06 Ağustos 2016

Rigging’te bir Cenk, bilgisayar başında bir Özgür!

“Anne, baba, hey! Ben rigging’te ilerlemek istiyorum” deseniz; ya da çocuğunuz bu cümleyle size gelse, ne dersiniz?

Üniversite sınavından sonra yaptığımız o nadide seçimlere kaçımız istikrarla, hevesle devam etmiştir?

Doktor ya da avukat olmayıp da köşe-bucak işinde uzmanlaşmış kaç kişi taktir görmektedir?

“Anne, baba, hey! Ben rigging’te ilerlemek istiyorum” deseniz; ya da çocuğunuz bu cümleyle size gelse, ne dersiniz?

Özgür Aydoğdu 3D ve animasyon işinde epey çalıştıktan sonra rigging’te uzmanlaşmayı seçmiş—aynı zamanda bir fotoğrafçı.

Kendi kendine geliştirdiği, 3D karakteri ‘Cenk’ sektörde yerini alıyor ve yurt dışından, Blue Sky Studios’tan bir teklif geliyor günün birinde.

Aydoğdu’nun hikâyesi ilham verici. İnandığınız ama kimilerine miniminnacık görünen o şeylerin peşinden gidip iğne ile kuyu kazarsanız mükâfatı da gelecektir. Özgür Aydoğdu’ya sordum:

Türkiye’de animasyon ne alemde?

Özellikle son 5-10 yılda sektörün hızla yükselişe geçtiğini, yıldızının parlamaya başladığını söyleyebilirim. Yani hem izleyici, hem de bu sektörde kariyer yapmak isteyen insanların sayısı artışta. Bunda bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de çokça izlenen ve sayısı artan animasyon filmlerinin etkisi çok büyük. Ama sadece animasyonla da sınırlamamak lazım, izlediğimiz filmlerde ve dizilerde kullanılan görsel efektlerde de ciddi bir artış var. Üniversitelerde animasyon bölümlerinin sayısının arttığını; 3D akademilerinin, irili ufaklı stüdyoların açıldığını; kısa film gösterimlerinin, festivallerin düzenlenmeye başladığını görüyoruz. Türkiye’de yapılan animasyon işlerinin çoğu halen reklama yönelik. Ama tüm bu gelişmelerin etkisiyle çeşitli televizyon kanallarına yapılan çizgi dizilerin, kısa film projelerinin -ki bazıları yurt dışındaki pek çok festivalde de gösterilip ödüller alıyor- sayısı da artışta. Ayrıca, Türkiye’de artık dünya çapında pek çok büyük projenin dünyaya outsource edilen görsel efekt işlerini alan stüdyolar da var. Henüz sayıca az da olsa, benim de bir parçası olduğum Kötü Kedi Şerafettin gibi uzun metraj çizgi filmler de Türkiye’deki animasyon için umut verici. Yine de daha gidecek çok yol var tabii.

Neden yurt dışına gitmeyi tercih ettiniz?

Türkiye’de yaklaşık 8 sene bu sektörde, çoğu reklam olmak üzere pek çok 3D ve animasyon işinde çalıştım. Ama asıl gönlümde yatan sadece uzun metraj filmler yapan bir stüdyoda çalışmaktı. Oldum olası animasyon filmlerini izlemeye bayılıyorum, hatta sevdiğim sahneleri kare kare oynatıp karakterleri, sinematografiyi, ışıklandırmayı inceler, kafa yorarım. Animasyon filmlerinin ‘art of’ kitaplarını alıp filmin yapılışını baştan sona inceleyip, heyecanlanırım. Bu yüzden Ice Age-Rio gibi filmlerin yapımcısı Blue Sky Studios’tan http://blueskystudios.com/ teklif gelince, gidip bu işlerin orada nasıl yapıldığını yakından görmeye, dünyanın her yerinden gelen, sektörde isim yapmış insanlarla aynı ortamda çalışmaya, bütün dünyada izlenen filmlerinin bir parçası olmaya karar verdim.

Cenk adında bir karakter yaptınız. Nedir bu ‘Cenk’? Biraz bahsedebilir misiniz?

‘Cenk’ benim kişisel bir projem. Cenk’e gündelik iş rutinim arasında, yeni şeyler keşfetmek, denemek, öğrenmek, bir anlamda kendi kendimi zorlamak için başladım. Bu yüzden karakterin tasarımından, 3D modellemesine, yüzey kaplamasından, rigine, animasyonuna kadar her şeyini baştan sona kendim yapmak istiyordum. Bitince karakteri İnternet’te paylaştım ve sektörde benim de hayalimin ötesinde ses getirdi. Yurt içinden, dışından pek çok kişi ve stüdyo benimle iletişime geçti. O dönemden sonra yurt dışına freelance işler yapmaya başladım ve dünyanın değişik yerlerinden insanlarla, online olarak ortak projelerde çalışma fırsatı buldum. Hatta şu anki çalıştığım stüdyodan da benimle ‘Cenk’ https://vimeo.com/38257543 sayesinde iletişime geçtiler.

Mühendislik eğitiminden sonra 3D işlere yönelmenin artısı, eksisi?

Yapmak istediğim iş mühendislik olmasa da, aldığım teknik eğitimin şu andaki işime katkıları olduğunu söyleyebilirim. Her ne kadar artık uzmanı olmasam da programlama bilgimle, işlerimi kolaylaştıracak, hızlandıracak çözümleri daha kolay bulabiliyorum. Uzun sürecek işlemleri otomatik hale getiren ufak programlar yazabiliyorum. Sistematik çalışma açısından da bana katkısı olduğunu söyleyebilirim. Ancak yine de üniversitede Animasyon okuyup, o yılları desenle, sanatla daha içli dışlı geçirmeyi isterdim.

Tam olarak yapmak istediğiniz işin bu olduğuna nasıl karar verdiniz?

Ben Bilgisayar Mühendisliği mezunuyum ve herhangi bir animasyon ya da rigging eğitimi almadım. Ama kendimi bildim bileli çizmeye, karalamaya ve teknolojiye çok meraklıydım. Çocukken defterlerimi çizimlerle doldurup, sayfa kenarlarına animasyonlar yapardım. Sonra ilk bilgisayarım Commadore 64’le basit kodlar yazmaya başladım, hemen sonrasında da 3D Studio’yla birlikte 3D’yle tanıştım ve çevremde gördüğüm her şeyi 3 boyutlu olarak modellemeye başladım. Üniversite yıllarım boyunca da çeşitli freelance işlerde, 3D modelleme projelerinde yer aldım. Mezun olunca da simülasyon yazılımları geliştiren bir şirkette işe başladım; ama bir süre sonra bunun bana göre olmadığını anladım. Bu yüzden evde kendi kendime çoğunlukla 3D projeler yapıp, kendimi bu alanda geliştirmeye çalıştım. En sonunda kapağı sektörün merkezi olan İstanbul'a attım ve bir post prodüksiyon şirketinde ‘3D Generalist’ olarak çalışmaya başladım.

Fotoğrafla olan yolculuğunuzdan da bahsedebilir misiniz?

Sinematografi ve özellikle analog fotoğrafçılık özel ilgi alanım. Siyah beyaz filmin dokusunu, tadını çok seviyorum. Karanlık odada film banyosu, fotoğraf baskısı yapmak beni her seferinde bu dünyadan alıp götüren bir şey. Ancak Türkiye’de film fotoğrafçılığı gittikçe zorlaşıyor; çünkü artık filmleri ve kimyasalları bulmak çok pahalı ve meşakkatli. Şu an yaşadığım yerde ise bunlara daha kolay ve ucuza ulaşabildiğim ve asıl keyif aldığım sokak fotoğrafçılığına uygun bolca mekan bulabildiğim için çok şanslı hissediyorum. Böylece saatlerce sokaklarda tek başıma gezip, bol bol fotoğraf çekebiliyorum. Kendi hayatımın görsel bir günlüğünü tuttuğum, fotoğraflarımın küçük hikayelerini paylaştığım bir blog'um http://www.ozguraydogdu.com/blog var. Bu fotoğrafların dışında, bazı sanatçıların portrelerini, sergi ve katalog çekimlerini de yapıyorum.

Ailede, sanatın içine doğmak ya da doğmamak arasında nasıl farklar gözlemliyorsunuz?

Babamın ressam olması sebebiyle, sadece resim değil sanatın pek çok dalıyla da iç içe büyüme fırsatım oldu. Çünkü babamın çevresinden pek çok ressam, heykeltıraş, yazar, vitray, seramik, sanatçısı insanla sürekli birlikte zaman geçirir, onların atölyelerine, sergilerine giderdik. Böyle bir ortamın içinde büyümüş olmamın, benim görsel ve sanatsal algıma kesinlikle çok katkısı olduğunu söyleyebilirim. Ve bana küçüklükten sergi-müze gezme, izleme, başka sanatçılardan ve sanatlardan beslenme kültürü kazandırdı. Bunun dışında mühendislikten bu alana kayarken de ailemden çok destek gördüm. Sonuç olarak, böyle bir ailede büyümek benim sanat gelişimime büyük katkı ve kolaylık sağladı; ama böyle bir ortamdan yetişmeyip de kendini bu anlamda geliştiren çok fazla insan var.

Yurt dışında sanat ve Türkiye’de sanat arasında nasıl fark var?

Yurt dışında sanat bence biraz daha yeme, içme, barınma vb. gibi temel bir ihtiyaç olarak algılanıyor. Kökeni daha eski, toplum içine daha çok yerleşmiş. İfade özgürlüğü otomatikman üretilen sanata da yansıyor, Türkiye’de sansür ya da otosansür daha fazla. Yine de sanat her zaman bir yolunu bulur; hatta baskılar ve kısıtlar bazen daha yaratıcı, daha güçlü işlerin çıkmasına da yol açar diye düşünüyorum.

Bununla beraber, yurt dışında birçok sanatçı -büyük kitlelere hitap etmeseler dahi- sadece bu işten geçimini sağlayabiliyor. Bunun bir sonucu olarak da küçük bir şehirde bile gezebileceğiniz pek çok bağımsız sergi, müze ve sanat etkinliği oluyor. Ancak Türkiye’de bu kültür daha çok İstanbul, Ankara gibi büyük kentlerde. Sadece sanat üretimi ile ayakta kalmak çok zor ve birçok insan başka işler yapmak zorunda kalıyor, algı da bu yönde. Mesela ben küçükken babamın mesleğini soranlara ‘Ressam’ diye cevap verdiğimde, ‘Tamam da, asıl mesleği ne?’ derlerdi, sanki bir insanın hayatını sadece ressam olarak kazanması, geçirmesi mümkün değilmiş gibi. Buna rağmen Türkiye’de sanatın her dalında en az yurt dışındakiler kadar yetenekli, çalışkan pek çok insan var. Keşke daha çok izlenseler, dinlenseler, destek görseler…

Kimlerden etkileniyorsunuz/ilham alıyorsunuz?

Ressamlardan Picasso ve Miro beni en çok etkileyenlerden. Burada babam Habip Aydoğdu’yu da etkilendiğim ressamlar arasında saymak isterim. Elif Çağlar dinlemeyi çok seviyorum. Bunun dışında fotoğrafçılıkla özellikle ilgilendiğim için takip ettiğim pek çok fotoğrafçı ve blog var. Magnum fotoğrafçılarını takip etmeye çalışıyorum özellikle de Koudelka’yı. Genç nesilden ise Severin Koller, Elif Gülen (ve diğer Tiny Collective üyeleri), Emre Rende gibi isimleri seviyorum.

Fotoğrafçılık dışında, film izlemek en büyük hobim diyebilirim. Animasyon alanında benim için Japon yönetmen Miyaziki’nin yeri ayrı. Onun dışında Wes Anderson’ın tarzını çok severim, Kubrick halen en büyük ilham kaynağı. İhsan Oktay Anar’ı da anmadan geçmek olmaz. Her kitabını defalarca okumuşumdur.

Bunun dışında, işimle ilgili olarak da takip ettiğim, etkilendiğim pek çok modelci, animatör var. Vimeo’dan bu kişilerin yeni işlerini, reellarını ya da paylaştıkları diğer işleri takip ediyorum. Bu anlamda ilham verici pek çok şey paylaşılıyor. Ayrıca yapılan işlerin ‘making of’ videolarını izlemeyi ve filmlerin ‘art of’ kitaplarını incelemeyi çok seviyorum.

Rigging nedir peki?

Rigging, 3D modelleme yoluyla tasarımı bilgisayar ortamına geçirilen bir karakterin hareket edebilir hale getirilmesidir. Yani kısaca sanal kukla yapma işi diyebiliriz. Rigging aşamasında bir karakterin nasıl hareket edeceği belirlenerek, vücudundaki tüm kaslara, anatomisine uygun hareket veriliyor. Yani konuştuğumuzda, güldüğümüzde, sevindiğimizde, üzüldüğümüzde, şaşırdığımızda yüzümüzün alacağı tüm olası şekiller ve pozlar rigging aşamasında o karaktere yükleniyor. Aynı şekilde koşarken bacağımız nasıl kasılır, kollarımız nasıl hareket eder vb. gibi tüm vücut hareketleri de anatomisine uygun olacak şekilde rige eklenir.

Böylece karakter rigi tamamlanıp, animasyona geçildiğinde, animatörler o karakteri istedikleri her poza sokup hareket ettirebilirler ve hikâye anlatma serüveni başlamış olur.

Bu çok kendine has bir alan değil mi? Uzmanlaşma sürecinden bahsedebilir misiniz?

İlk stüdyomda herkes gibi ‘generalist’ olarak çalışırken, karakter tasarımı, modelleme, rigging, animasyon, ışıklandırma gibi işin hemen her aşamasında bulunuyordum. Bunun artıları çok; ancak kaliteli iş üretmede sizi kısıtlayan bir durum. Hem bu durumdan çıkmaya hem de sektörün uzmanlaşma yönünde yaşadığı değişime ayak uydurmaya çalışırken, ne üzerine yoğunlaşabilirim diye düşünmeye başladım.

Bu noktada, kendime en yakın hissettiğim alan rigging oldu. İskelet sistemi yaratmak, ciddi bir teknik uğraş. Ama aynı zamanda karakter tasarımı, form bilgisi ve artistik göz de gerektiriyor. Benim için rigging, bu yüzden tekniğin ve sanatın güzel bir kesişme noktası.

Markalara işler yapmakla kendi seçeceğiniz hikâye kurgusu içine dalmak arasında nasıl bir fark var? Reklam neler vadediyor? Ya da sanat?

Kendi projelerinizde kendinizi yansıtmış oluyorsunuz tabii ki. Kendi yaratacağınız karakterler, olay örgüsü, müzikler var. Reklamlarda ise sonuçta şirketin anlatmak istediği bir hikâye, vermek istediği bir mesaj kaygısı var. Mesajını izleyiciye en ‘direkt’ şekilde iletmeye çalışıyor. Tabii ki orada da karakter tasarımı, kurgu, animasyon stili vb. üzerinde etkiniz olabilir ama ajans, müşteri, yapımcı derken iş daha çok kademe tarafından müdahaleye uğruyor ve sonunda bazen ortaya -yönetmen de dahil- tam olarak kimseye ait olmayan bir iş çıkabiliyor. Bireysel projelerde ise olayın patronu, sınırı sadece sizsiniz.

Ancak reklamlarda çalışmanın da şöyle bir artısı var. Çoğu zaman hızlı tempoda, belli bir kalitede iş çıkarmak zorundasınız. Bu da size hızlı olmak, zeki ve pratik çözümler üretmek, baskı altında iyi performans göstermek gibi çok faydalı özellikler kazandırıyor. Bir de reklam, bu sektörde herkesin yolunun kesiştiği ve sektörü ayakta tutan temel unsur olduğu için; ciddi bir network, öğrenme alanı ve tecrübe birikimi sağlıyor. Ayrıca, çok iyi ekipler bir araya geldiğinde, hayli kaliteli, orijinal işler çıktığı da oluyor.

Bilgisayar başında uzun saatler oturuyor musunuz? Öyle ise, boyun düzleşmesi vb. gibi problemlerden nasıl korunuyorsunuz?

Maalesef… Hatta bende de meslek hastalığı olarak bilinen, ‘karpal tünel sendromu’ başlangıcı oldu bir ara. Uzun saatler klavye ve mouse kullanmaktan dolayı bilekte ortaya çıkıyor. Bunun için klasik mouse yerine tablet kullanma, dikey mouse, http://bilmiyorsan.com/bilgisayar-basindakiler-sagliginiz-icin-dikey-mouse-kullanin/ powerball gibi çözümler var. Tabii yine de asıl çözüm, sık sık ara vermek, hatta arada kendini dinlendirip 2-3 gün hiç bilgisayara dokunmamak. Malesef bunu yapmak da zor, kendimden biliyorum.

Türkiye’de bu işin okulu neresi?

Türkiye’de ana dalı ‘Animasyon’ olan ilk ve bence halen en prestijli okul Anadolu Üniversitesi GSF Çizgi Film/Animasyon Bölümü. Şu anda sektörde çalışan insanların birçoğu da zaten bu okuldan mezun. Tabii son yıllarda diğer üniversitelerde de Çizgi Film-Animasyon bölümleri açılmaya başladı. Bunların yanında, ‘Anima Okul’ gibi biraz daha sektörün ihtiyaçlarına yönelik, sektörden eğitmenlerle hızlandırılmış kurslar veren akademiler var. Bunlar da animasyon dünyasına girmek isteyen, kendisini bu alanda geliştirmek isteyen herkese çok iyi bir fırsat sunuyor.

Alaylı olarak da ilerlemek mümkün, değil mi?

Tabii ki de bu işin eğitimini almak en güzeli ama alaylı olarak ilerlemek de mümkün. Hatta ben de alaylıyım diyebilirim. Bir şekilde sektörün içinde, usta-çırak ilişkisiyle de kendinizi eğitip, geliştirmeyi başarabilirsiniz. Günümüzde artık İnternet’te de oldukça fazla kaynak var. Kendi kendinize tutoriallar izleyerek, bu işle ilgili kitapları inceleyerek de ilerlemek mümkün. Bunun dışında bireysel projelerin de kişinin öğrenme sürecinde etkisi olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu tarz projeler, hem öğrenmek için bir motivasyon oluyor, hem de araştırdığınız şeyin pratiğe geçmesine yardımcı oluyor.

Yurt dışı başvurularında neleri dikkate alıyorlar?

En önemlisi uzmanlaşmak bence. Özellikle uzun metraj ve görsel efekt sektöründe bu tarz kişiler tercih ediliyor. Bu yüzden ilginizi çeken bir alanı seçip o alanda ilerlemeye çalışabilirsiniz.

Bunun dışında bireysel projeler de çok önemli. Bu projeler, iş başvurusunda o kişinin gerçek potansiyelinin görülmesine çok yardımcı oluyor. Aynı şekilde, bağımsız işler, küçük ekip projeleri de. Bunlarla hem Türkiye’de hem dünyanın çeşitli yerlerinde yarışmalara, festivallere katılınabilinir. Bir de yurt dışına freelance işler yapılabilir, ufak tefek de olsa. Dünyada bu işi yapan insanlarla birlikte çalışmak, onların referanslarını almak önemli.

En sonunda da sizi yansıtan, etkileyici bir reel hazırlamanız gerekli. ‘Reel’ dediğimiz şey, belli bir zaman aralığında yaptığınız işleri sunduğunuz hareketli bir portfolio. Bu reel dışarıdaki binlerce insan arasından sıyrılmanızı sağlayacak kadar etkileyici olmalı, sadece en iyi işlerinizden oluşmalı, akılda kalıcı, direkt ve kısa olmalı.

Yolun başındakilere ya da bu sektöre girmek isteyenlere ne söylemek istersiniz?

Ben dahil kimseyi dinlememelerini, yapmak istedikleri her ne ise o konuda gözlerini karartmalarını ve sonuna kadar gitmelerini tavsiye ederim. Bence, en önemli şey bir yerlerden başlamak. Bu yüzden büyük küçük demeden sektöre dalsınlar, düşe kalka bu işi öğrenmeye çalışsınlar, sektördeki insanların tecrübelerinden faydalansınlar. Bu sırada tabii ki kendilerini teknik olarak geliştimeyi, derinleştirmeyi ihmal etmesinler. Bunun için oturup evde kendi kendine birşeyler denemek, üretmek, paylaşmak, dünyadaki neler olup bittiğini yakından takip etmek de çok önemli. Aynı zamanda çok okuyarak, çok izleyerek, çok araştırarak sürekli hem gözümüzü hem de zihnimizi beslemek lazım. Son olarak uykusuz gecelere ve uzun çalışma saatlerine hazırlıklı olsunlar. Bu da sevdiğin işi yapmanın bedeli.

Ufukta yeni bir karakter/proje var mı?

Kişisel olarak bir kısa bir film projesi fikrim var, kafamdaki hikâyeyi ve karakterleri olgunlaştırıp küçük bir ekiple hayata geçirmek istiyorum. Bunun dışında yine sektörden bir arkadaşımla Türkçe bir CG* podcast'i başlatma düşüncemiz var. Sektörün önde gelen Türk isimleriyle bir araya gelip, tecrübelerini diğer insanlarla paylaşabilecekleri sohbetler yapmak istiyoruz.

Leonardo Da Vinci’nin anatomi merakı kadavralarla ilgilenmesine kadar gidiyor. Sizin merakınızın sınırı nedir?

Çok güzel bir soru! Bir karakterin nasıl hareket ettiğini belirleyebilmeniz için onun anatomisini, kas ve kemik yapısını, karakteristik özelliklerini çok iyi çözümlemeniz gerekiyor. Bunun için de kadavra kesmesek de, ciddi bir gözlem ve yorumlama yeteneği lazım.

Bu anlamda yaptığım şeylerden birisi canlı modelden desen çalışmak, bu özellikle anatomik gözlem ve çizim pratiği için çok faydalı oluyor. Bunun dışında çok da farkında olmadan yaptığım şeyler de var sanırım. Bazen sokakta, kafede, kalabalık yerlerde insanları, vücut dillerini, hareketlerini, sanki bir tiyatro sahnesinden izliyormuşçasına gözlemlediğimi fark ediyorum. Özellikle surat mimikleri çok ilgimi çekiyor. Bu nedenle, bazen karşımda biri konuşurken anlattığı şeyden çok kaşının, gözünün, suratının aldığı ifadelere dikkat ettiğimi fark ediyorum.  Bunun dışında ‘Cenk’i yaparken bazı duyguları daha gerçekçi verebilmek için, değişik pozları elimde ayna, önce kendi suratımda denediğimi hatırlıyorum. Bildiğim kadarıyla bu şekilde çalışan pek çok animatör de var.

Stanislavski’nin Bir Karakter Yaratmak kitabındaki gibi, tiyatrodakine benzer bir süreçten geçerek mi ilerliyorsunuz siz de acaba? Bir karakter yaratırken siz nelere dikkat ediyorsunuz?

Kesinlikle! Süreç çok benzer ilerliyor. Karakterin hikâyedeki yeri, kişiliği, sivri yönleri onun karakter tasarımında çok etkili oluyor, hatta silüetini bile belirliyor. Vücut yapısı, duruşu, kıyafetleri, saçları iç dünyasını dışarı yansıtan öğeler olarak tek tek tasarlanıyor. Karakterin geçmişi, nereden geldiği, motivasyonu, nereye gittiği, hikâyede yaşayacağı değişim, bütün bunlar karakterin ekranda nasıl görüneceğine etki ediyor.

Animasyon hikâye anlatıcılığı nedir/ne değildir?

Günümüzde animasyon tekniği ile üretilen işlerin ezici çoğunluğu çocuk ve aile filmleri olduğu için ‘animasyon=çocuk filmi’ gibi bir algı var. The Incredibles, Ratatouille gibi filmlerin yönetmeni Brad Bird'ün sevdiğim bir lafı aklıma geliyor:

“Animasyon bir janr değildir, animasyon sadece bir ifade biçimidir ve her tür
hikâyeyi anlatırken kullanılabilir.”

Günümüzde anaakım animasyon yapımlar genellikle kusursuz bir teknik, müthiş bir isçilik sunuyor. Ama hikâyelerin orijinalliği ve stilizasyon açısından bazen tekrara düşebiliyorlar.

Aslında dünyanın çeşitli yerlerinde daha düşük bütçeli, daha bağımsız, daha deneysel işlerin yapılmaya başlandığını görüyoruz. Son zamanlarda bu tarzda izlediğim en güzel filmlerden biri Song of the Sea mesela. Bu tarz filmler animasyon anlatıcılığı için farklı kapılar açıyor. Uzak Doğu ve anime kültürü ise bu anlamda çok uzun zamandır başlı başına bir dünya zaten. Bir de klasik tarzın dışında, stop motion tekniğiyle hazırlanan Fantastic Mr. Fox gibi filmler var; ki ben bunları teknik olarak da görsel olarak da izlemeye bayılıyorum. Bunun dışında yakın zamandan Little Prince var mesela, tüm dünyaca bilinen bir hikâyenin, nasıl orijinal, farklı bir şekilde yorumlanabileceğine güzel bir örnek. İran devrimini anlatan Persepolis’ten de bu anlamda bahsetmeden olmaz. Orada da yönetmen, devrim gibi ağır bir konuyu anlatmak için en etkili aracı animasyon dili olarak düşünmüş. The Simpsons, South Park gibi başyapıtlar ise, animasyonun sadece çocuklar için olmadığını gösteren diğer örnekler. Bu durum animasyon izleyicisi için de geçerli aslında, yani animasyon seven insanlar bu filmleri sadece daha dertsiz, tasasız fimler izlemeyi, kafa dağıtmayı istedikleri için izlemiyorlar bence. Onu izlemekten keyif aldıkları için izliyorlar. Zaten bu algıyı bir kere kırdığımızda, keşfedilecek devasa bir dünya bizi bekliyor.

* CG: Computer Graphics

Yazarın Diğer Yazıları

Otoetnografi: Bildiğimizi nasıl biliriz?

Akademik yazılardan her ne kadar belirli bir ciddiyete sahip olması beklense de, bu durum yaratıcı ifade biçimlerinden tamamen uzak durmayı gerektirmez. Otoetnografi, ‘ben dili’ ile teoriyi buluşturmak isteyenlerin, öğrencilerin ve araştırmacıların ilgisini çekebilir

Akademik sinema dünyasından dört önemli konferans

Bu konferansların, oluşumların ve dergilerin köklü bir geçmişe sahip olduğunu düşünüyorum ve dünya genelindeki çalışmalara bakmak için iyi bir başlangıç noktası ve referans kaynağı olabileceğine inanıyorum

İran’ın cesur kadınları: Jin, Jiyan, Azadi!

Çoğu İranlı temel özgürlükler ve demokrasi uğruna canını feda etti

"
"