tan olan bir yazar, hatıralarına bu adı koymuş...
Tren feribota biniyor. Baltık denizinde bir süre yol alıp tekrar karaya çıkacağız. Deniz çok durgun ya da yorgun, hiç kıpırdamıyor.
Bak Philip, bir gün daha
yaşadın diyorum kendi
kendime...
İngilizce, Almanca gazeteleri karıştırıyorum. Amerikalı romancı Philip Roth’la bir konuşma. Elli küsur yıllık roman yazarlığını 2012’de, 80 yaşındayken noktalamış. Artık yazmıyor. Okuyor, en çok da tarih. 85 yaşında, demiş ki:
Her gece yatağa girerken gülümsüyorum,
bak Philip,
bir gün daha yaşadın diyorum.
Ertesi sabah uyanınca da,
bir gece daha kurtardın diye
mırıldanıyorum kendi kendime...
Geçmiş nerede başlar?
Nerede başlar bilemiyorum.
Ama bildiğim bi’şey var:
Geçmişi öldüremiyorum!
Baltık denizi... Göl mü, deniz mi, kanal mı? Uzun köprülerden geçiyoruz trenle...
Bir yüksük kadeh Akvavit!
Çoktandır içmemiştim, içimi ısıtıyor.
Gece vakti Kopenhag.
Issız, ıslak, soğuk ve de fena halde kasvetli bir şehir. Kimsesiz, şahsiyetsiz bir otel odası... Yalnızlık duygusu... Ve hüzün...
Operasyon öncesi
Başbakan'dan
medyaya kalın ayar...
Yatmadan önce yine bilgisayarımı açıyorum. Bir dostun gönderdiği maili okuyorum.
Keşke okumaz olaydım.
Başbakan, medya patronlarıyla gazetecileri, köşe yazarlarını Çengelköy’deki Vahdettin Köşkü’nde toplamış, Afrin dolayısıyla nasıl habercilik yapılması gerektiğini anlatmış.
Haberlerde milli menfaatler kollanacakmış... Harekâtın tamamen terör örgütlerine yönelik olduğu, sivil halkı koruduğu öne çıkarılacakmış... Bilgi kirliliği yaratan görüntü ve açıklamalara itibar edilmeyecekmiş... TSK’nın Afrin’de yaptığı operasyonun sadece PKK/PYD’ye değil DEAŞ’a yönelik olduğu özellikle yazılacakmış... Operasyonun yerli ve milli silah üretimi ve kabiliyetiyle olduğu hatırlatılacakmış... Olası şehit haberleri verilirken titiz davranılacakmış... Türkiye’ye karşı olumsuz algı yaratacak kişilerden görüş alınmamalıymış...
Kısacası, medyaya kalın ayar!
Yarım yüz yıllık meslek hayatımda bu “devlet ayarları”ndan ne kadar çok gördüm?
Evet, geçmiş nerede başlıyor?
Geçmiş neden bir türlü geçmiş olmuyor?
Huzurda bulunan bir gazeteci de, Allah için kalkıp, başbakana gazeteci gazeteciliğini yapar diyemiyor. Bırakın gazeteci gazeteciliğini yapsın, haberini, yorumunu yazsın, siz de devlet olarak ne yapacaksanız yapın diyemiyor.
Ne kadar acıklı?