Bugün köşemi Ertuğrul Mavioğlu’na bırakıyorum. Sevgili meslektaşım, Çayan Demirel’le birlikte çektikleri Bakur (Kuzey) belgeselinin ve devlet sansürünün hikâyesini anlatıyor aşağıdaki mektubunda.
* * *
Sevgili Hasan abi,
Seninle bir zamanlar çalıştığımız gazetelerin asansör ya da yemekhanelerinde karşılaşmak pek enteresan değildi belki ama dağdaki karşılaşmamız için aynı şeyi söyleyemiyorum.
2013 Newroz’undan sonraydı.
PKK, Türkiye topraklarından geri çekileceğini duyurmuştu.
Hatta ilk gerilla grubunun Hakkari’den sınırı geçerek Metina’ya gelişine birlikte tanıklık etmiştik.
Birlikte tanıklık?
Yok, yok; hayır…
Yanlış anımsadım, öyle olmamıştı.
Gerilla grubunun başında sen vardın, biz ise küçük bir gazeteci grubu olarak sizin sınırdan geçişinizi izliyor, ‘Hasan abi hepimizi atlattı yine’ diye aramızda konuşuyorduk.
Anımsıyorum, elinde bir gopal taşıyordun.
Ucunda sivri, mızrak gibi bir demir parçası da olan o meşhur Şırnak bastonundan…
Sonra birkaç gün Heval Umut’un noktasında kalmıştık, hani şu benden de uzun, iri yarı gerilla komutanı Umut…
Telefon şebekesini yakalamak için, ihtiyaç hasıl olduğunda tepeye doğru uzun bir yürüyüş yapmak zorunda kalıyorduk.
Zira bizim ceplerimizdeki akıllı telefonlar, dağ ortamında her ne hikmetse alıklaşıyordu.
Buram buram mazot kokan
minibüste yaşadığım heyecan
İşte Hasan abi, Metina’da kaldığımız o günlerde sadece geri çekilme hikâyesinin ya da Bahoz Erdal ile röportaj yapmanın peşinde değildim açıkçası.
Çok daha uzun vadede tamamlanacak başka bir çalışma için hazırlık yapıyordum, durmaksızın.
Gerillalar genellikle Kandil, Metina, Zap, Gare gibi, PKK’nin Medya Savunma Alanları dediği Güney Kürdistan’daki bölgelerde görüntülenmişti.
Oysa benim amacım gerillayı mücadelelerinin tam merkezinde yani Türkiye topraklarında kurdukları kamplarda izlemek, görüntülerini kayda almak ve bunu bir belgesele dönüştürmekti.
Belki bu biraz gazetecilik mesleğinin getirdiği bir merak etme hastalığı…
En kapsamlısı olsun, herkesin yaptığından daha iyisi olsun, herkesten önce duyurulsun istiyorsun ve bunun için sürekli çabalıyorsun.
Nihayet, talebimi Bahoz Erdal ile yaptığımız söyleşi sırasında dile getirdim ve kesin bir yanıt vermemekle birlikte aldığım ilk işaretler olumlu yönde oldu.
Seninle birlikte Türkiye’ye dönüş yolunda bindiğimiz Güney Kürtlerinin Merziye adını taktıkları çift kabin arazi aracının içinde ve Zaho’da buram buram mazot kokan minibüste, saatler boyu sınırda beklerken yaşadığım sabırsızlığın ve heyecanın nedeni de bundandı.
'Çayan, hemen buluşmalıyız'
Sonra memlekete hoş geldik, evlerimize dağıldık.
Aradan bir hafta ya da on gün geçti, bir telefon aldım.
Haberler iyiydi.
“En kısa zamanda sizi bekliyoruz,” diyordu karşıdaki ses.
Telefonu kapattığım gibi hemen Çayan Demirel’i aradım.
Gezi Parkı’ndaydı.
Direniş devam ediyordu ve gaz kokusu derilerimizin gözeneklerine kadar işlemişti hepimizin.
“Hemen buluşmalıyız” dedim ve sürdürdüm:
“On dakika sonra Çapulcu Kafe’nin hemen girişinde, uyar mı?”
Çayan lafı uzatmadı:
“Tamamdır, geliyorum,” diyerek telefonu kapattı.
On dakika sonra Çapulcu Kafe’nin girişinde buluşmuş, yanımızda getirdiğimiz bir paket çayı vermiş, karşılığında taze demlenmiş iki bardak çayımızı alıp yan yana yürümeye başlamıştık bile.
“Müthiş bir şey oldu” diye söze başladım:
“PKK’nin Türkiye topraklarındaki kamplarına giriş izni verdiler. Bir ekip oluşturup en kısa sürede yola çıkmamız lazım.”
Çayan her zamanki soğukkanlılığıyla “Önceden konuşmayacak mıyız?” diye sordu.
“Elbette” dedim:
“Metina’ya birlikte gitmeli, konuyu ayrıntılı bir biçimde konuşmalıyız. Zaten en kısa zamanda bizi bekliyorlar.”
Yol mu asıl olan, yoldaş mı?
Ne diyorduk?
Yol mu asıl olan, yoksa yoldaş mı?
Çayan’la yoldaşlığımız, sadece birlikte yola çıktığımız için değildi. Tanışıklığımız ve sonrasında dostluğumuz yıllar öncesine dayanıyordu.
Birbirimize hiçbir çıkar ya da karşılık beklemeden destek olmuşluğumuz çoktu.
Dolayısıyla, böyle meşakkatli ve sağlam akıl gerektiren bir projede yola çıkılabilecek en doğru isimlerin en üst sırasında Çayan’ın adı yazılıydı benim açımdan.
Dersim 38’i çekmiş, sansürlenmiş, yasaklanmış, dik duruşundan bir nebze olsun taviz vermemişti.
Sonra Diyarbakır 5 No’lu belgeselini çekmiş, devletin değil ama devletten gördüğü zulüm sonucunda en az devlet kadar zulümkâr olmayı başarmış bir başka sansür ve tehdit mekanizmasıyla baş etmesini de bilmişti.
Nasıl ki pek çok insan 1938 yılında Dersim’de ne yaşandığını en doğru cümlelerle Çayan’ın belgeseli sayesinde öğrenmişse; Diyarbakır Cezaevi’ndeki ‘vahşet yılları’na dair gerçeküstü gibi duran hikâyeler de yine onun çektiği belgesel sayesinde ayakları üzerine bastı, ete kemiğe, söze büründü.
Dersim 38 belgeselinden, içinden çığlık gibi yükselen çırılçıplak katliam gerçeği nedeniyle korktular.
Yalanları iskambil kâğıdından şatolar gibi darmadağın olmasın diye de acilen yasakladılar.
“Yasak” diyerek yasaklamadılar.
Laflarını eğip bükerek, sanki kendileri çok anlarmış gibi, “Bu belgesel değil” diyerek yasakladılar.
Dersim 38’in DVD’sini çıkarmak istiyordu Çayan.
Şimdilerde İstanbul Film Festivali’ndeki sansür nedeniyle artık herkesin duyduğu ‘eser işletme belgesi’ ya da ‘kayıt, tescil’ için başvurmak zorundaydı, başvurdu.
Kültür Bakanlığı’ndaki kurula girdi, belgeyi alamadı. Mecburen üst kurula gitti, orada da emniyetçisinden MİT'çisine kadar ne ararsan vardı.
Üst Kurul da ‘hayır’ dedi.
Çayan bunun üzerine Danıştay’a dava açtı. O dava ki tamı tamına yedi yıldır sürüyor, bir türlü elleri karar yazmaya gitmeyen hâkimler, biraz daha gayret etseler hukuksuzluğun destanını yazacaklar.
Çayan'ın kalbi dağlara dayandı da,
bu dert yığınına dayanamadı
Sonra Dr. Şivan’ı çekti Çayan.
Türkiye KDP’sinin liderlerinden Sait Kırmızıtoprak’ın hikâyesini:
İki Sait’in yani Sait Kırmızıtoprak ile Sait Elçi’nin, muhtemelen Türk MİT’i ile dirsek temasını hiç koparmayan KDP’nin entrikalarına kurban gidişini…
Bunların hepsi çok cesaretliydi lakin sahibini zengin edecek türden işler değildi. Bu işlerin altına ancak bu memleketin mevzularıyla bir derdi olan elini sokardı.
Evet, Çayan’ın da derdi vardı bu memlekette; yalanlarıyla derdi vardı, sansürüyle, zorbalığıyla, hoyratlığıyla…
Dersim katliamında ailesinden kayıplar vermişti.
Hormekli olmakla övünürdü. Kökleriyle bağlarını sağlam kılmak için Zazacayı sonradan öğrenmişti.
Evet. Çayan’ın bir değil çok fazla derdi vardı ve muhtemelen kalbi, birlikte gezindiğimiz ve Munzurlar'dan Kato’ya uzanan dağlara dayandı da bu dert yığınına dayanamadı.
Tekledi Çayan’ın o güzel yüreği bir süreliğine de olsa durup dinlenmek istedi belki.
Filmi bitirdikten sonra oldu tüm bunlar.
Tam da rahatlama mevsiminde….
Ahh içim acıyor Hasan abi.
Henüz 38 yaşında, ne büyük talihsizlik...
Neyse ki hastanenin yoğun bakım servisinden her gün bir öncekinden daha iyi haberler alıyoruz.
Öğrenmiştim Çayan’dan:
“Belgeselcilik ile televizyon programcılığı, güzel bir restoranda dost meclisi kurup, muhabbet eşliğinde yenen bir yemekle, öğle arası ayaküstü ağza tıkıştırılan hamburgerler arasındaki farka benziyordu bir bakıma…”
Çayan’ın iyileşmesi de belgeselcilerin ağır kanlılığından mı uzun sürecek?
Yine de umudumuz güçlü, zira 18 Mart’tan bu yana, her gün bir öncekinden daha iyi.
Tıpkı montaj masasındaki filmler gibi…
Her gün bir öncekinden daha iyi, daha olgun, daha gelişkin…
Yürümeyi yeniden öğrendik ,
ama içimize sızan tırtıllara alışamadık
Sözü uzatmayayım.
Yoldaş, yoldaşını buldu ve yola çıktık nihayetinde.
İlk giriş Dersim’den oldu.
Bize, “Dersim’den başlarsınız. Kürdistan’ın kapısı orasıdır” demişlerdi.
O yüzden Türkiye topraklarındaki gerilla kamplarında ilk karşılaştığımız komutan Atakan Mahir olmuştu.
Sorularımızın ardı arkası gelmiyordu. 40 yıldır birikmiş meraklar, bir çırpıda giderilemiyordu.
Bu nedenle anladık ki, çok yol kat etmemiz gerek.
Sonra yürüyüşler başladı.
Dersim’in patikaları eğimliydi. Aşağıda Munzur vardı ve ayağı kayanın parçası kalmazdı. Yürümeyi öğrendik orada yeniden.
Dağda börtü böcekle baş etmenin zaman işi olduğunu da. Gece ateş yakmak yoktu, ışık yoktu. Hava akşam olunca hızla çöküyor, ormanlık alanda tam bir zifirin içinde hissediyordu insan kendini.
Hiç durmayan cırcır böceklerinin sesine hemen alıştık da, içimize gizlice sızan tırtılların yarattığı alerjiye alışamadık.
Akşam karanlık çökünce sohbetler bir süre daha devam ediyordu. Sabah gün doğumunda ‘rojbaş’ ile kaldıracaktı hevallerden biri.
Ertesi günü uykusuz geçirmek de vardı bazen kaderde.
Sonra hayatımız oturdu biraz daha.
Akşam 21.00 şevbaş!
Sabah 04.30 rojbaş!
Bu böyle böyle sürdü.
Matın üzerinde uyuyarak, haftaları devirdik.
Dersim’de uzun yürüyüşler yapıyorduk birlikte, Munzur’u geçtik, kimimiz yüzerek, kimimiz botla.
Bütün ekibin bacaklarına ağrılar girdi, ama kimse vazgeçmeyi aklına bile getirmedi. Farklı bir dünyaydı burası, iyice sindirmek gerekti.
Dersim’in biraz oyun bahçesine benzediği, Çayan, ben, Koray Kesik ve Ahmet Bawer Aydemir’den oluşan ekibimizin ortak görüşüydü. Misket oynuyorlar, suyun içinde güreşip şakalaşıyorlar, gizli gizli yazılmış şiir defterlerini açıp, okuyup her mısrasına ayrı bir espri patlatıyorlardı.
Ağaçları bodur, toprağı çatlak Amed
Sonra Amed’e geçtik.
Dersim’den çok farklıydı ve her yer açıklık ve uçsuz bucaksız dümdüz bir araziydi.
‘Zozanlık buralar’ diyorlardı.
Ağaçlar bodur, toprak susuz ve çatlaktı.
Gerilla sahasıyla askerin denetlediği bölge arasında epeyce bir mesafe vardı. Her iki taraf da birbirlerinin alanını biliyor ve orası her neresiyse girmiyordu.
Eğer girerse?
Amed’teki komutan yanıtladı:
“Eğer girerse, önce uyarılır, ısrarlı olursa da enterne edecek yöntemler artık meşru sayılır. Ama tabii bu istenen bir durum değil. Ateşkese onlar da uyuyorlar.”
Amed için başkent diyenler de var ama gerilla açısından siyasetin merkezi.
Botan ise askeri merkez olarak kabul ediliyor.
Şırnak, Hakkari, Beytüşşebap, Şemdinli, Uludere… Tüm bu kent ve kasabalar Botan’a dahil, tabii ki çıktığımız Kato Jirki de….
Kato Jirki, Jirki aşiretinden almış ismini. Koçerlerin yazın sürülerini otlatarak geçirdikleri Jirki yaylasından doğru çıkılıyor.
Sırtımızda çantalar vardı ve tırmandıkça nefesimiz kesiliyordu.
Belki bir gün sen de çıkmayı denersin abi, kendine mukayyet olasın diye anlatıyorum.
Yükseklerde oksijen azalıyor, alışmayan bir vücudun dayanması hayli zor. Zaten yarı yolda pek çok mola vermek zorunda kalmamız bu sebeptendi.
Kato’nun kayaları da pek yaman; bıçak gibi keskindi.
Ahmet, üç pantolon yırttı o kayaların üzerine oturmaya çalışırken. Benim de ayakkabılarım parçalandı. Oysa süper dağ ayakkabılarıydı, yazık oldu.
Kato’da bir süre kalıp, kaldığımız süre içinde de dağın tepesinde erimemiş karların sularından içerek, çekimlerimizi yaptık.
Ondan sonra istikamet Besta’ya döndü.
Orada PKK’nin kadın ordusu YJA Star’ın misafiri olduk.
Artık neredeyse sonlara yaklaşmış durumdaydık ve kadın gerillaların bölgesi, bize yeni sorular sorup yanıtlarını alabilmemiz için önümüze çıkan bir fırsat demekti.
Bizim için tuvalet kazmışlardı.
Hayli özenliydiler.
Akşam olunca yeni bir sürpriz daha vardı:
Kurulan çadırın içine cibinlik de gerilmişti. Dersim’in, Amed’in kana zehir bulaştıran sivrisineklerinden sonra, kadınların bu müthiş jestinden ötürü mutlu olmamak elde değildi.
Sonra veda vakti geldi.
Ayrılırken, “Yapacağınız belgeseli çok merak ediyoruz” dediler. Çayan’la birbirimize baktık önce.
Sonra da filmi vizyona soktuktan sonra uygun bir zamanda gösterim yapabilmeyi dileyerek gittik.
Gösterime bir gün kala
yalanlar eşliğinde yasakladılar
İşte böyle Hasan abi.
Biz Bakur için vizyon hayalleri kurarken, meğer birileri kapalı kapıların ardında bu filmi nasıl sansürleyeceklerinin planlarını yaparlarmış.
Festivalde gösterime bir gün kala yasakladılar; hem de bir dizi yalan eşliğinde yaptılar bunu.
Hatta Kültür Bakanlığı’ndan yapılan yazılı açıklamada, İstanbul Film Festivali yöneticilerine yaptıkları baskıyı inkâr ettikleri gibi henüz izlemedikleri film için ‘terör propagandası’ deme cüretinde de bulundular.
Bu nasıl bir haddini bilmezliktir, merak ediyorum ama karşımızda bir muhatap yok.
Evet, sansür ve yasaklar cumhuriyetinde hepimiz alıştık bunlara ama yine de yüreğim kabul edemiyor bu yaşananları.
Yeni olan tepkiyle karşılanır.
Farkındayım elbette.
Ama yine de sansürü kabullenmek istemediğimiz, kanıksamayı reddettiğimiz için bunca öfkemiz.
Bitmiş filme sansür işlemez
Bakur’un sansürlenmesinden sonra sinemacıların topluca protesto ederek festivalden çekilmesi biraz olsun içimize su serpti.
Şimdi yeni bir hayal kuruyorum.
Film her nerede gösterilecekse Çayan Demirel de olacak aramızda. O yüzden hemen iyileşsin çünkü bitmiş film beklemez.
Ve tabii bitmiş filme sansür de işlemez.
Zira her su kendi çatlağını bulur ve illaki akar, durmadan akar…
Sevgi ve selamlarımla….
Ertuğrul Mavioğlu