Son zamanlarda uçakla çok seyahat ediyorum.
Kalkıştan önce ve indikten sonra hep aynı hikâye:
- Tamam, kalkıyoruz şimdi. Haydi, kapatıyorum.
- Kalkışa geçtik, pistin yarısına kadar geldik.
- Uçak kalktı, uyarıyorlar, kapatın telefonu diye...
- Şimdi indik, daha uçaktayım.
- Yok daha inmedim; yani uçak indi de ben inmedim, hareket halindeyiz henüz.
- Şimdi havaalanına yaklaşıyoruz. 10 dakikaya çıkarım.
Eller hep telefonda. Telefonlar hep kulakta. Sürekli bir konuşma ve “bilgi paylaşma” arzusu.
- Neredeyim... İndim mi... Çıktım mı... Vardım mı... Neredeyim ben?..
Hep bir raporlama alışkanlığı...
* * *
Bu alışkanlık çift taraflı ama. Belli ki çoğunlukla karşı taraf da büyük bir merakla soruyor:
- Neredesin?
- Orada mısın? Yoksa burada mısın? Orası kalabalık galiba? Kimler var yanında?
- Restoran mı orası? Kafe mi? Sokakta mısın? Hangi sokakta?
Yahu sana ne be adam! Neredeyse nerede! Sen ne diyeceksen onu söyle! İllaki önce konuştuğu kişinin nerede olduğunu saptayacak.
Herhalde gözünün önünde “canlandırmak” istiyor:
- Hımm, telefonu açtığında Taksim Meydanı’ndan geçiyordu... Bu sözleri söylerken İstiklâl’e girdi... Şimdi Mis Sokak’a döndü...
Allah Allaaah!..
Ya ne fark ediyor hattakinin nerede olduğu! Ne diyeceksen de artık ve kapat şu lanet olası telefonunu!
- Aloo, Hüsnü, sen misin? Haa... Hııı... Nerdesin sen? Yok yani, arkadan ses geliyor da, o bakımdan... Eee, nerdesin?..
Öteki benim gibi kızmıyor ama besbelli. Zevkle ve tane tane anlatıyor:
- Şimdi Kurabiye Sokak’ı geçtim. Şimdi Tarlabaşı’na çıktım...
Fesupanallah!..
Yahu niye telefonlaşıyorsunuz siz? Yoksa bir tür yer bildirme/saptama oyunu mu bu?
* * *
Rapor almadan ve vermeden yaşayamaz mı bu Türkler?
- Haa... Şimdi indi uçak. Sıradayım. Şimdi hostesin yanından geçtim. Merdivenlerden iniyorum. Hıı... Otobüse doğru yürüyorum şimdi... Hava berbat yaa, sorma... Bindim...
Galiba burada farklı bir keyif daha var: Bir tür gazetecilik oyunu. Ya da medyatiklik. Günümüzün bir modası.
Adam (veya kadın) kendi hayatının bir kesitini “canlı yayında” naklen veriyor sanki. Tıpkı kendisini izleyen (gerçek hayatta muhtemelen hiç izlemeyecek olan) bir gazeteci gibi.
- Sokaktan meydana girdi. Hızlanıyor. Kaleciyle karşı karşıya. Ani bir rüzgâr çıktı. Arkadan iki defans oyuncusu üzerine doğru geliyor. Heykellerin önünden ustaca süzüldü. Gol pozisyonu!.. Eveeet, eveeeeet...
Tövbe estağfurullah!..
* * *
Türklerde genellikle sınırsız bir konuşma isteği var. Bu istek pek engel tanımıyor. Çoğu zaman düşünme ihtiyacının bile önüne geçiyor.
Cep telefonu denilen buluş, neredeyse dünyada en çok bizim işimize gelmiş gibi bir tablo var.
Dünyada cep telefonuyla en fazla konuşan halklardan biri biziz. Avrupa’da ise bir numarayız.
Kişi başına ayda ortalama 426 dakikalık cep telefonu konuşma süremiz ile ne kadar övünsek az. (Avrupa ortalaması, kişi başına ayda 257 dakika.)
Acaba bu kadar çok konuşmanın fikirsel üretimle ve kendine güvenle nasıl bir ilişkisi var?
Bilmiyorum. Ama topluluk içinde yalnız başına olanların acele cep telefonuna sarılarak hızla “sosyalleşmesi” bana ilginç, bazen de komik geliyor.
Galiba buralarda özgüven, biraz da “cep”te...
* * *
Cep telefonu denilen şeyin birçok özelliğini pek kullanamasak da, iletişimle ilgili hatlarında oldukça aktif ve sık gezilere çıkıyoruz. Mesajlaşmanın her türlüsünde “iddialıyız”.
- Slm. Nrdsn? Gülücük! Öpücük! J (İşaret dilinde de “süperiz”, alimallah!)
Ha, bir de selfie merakımız var ki, onu yazmasak bu yazı yetim kalır.
Bu selfie iyi ki ortaya çıktı! Hepimiz “fotoğraf uzmanı” olduk.
Ve tabii ki bu yeni öğrendiğimiz sanatın en büyük objesi olma şeferini yine kimselere bırakmıyoruz. Bol bol kendimizi çekiyoruz.
- Ben şurada... Ben burada... Ben şu ülkede ve şehirde... Ben falanca restoranda... Ben filanca arabada... Ben ve giysilerim... Ben ve arkadaşlarım... Ben ve gülüşlerim... Ben, ben, ben...
Parmağımız durmadan kendimize çalışıp duruyor.
Sonuçta belki de hayatımız boyunca bir daha hiç bakmayacağımız yüzlerce fotoğraf sahibi olmaya meraklıyız.
Sonuçta önemli olan “o anki duygularımız”, haliyle...
Fotoğraf dediğiniz şey, malumunuz, biraz da insanın ölümsüzlük arzusunun, tarihe geçme isteğinin tatmin edilmesi içindir.
Eh, ölümsüzlüğü ve tarihe geçmeyi bizden daha fazla kim hak edebilir ki!..