İnsan dediğin böyle bir şey işte. Canı buncağız...
Yüreği ne kadar engin, manevî dünyası ne kadar sağlam olursa olsun, vücudu o kadar narin, o kadar zayıf ki...
Ölüveriyor işte...
Gözlerine bakıyorsun, öylesine kararlı ve güçlü ki. Ve ses tonunu duydukça içine bir güven hissi yayılıyor, ölümsüz bir dostluk türküsü gibi...
Ama o bir anda gidiveriyor; bir saniyede hem de: Vardı... ve yok işte!..
* * *
Sizi mükemmel bir insanla tanıştırmak (tanıyorsanız, hatırlatmak) geldi içimden. Benim hayran kaldığım, büyük saygı duyduğum, hatta belki de âşık olduğum bir genç kız o...
23 yaşındaydı... 10 yıl önce... Şimdi de öyle... Hep 23 yaşında kalacak...
Adı Rachel Corrie. ABD yurttaşı. Washington eyaletine bağlı Olympia kentinde doğdu ve büyüdü. Evergreen Devlet Koleji’nde sanat dersleri aldı. Yazar olmak istiyordu. Veya sanatçı. Ya da her ikisi de...
11 yaşındayken yazdıklarıyla ve konuştuklarıyla can alıcı sorular getiriyordu gündeme:
"Neden barış hâlâ bir hayal dünyada ve neden savaş bu kadar yakınımızda bir gerçek? Neden her gün kırk bin çocuk ölüyor? Yırtılan ozon tabakası, ölen balinalar, kesilen ağaçlar... Aklımda bin çeşit şey var. Ama bunların hepsinin önünde gelen şey, barış!.."
Bu konuşmalardan birini internette bulabilirsiniz. İlk bakışta gülüp geçebilirsiniz belki. Hani küçük çocuklar büyük sözler ederler ya!.. Hani büyükler onları gülümseyerek dinler ve sonra "aferin" der!.. Hani sonra her şey unutulur gider. Çünkü numaradır bütün bunlar. Yalandır. Pek inanmadığımız ve uğrunda çaba sarfetmeyeceğimiz güzel sözler telaffuz etmiş, çevremizdekileri biraz şaşırtmış, alkış alarak mutlu olmuşuzdur. Hepsi o kadar!..
Ama Rachel söylediği sözlere inanıyordu. Bunu kanıtladı da. Hayatıyla kanıtladı. Ve... Neyse...
Rachel barış gönüllüsü olmayı seçti. Uluslararası Dayanışma Hareketi (International Solidarity Movement) üyesi oldu. ABD'nin Irak'ı işgalinden sonra, Gazze'yi tehdit eden katliamları önleyebilmek için bölgede uluslararası gözlemci olma kararı aldı. Dünyanın ta öbür ucuna, Filistin'e gitti. Yedi hafta orada yaşadı ve ailesine mektuplar yazdı. (Bu mektupların Türkçesini şu adresten okumanızı tavsiye ederim: http://www.ifamericansknew.org/cur_sit/rlinturkish.html )
10 yıl önce... 16 Mart 2003'te yani... Çok kötü bir şey oldu. İsrail güçleri Gazze Şeridi'ndeki Filistinlilerin evlerini yıkmak istedi. Direnmek gerekiyordu. Yalnız evleri değil, insan hayatlarını yıkıp parçalamaya gelen buldozerin önüne dikilmek gerekiyordu.
* * *
Şimdi şu fotoğrafa bakın. Orada elinde megafonla ölüme seslenen genç kadın, dünyanın en güzel, en mükemmel insanı. Rachel. Ve soğuk, sağır bir buldozer...
23 yaşındaki bir yürek o İsrail buldozerinin önüne dikildi on yıl önce.
Durmaz mıydı o çelikten canavar? Canlı bir hedefi tepeler geçer miydi? Bir kadını üstelik? Hem de Amerikan vatandaşını?
Şimdi de şu fotoğrafa bakın.
Başka fotoğraflar da var. Rachel'in yırtılmış yüzünü ve ezilmiş vücudunu gösteren. Ben dün çok baktım o fotoğraflara. Her biri aklıma kazındı. Onun için, yıllar sonra O'nu anan bir arkadaşın hatırlattığı Nazan Bekiroğlu'nun dizeleriyle söylersek: "İçimde çok büyük bir ağlamak var".
* * *
İnsan dediğin böyle bir şey işte. Canı buncağız...
Yüreği ne kadar engin, manevî dünyası ne kadar sağlam olursa olsun, vücudu o kadar narin, o kadar zayıf ki...
Ölüp gidiveriyor işte...
10 yıl geçti aradan. Dün ölüm yıldönümüydü.
Dünyanın her yerinde kendi yurttaşlarını tavizsiz savunan Amerikan hükümeti, "siyasi nedenlerle" suskunluğu tercih etti. İsrail mahkemesi ise Rachel Corrie'nin ailesinin açtığı davayı kolaylıkla geçiştirdi.
Çünkü devletlerin büyük çıkarları söz konusu olduğunda, insan hayatı "teferruattı"...
Rachel'den geriye kalan cümlelerden biri, bu yazıya başlık oldu: "Zulüm bizdense, ben bizden değilim."
Bu cümleyi tekrar tekrar okumanızı isterdim. Eminim ki, bu, yazının şimdiye kadarki bölümünü beğeniyle okuyan birçok okurla beni ayıran bir sınır.
Evet, kısa bir "kavga molası" vermek istiyorum burada.
Eğer Rachel Corrie ve onun katledilmesi, sizi sadece Müslümanlık ve İsrail ile ABD bağlamında ilgilendiriyorsa, sizin vicdanınızdan kuşkulanmamam mümkün değil.
Çünkü o cesur genç kız, din ve milliyetçilik falan değil, insanlık ve adalet peşindeydi. Kendisinden çok farklı insanları anlamaya çalışıyordu. Ama "başka" olanlara destek vermesi, onun kendisini reddetmesi anlamına gelmiyordu. Protesto gösterisinde Amerikan bayrağını yakarken, insanlık değerleri uğruna mücadele verdiğinin bilincindeydi. Ne Müslüman oldu, ne Filistinli! Ama zülme karşı o gün onların yanında yer aldı.
Eğer siz Rachel için üzülür onun hesabını sorarken, kendinize yakın ideolojik, siyasi ve dini görüşte olanların suçlarını ve sorumsuzluğunu görmezden geliyorsanız, örneğin, 16 Mart 2003 için ağlarken 28 Aralık 2011 (Uludere) için sesinizi yükseltmiyorsanız, bu yazı sizinle beni asla buluşturamaz.
Eğer "Rachel Corrie Müslüman olmasa bile" diye başlıyorsanız cümlenize, ya da onun "cennete gidip gidemeyeceği" üzerine ahlakdışı tahminlerle oyalanıyorsanız, benim sizinle paylaşabileceğim hiçbir duygu olamaz. (Tıpkı bir önceki yazımda dile getirdiğim Stalin'le ilgili korkunç gerçekleri, kendi ideolojik dogmalara sığınarak görmezden gelenlerle asla ortak paydam olmayacağı gibi.)
* * *
Rachel'den geriye birçok anlamlı cümle ve kısa da olsa örnek bir hayat öyküsü kaldı.
Ha, bir de onun adı bir gemiye verildi. Bunu öğrendiğimde nedense kederim daha da çekilmez hale geldi.
Belki de o, son yolculuğuna çıkarken zaten küçük bir ölüm gemisi gibiydi.
Hatırlıyor musunuz o hüzünlü şiiri ve şarkıyı:
Ah, küçücük gemi, sulara attın şimdi kendini, delisin.
Ah, yakarlar seni, dönmezsin bir daha geri, delisin.
Ah, peşimde rüzgâr, ne yağmurlar dost ne bir kıyı var, deliyim.
Ah, düşlerim kaldı, yalnızım düşlerim kaldı, deliyim.
Kime sorsam dönüşüm yok.
Nereye gitsem mavi.
Yelkenimde deli rüzgâr.
Her yanım tuz, deliyim.
Ah, yaralı kalbin, sönüp gidecek yaralı kalbin, delisin.
Ah, küçücük gemi, dönmezsin bir daha geri, delisin.
Ah, deniz olayım, tuzumu rüzgârda savurayım, deliyim.
Ah, ne yelken ne yel, köpüklerde kaybolayım, deliyim.