Desen: Edel Rodriguez - Washington Post
Sabah vakti erken bilgisayarımı açtım.
Aklımda korona-demokrasi başlıklı bir yazı vardı.
Vazgeçtim.
Annemle babamı düşündüm.
Ne iyi insanlardı.
Onları ne kadar çok sevdiğimi hatırladım.
İçimde bir hüzün dalgası kımıldadı.
Duygulandım.
Hafıza böyle bir şeydir, insanı olmadık sürprizlerle bir anda baş başa bırakır.
Bir bayram sabahı yalnızlığıma çekildim, çocukluğumun bayram günlerini anımsadım.
Dindar bir aileden gelmiyorum.
Annemle babamın dinle ilgileri yoktu.
Ortaokuldayken, sınıftaki bazı arkadaşlarımın teşvikiyle birkaç kez oruç tuttuğumu anımsıyorum.
Uykudan uyanıp sahura kalkmak güç gelmişti.
İple çektiğim iftar vaktini daha çok sevmiştim. Belki de iftar sofrasının zenginliğinden kaynaklanan bir duyguydu bu...
Bugün de iftar sofralarını severim, özellikle pastırmalı yumurta ve güllaç varsa...
Bir zamanlar namaz kılmayı da öğrenmiştim.
Ortaokuldaydım.
İsmi Ahmet olan bir sınıf arkadaşım vardı, babası emekli levazım albayı olan. Namazında niyazında hoş bir insandı.
İstanbul’daki bir yaz tatilinde Ahmet'le bana namaz kılmayı öğretmişti.
Duaları küçük bir not defterine el yazımla ayrıntılı biçimde yazmış, ezberlemiştim.
Hareketler:
Eller kulağa götürülüp, sağ el üstte
olmak üzere göbek üzerine bağlanır.
Eller dizde olmak üzere 90 derece
eğildikten sonra, kollar yanda olmak
üzere doğrulunur, sonra secdeye
varılır, eller, alın, burun, diz, ayak
uçları yerde olmak üzere...
Sonra oturma vaziyetine...
Ahmet’in babası bizi ilk kez camiye götürdüğü zaman nasıl heyecanlandığımı anımsıyorum.
Tatil dönüşüydü.
Rahmetli babam bendeki değişimi fark etmiş, anneme sormuştu, "Bizim oğlan ne âlemde" diye.
Vaziyeti öğrenince de, "Haso, sen bırak bu işleri, git futbolunu oyna" diye bana biraz bozuk atmıştı.
Ben de futbolumu oynamıştım.
Evet, dindar bir aileden gelmiyorum.
Bununla birlikte dinî bayramların bizim ailemizde de özel bir yeri olduğunu çocukluğumdan hatırlıyorum.
Bayram sabahları erken kalkılırdı.
Bayramdan birkaç gün önce Ankara’nın Ulus semtindeki bir mağazadan taksitle alınan "bayramlık"larımı giyerdim.
Sevgili babam Ahmet Cemal bayram sabahları baş köşeye, salondaki berjerine kurulur, bir yandan bol köpüklü kahvesini höpürdetir, bir yandan çocuklara el öptürürdü.
Biz de memnun olurduk, bayram harçlığımızı kaptığımız için...
Sevgili annem Ayşe Cemal ise bu el öptürme faslından nedense pek öyle hazzetmezdi.
Bayram günleri büyük aile yemeği bizim evde yenirdi, çünkü babam ailenin en büyüğüydü.
Hiç değişmezdi bu.
Kocaman masanın etrafında birkaç saatimiz neşe içinde geçerdi.
Babamın mutfakta pişmesine bizzat nezaret ettiği fırında but hiç eksik olmazdı o bayram sofrasından ve pazar günlerinin öğlen yemeklerinden...
Bu arada, sevgili babamın tatil günlerindeki iki buzlu kadehten oluşan öğle rakıları bayram soframızdan uzak kalırdı.
Kurban bayramlarında bir başka tuhaf alışkanlığımız ya da merakımız, çevremizdeki bahçe ve arsalarda kurbanlıkların kesilmesini seyretmekti.
Bayram deyince herkes bir şeyler anımsar, herkesin aklına bir şeyler takılır.
Yıllar geçtikçe, ilginçtir, ben de annemle babamı daha çok hatırlamaya başladım dinî bayramlarda.
Babam 1900, annem 1909 doğumluydu.
Bayram sabahı onları düşünürken gözlerim doluyor.
Hava iyice karardı.
Yağmur boşandı boşanacak.
Boğaz'dan hayalet gemiler geçip gidiyor. Hapisteki arkadaşları düşünüyorum bir bayram sabahı.
Hapis de bir direniş...
Demokrasi için, adalet için, özgürlük için bir direniş.
Bu direniş örneklerinden birini kaç yıldır Ahmet Altan veriyor.
Silivri'den koronalı günleri yazmış Washington Post gazetesine.
Çizgi: Tan Oral
Herkesin evinde hapis olduğu bugünlerde gerçek bir hapishanede olmak, insanda deniz altındaki bir akvaryumda oturuyormuş duygusu yaratıyor.
Bize 24 saat "karantinada" tuttuktan sonra verdikleri bir gün gecikmeli gazetelerden ve seyredebildiğimiz kısıtlı sayıdaki televizyon kanalından ölümcül bir telaşa kapıldığınızı görüyorum.
Ben 70 yaşındayım.
Ve hapisteyim.
Suyun altında oturmayı da ölümün hedefinde olmayı da birçoğunuzdan daha iyi bilen biri olarak size şunu söylemek istiyorum:
Ümitsizliğe kapılmayın.
Tarihin, dev bir fay gibi bütün hayatı sallayarak kırılmasını yaşıyoruz. Bu kırılma bize ümitli bir gelecek vaat ediyor.
Geçen Kasım ayında hapishane yönetimi bize öğlen yemeğiyle birlikte bir turp verdi.
Hücre arkadaşım turpu bir kâğıt bardağın içine koyup, penceredeki demir parmaklığın dibine bıraktı.
Turp orada çürümeye başladı.
Geçenlerde turpun içinden yeşil bir filiz belirdi. Filiz uzadı. Filizin ucunda minicik beyaz çiçekler açtı.
Her sabah kalkıp o çiçeklere bakıyorum.
O muazzam klişeye şahit oluyorum:
Turp hem ölüyor hem doğuyor.
Zavallı bir turp kendi ölümünden yeni çiçekler yaratıyor.
Ölürken iyimserliğini kaybetmeden geleceğe uzanmaya uğraşıyor.
Belki siz bu yazdıklarımı okurken ben de hastalanmış olacağım.
Ama ne fark eder?
Bir kâğıt bardakta ölen bir turp bile çiçek açabiliyorsa hapisteki bir ihtiyar da iyimser olabilir.
Bir turptan daha ümitsiz olacak değiliz ya...