Yine bir ölüm haberi. Yolda telefonuma düştü. Durdum. Benim düşmemem lazım.
Okudum. Tekrar okudum. Okuduğumu anlamadığımı anladığım zaman telefonu bıraktım.
Bir süre acı hissettim. Kaybın ve artık bir adım öncesine geri dönemeyecek olmanın, acizliğin tatsız hissini.
Sonra kendimi toparlamaya çalıştım. Ölümden korkacak biri değildi o. Belki de korkardı, kim bilir. Ama… Ne düşüneceğimi bilmiyordum doğrusu.
Haber kötü. Çok kötü. Yalan çıkıp da geri çekilecek bir haber değil bu.
Metin Münir ölmüş.
Evet, yine ölmüş. Hem de bu sefer geri gelmeyecek galiba.
Ne zamandı ilk ölümü? 2002 yılında mı? Hani şu kitabında yazdığı:
"Ölüyor olmak - canlı olmaktan ölü olmaya geçiş - olağanüstü bir şeydi. Beden olarak yoktum ama benlik olarak oradaydım. Uçuyordum. Ama kanatların, kemiklerin ve kasların çabasıyla değil, başka bir kıtanın topraklarında yere konup çimlenmek üzere rüzgârların akıntısında okyanusu aşan ağaç tohumları gibi, kendi kanatları ve itici gücü olmayan bir uçuşla. Bir ekran veya pencere vardı. İçinde bal peteği renginde, beyazdan sarı ve koyu kahverengiye uzanan, kaynaşan ışıklı bir kitle, korkunç bir süratle soldan sağa ve doğudan batıya doğru gidiyordu. Bu süratin bir de sesi vardı. İçimde korku veya heyecan yoktu. Bildik bir kumsalda veya orman patikasındaymış gibiydim."
Öldükten sonra "fazlasını yaşamaya" başlamıştı Metin Bey. O fazlanın sınırı da düne kadarmış işte.
Hâlâ kanatsız, korkusuz ve heyecansız bir yerlerde uçuyor musun, Metin Bey?
Nasıl, geçen seferkine benzemiyor mu bu ölümün?
Belki de bu kez geri dönmeyi ilk ölümündeki kadar istemediğin için böyle oldu…
* * *
Seninle tanıştığımız zamanı hiç unutamam. Ve tanışma anını. Hiç sevmemiştim seni, biliyor musun? Senin de bana bayılmadığın ortadaydı.
Yıl 1989'du. 7,5 yıllık yurt dışı hayatından, SSCB'de eğitim ve Doğu Almanya'da "partili gazetecilik" döneminden sonra memlekete dönmüş, başıma bir şey gelmediğini görünce "normal insan" olma yolunda bazı ürkek adımlar atmıştım. Şimdi sıra iş bulmaya gelmişti.
"Eski yoldaşlarım" henüz daha benim için "eski" olduklarını anlamadıklarından dolayı parti yayınını önerdiler. Reddettim ("hainlik" başlangıcı - 1). Sonra da onların deyişiyle "bir burjuva gazetesine" gittim ("hainlik" başlangıcı - 2).
İşte o "burjuva gazetesi"nin başında, genel yayın yönetmeni koltuğunda sen vardın.
Güneş Gazetesi'ni Asil Nadir satın almış, neredeyse bütün ünlü isimleri transfer etmişti. Sen "acayip düşüncelere" ve farklı denemelere her zaman açıktın. Bu ünlülerin yanı sıra "değişik" birileri, başka yerde olmayan kişiler ve bölümler de olmalıydı gazetede. Böyle "acayip" birileri de katılsın diye ilanlar bastırdın gazetede.
Oturup bir mektup yazdım babamın daktilosuyla (şimdi çok merak ediyorum orada neler yazdığımı).
Postaladım. O zaman ne e-mail vardı ne cep telefonu. Annemlerin ev telefonunu arayan soran olmamıştı uzun süre.
Nihayet bir gün beni Güneş'ten arayan kişi gazetenin adresini verdi. Beyazıt'taki binaya gittim. Bizzat GYY beni kabul edecekti.
Odasına götürdüler. Girdim.
İlk gördüğüm, masanın üzerindeki ayaklarındı. Neredeyse burnuma sokar gibi uzatmıştın ayaklarını ve ben bu küstah karşılama karşısında birkaç saniye önce açtığım kapıyı tersinden kapatma fikriyle boğuştum kısa süre.
İlk sözün merhaba değildi. Çok iyi hatırlıyorum. Başka bir şey söyledin:
"Muz yer misin?"
Baktım, ayaklarını masaya uzatmış dinlenen bu adamın önünde birkaç muz vardı, birini yemişti, kalanlardan birini de bana öneriyordu.
"Yemem, teşekkür ederim."
Sonra soruların başladı. Bir yerde cevabımı beğenmedin ve biraz kızarak beni daha açık konuşturmaya çalıştın.
Görüşmenin iyi gitmediğini ve o binadan geldiğim gibi işsiz çıkacağımı düşünmeye başlamıştım ki, sen –her ne kadar bir süredir ayaklarını masadan indirmiş ve artık muzlarla ilgilenmiyor olsan da– bana aynı tepeden bakan üslubunla şöyle dedin:
"Muhtemelen Sovyetler'de okurken beynin yıkandı. Belki de seni buraya KGB gönderdi. Ama sana bir fırsat vereceğim. Ve seni çok sıkı kontrol edeceğim."
Ben şaşırmış ve işe alınmanın etkisiyle biraz gülümsemiştim. Konuşmanın devamı geldi:
"Gazeteciliği burada öğreneceksin. Ve en az bir yıl kendi adınla yazı yazacağını falan sanıp da hayallere kapılma!"
Bir ay sonra koridorda rastlamıştık. Benim kendi adımla ilk yazım daha yeni basılmıştı. Sen bana birkaç saniye baktın ama bir şey demeden geçtin. Oysa beni kutlayabilirdin…
Gülerek çektirdiği çok az fotoğrafından biri
* * *
Sahi, ölümden korkar mıydın sen? Bir defa ölüme benzer bir şeyler yaşayan insanın korkusu azalır mı artar mı?
"Ölüme yakın bir deneyim geçirdim. İnsanın kalbi durup ölüm sürecine girdiğinde ne olduğunu biliyorum. Ondan beri ölüme karşı duyduğum en güçlü his merak oldu. Döndürüldüğüm kapıdan bu defa içeri girdiğimde ne olacak? Bilinmeyenlerle dolu bu kâinatta her şey olabilir, diye düşünüyorum. Her şey ve hiçbir şey. Hayatıma o kadar değer vermiyorum. Başkalarının verdiği mücadeleye saygım var. Ama kendi hesabıma ben günlerim korkunç ilaçlarla uzasın, ömrüm ilaç ve yabancı kokan, ağaçlardan, denizlerden ve göklerden uzak yerlerde sonlansın istemiyorum. Önü ve arkası sonsuz zamanın içinde birkaç ay veya birkaç yıl daha fazla, ne önemi var?"
Bir başka yazında da şöyle diyordun:
"Hayata fazla asılmamak lazım, diye düşünüyorum. Dünyayı fazla ciddiye almamak lazım. Ben de başka bir yere gitmek için burada olduğumuza inanıyorum. Ama o yer ne din kitaplarında anlatıldığı gibi olacak ne de romancıların tahayyül ettiği gibi. Aklın alamayacağı kadar acayip olan bu kainatta aklın alamayacağı acayip bir yer olacak."
Haydi seninle vedalaşırken sözü yine sana bırakayım, senin bu alanda daha deneyimli olduğun açık:
"Başka bir yere gitmek için buradayız. O başka yer nedir, nerededir? Başka bir yere gitmek için burada isek, gideceğimiz diğer yerde de başka bir yere gitmek için mi olacağız? Bu soruyu kendime sorduğum günlerde J. M. Coetzee’nin İsa’nın Okul Günleri adlı son romanını okuyordum. Coetzee o 'başka' bir yeri 'her şeyin unutulduğu ve affedildiği' bir yer olarak tahayyül ediyordu.”
* * *
Yıl 2012'ydi. Çalkantılı bir dönem yaşayarak giderek "yandaşlaşan" Milliyet sonunda seni de işten çıkarmıştı. Üzüldüm.
Oturdum ve Türk basını Metin Münir'siz eksik kalır başlıklı bir yazı yazdım. Ertesi gün beni aramıştın Kıbrıs'tan. Epeyce sohbet etmiştik.
Sonra bunu birkaç sohbet daha izledi. Bir keresinde "T24'ü düşünür müsün?" diye sordum. Hiç düşünmeden "hayır" dedin.
Biraz zaman geçti. Tekrar sordum. Sonraki günlerde Doğan Akın ile anlaştınız. Bir süre T24'te çok güzel yazılar yazdın.
Sonradan da yazmaya devam ettin. Ama sadece Kıbrıs'ta, Diyalog Gazetesi'nde. Türkiye senden mahrum kalmıştı. "Olsun ben seni orada da okurum" dememe rağmen ben de yalancı çıkmıştım; oraya bakıp da seni okuduğum çok seyrekti.
Yine de bazen yazılarına rastladığımda büyük keyif alıyordum. Çok güzel yazıyordun. Eskisinden de daha iyi. Sanki "her şeyin canı cehenneme" deme aşamasından ve Ozanköy'deki köşene çekildikten sonra kalemin tümüyle özgür kalmıştı.
Biliyorum biraz aksi ve zor bir adamdın, seni seven de vardı sevmeyen de. Ama sanırım tartışmasız olan gerçek şuydu: Çok iyi gazeteci ve yazardın. (Şimdi birdenbire seninle ilgili -di'li geçmiş kullanmak içime battı; buralarda bir yerdeysen ne olur beni affet.)
Hem ekonomi, ticaret, enerji, bankacılık gibi konularda, hem de iç ve dış politikada ustaydın. Ama ben genellikle (özellikle de son dönemde) senin "çiçek-böcek" yazılarını severdim. Hayatla, doğayla, bitkilerle, yalnızlıkla, felsefeyle, kadınlarla ilgili yazılarını…
Bir dönem seninle üçüncü kez aynı gazetede buluşma fırsatımız oldu. Bu kez teklif eden bendim. Sevindin ama bir türlü sonuçlandıramadık.
Zaman zaman telefonlaşmaya devam ettik. Bir gün mutlaka buluşacaktık. İstanbul'da, İzmir'de ya da Kıbrıs'ta.
Senin geleceğinden umudumu kestiğim için ben "yakında, sanırım bu kış" Kıbrıs'a gitme planı yapmaya başlamıştım.
İşte bir kez daha "erteleme, sürekli plan yapma, hayatı bugün yaşa" tavsiyelerinin doğruluğu, hem de acı bir şekilde ortaya çıktı.
Sen öldün durup dururken.
Hem de bu sefer geri gelme şansını kendine ve bize tanımadan.
Ne diyeyim bilmem ki sana...
Sırası mıydı şimdi ölmenin, Metin Bey!
Hakan Aksay kimdir?
Hakan Aksay, 1981'de 20 yaşında bir TKP üyesi olarak Sovyetler Birliği'ne gitti. Leningrad Devlet Üniversitesi Gazetecilik Fakültesi'ni bitirdi. Brejnev, Andropov, Çernenko ve Gorbaçov iktidarları döneminde 6 yıllık kıymetli bir SSCB deneyimi kazandı.
Doğu Almanya'da 1,5 yılı aşkın gazetecilik yaptıktan sonra TKP'den ayrılarak Türkiye'ye döndü. Bir yıl kadar sonra bağımsız bir gazeteci olarak Moskova'ya gitti ve 20 yıl boyunca (Yeltsin ve Putin dönemlerinde) çeşitli gazete ve TV'lerde muhabirlik ve köşe yazarlığı yaptı.
Bu dönemde Türk-Rus ilişkileriyle ilgili çok sayıda proje gerçekleştirdi. Moskova'da '3 Haziran Nâzım Hikmet'i Anma' etkinliklerini başlattı ve 10 yıl boyunca organize etti. Dergi ve internet yayınları yaptı. Rus-Türk Araştırmaları Merkezi'nin kurucu başkanı oldu.
2009'da döndüğü Türkiye'de 11 yılı T24'te olmak üzere çeşitli medya kurumlarında çalıştı; Tele1 ve Artı TV kanallarında programlar hazırlayıp sundu; Gazete Duvar'ın Genel Yayın Yönetmenliğini yaptı. Gazeteciliğin yanı sıra İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nde Rusya-Ukrayna danışmanı olarak çalışıyor. Türkiye'nin önde gelen Rusya ve eski Sovyet coğrafyası uzmanlarından olan ve "Puşkin madalyası" bulunan Hakan Aksay'ın Türkçe ve Rusça dört kitabı yayımlandı.
|