22 Haziran 2014

Sakıncalı veda mektupları

Ölüme gitmeden bir not yazmış Ali. Ailesine veda mektubu... Hayatla ölüm arasındaki son kelimeleri... Son duyguları...

Bizim memlekette insan hayatına değer verilmemesi alışkanlığı o kadar doğal ve yaygındır ki, kişinin kendi doğum gününü bile hatırlamaması olağan sayılır.

Oysa "başlangıç" önemlidir; illaki kutlamak şart değil, ama hatırlamak boyun borcudur.

Yıldönümünde birilerinden gelen dostça bir söz, bir bakış, bir gülüş ve elle tutulabilen bir kutlama işareti, insanda değerli olduğu hissini uyandırır.

Bugüne dek aldığınız doğum günü hediyeleri aklınızda mı? En ilginci hangisiydi?

"Sıra dışı hediye" seçebilmenin, zekâ ve yaratıcılık becerisi olduğunu düşünürdüm.

İşin bir de "ahlaki" yanının bulunduğu hiç aklıma gelmemişti.

Dün okuduğum trajik haberin içindeki bir "yaşamsal" ayrıntı bana eksiğimi gösterdi.

Devlet, Ali Aktaş isimli bir yurttaşına doğum gününde "ölüm" hediye etmiş.

Yani öldürmüş onu.

Yasal olarak tabii. Kitabına uydurarak. Resmî mahkemelerin hükmüne uyarak.

Hükümlünün asılacağı günün, onun doğum günü olmasına aldırmamış.

Çünkü vicdansız bir devlet bizimkisi.

Yağlı urgan o gün eline geçtiyse, doğum günü falan dinlemez. Asar!..

  *   *   *
 

12 Eylül askerî darbesinden sonra tutuklanmış Ali Aktaş.

23 Ocak 1983'te, 27. doğum gününde, Adana Cezaevi'nde idam edilmiş.

Akrabaları bunu tesadüfen öğrenmiş. Yetkililer, idamı Ali'nin ailesine bildirme zahmetine katlanmamış.

Çünkü vicdansız bir devlet bizimkisi.

"Devleti tehdit eden bir TKP-ML üyesi"nden geride kalan cansız beden, elbiseleri bile üzerinden çıkarılmadan alelacele Adana Asri Mezarlığı’na gömülmüş. Oysa Ali'nin vasiyeti, köyünde, dut ağaçlarının altına gömülmekmiş. Kimse bu isteğe aldırmamış.

Çünkü vicdansız bir devlet bizimkisi.

Ölüme gitmeden bir not yazmış Ali.

Ailesine veda mektubu... Hayatla ölüm arasındaki son kelimeleri... Son duyguları...

Bir insanın kaleme alabileceği en özel, en kıymetli cümleler...

Ali'nin hayatına olduğu gibi o son mektubuna da el koymuşlar.

Sıkıyönetim komutanlığı, mektubu "sakıncalı" bulmuş.

*   *   *

"Sakıncalı"...

Ne demek "sakıncalı"?

"Suç unsuru taşıyan" falan anlamına mı geliyor acaba?

Ama adam ölmüş; daha doğrusu devletçe en ağır cezaya çarptırılmış ve yine devletçe öldürülmüş!

Böyle korkunç bir cezanın bile kaldıramayacağı, karşılayamayacağı, az geleceği bir suç, bir sakınca var mıdır?..

Öldürdün işte! Daha ne sakıncası?..

Veda edip ölüme giderken yüreklere uğraması yasaklanan hisler hangi kanunda yazılı?

Ölmek üzere olanın son isteği kutsaldır. Üstelik bir sayfalık veda mektubu gibi, son derece insani ve masum bir istek bu.

Ama "yasak" demişler bir kere. Ve ele geçirmişler kelimeleri. Ali'nin bedeni gibi, ondan kalan son mektup da derhal ortadan kalksın istemişler.

Ölmek (öldürülmek) üzere olanın son arzusuna saygı duymamışlar.

Çünkü vicdansız bir devlet bizimkisi.

*   *   *

Ailesi güç bela alabilmiş Ali'nin cenazesini. Adana Asri Mezarlığı’ndan çıkarmışlar. (Annesi, o sırada oğlunun boynundaki ip izlerini görmüş.) Onu köylerine, yani İskenderun Höyük'e götürüp yıkamışlar, kefenlemişler ve huzurla uyusun diye dut ağaçlarının altına gömmüşler.

Veda mektubuna gelince.

Aile mektuptan haberdar olsa da, onu teslim alamamış. Yalnızca o sırada görüşebildikleri bir hâkim onlara "Oğlunuz gülerek gitti" demiş ve son mektubun bir bölümünü aktarmış. Hangi bölümünü ve nasıl seçti acaba?..

Ve buharlaşmış mektup. Bir anda tümüyle yok olmuş sanki.

Ama aslında "özenle" saklanıyormuş meğer.

Ellerinde böyle bir mektup olmadığını söyleyen Genelkurmay, ne yakmış ne de atmış; gizli arşivlerinde hapsetmiş onu.

Sahibi ölüm cezasına çarptırılmışken, o da, kim bilir, belki de müebbete mahkûm sayılmış.

Yıllar geçmiş, köprülerin altından onca su akmış. Ancak kimse çıkıp da "Afedersiniz, o zaman şartlar öyleydi; buyurun mektubunuzu" diyerek o veda sözlerini, o özel yazışmayı, o en doğal insan ve yurttaş hakkını teslim etmeyi aklına bile getirmemiş.

Çünkü vicdansız bir devlet bizimkisi.

*   *   *

Neredeyse bir hayalete dönüşen mektup 2008'de ortaya çıkarılmış. Cumhuriyet Gazetesi'nin İskenderun muhabiri Akın Bodur, 12 Eylül döneminde Adana ve Gaziantep'teki idamları ele aldığı "4 İdam 1 Tanık" kitabının araştırmalarını yaparken mektubun izine ulaşmış.

Ne var ki devlet, geçmişte yalan söylemiş olsa bile, tükürdüğünü asla yalamazmış. Mektup, arşivden çıkarılıp aileye verilememiş. Yalnızca kopyasına izin çıkmış. Ali'nin sözleri, onun kokusu ve parmak izi olmaksızın ailesine iletilmiş.

Vaktiyle bir saman kâğıda mavi kalemle yazılmış olan veda cümleleriyle ilgili "sakıncalı" inadı bir türlü tükenmemiş. Ta ki geçtiğimiz günlere kadar.

12 Eylül davasının müdahil avukatlarından Mehmet Horuş'un birkaç hafta önceki başvurusu sonucunda Genelkurmay, mektubu arşivden çıkartıp aileye vermeye razı olmuş.

Bir 12 Eylül kurbanının ailesine veda mektubu, resmî arşivlerdeki 31 yıllık hapis hayatını tamamladıktan sonra, tam da darbeci generaller Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya'nın müebbet hapse mahkûm edildiği sırada, anne Ganime Aktaş'a teslim edilmiş.

Mektubun, ailenin (baba mektuba kavuşamadan ölmüş) ve hatta idamlık Ali'nin onca yıllık hakkını çalanlar ne diz çökmüşler, ne affedilmek için yalvarmışlar, ne de kuru bir "pardon" telaffuz etmeye ihtiyaç duymuşlar. Sadece her zaman olduğu gibi kibirli bir üslupla "gereğini yapmışlar", o kadar...

Çünkü vicdansız bir devlet bizimkisi.

Önce "Bu mektupla yüreğime bir yumruk saplanmış gibi oldu" diyen kederli anne, sonra yıllanmış acısından buruk bir mutluluk devşirmiş: "Sanki oğlumun bir parçasına kavuştum!"

*   *   *

Bir mektubun başına gelenlerin öyküsü böyle. Özetlesen, topu topu birkaç cümle işte. Ama anlattığı şey, neredeyse yüzyıllara ışık tutan gerçekler...

Bazı gazetelerde ancak kısa haber olan bu mektup öyküsü öylesine ezip geçti ki ruhumu, kolay kolay toparlayamadım kendimi. Toparlamaya da çalışmadım aslında. Tersine, 78liler.org sitesine girerek "Son Mektuplar" butonuna defalarca bastım.

Deniz Gezmiş'ten tutun Erdal Eren'e kadar nice son mektup öyküleri var orada. (Erdal'ı hatırlıyor musunuz? Hani "Asmayalım da besleyelim mi!" maddesinden, "uydurma" bir suç iddiasıyla ve kemik yaşı zorla 17'nin üzerine çıkarılarak "resmen katledilen" çocuk? Hani şu - idam öncesi - "son bakış"ı ile Savaş Ay'ın fotoğrafından Sezen Aksu'nun şarkısına kadar her fırsatta yüreğimizi dağlayan fidanımız?..)

Özetle, insan hayatı bir hiçtir bu topraklarda. İktidar, güç, çıkar ilişkileri ise her şey...

Devlet her dönem yurttaşlarının başına balyoz indirmeye istekli ve eğilimlidir. Hiçbir zaman onun sözünden çıkmayacaksın! Ve asla ona karşı gelmeyeceksin!

"Başbakan'a yuh çekersen tokadı yersin!" Mükemmel bir itiraf bu. Orada tokat, başka durumlarda işkence, hapis, ölüm...

Ve hep "gereğini yapar" devlet.

Kafası kızarsa on yıllar boyunca ceza yasalarıyla terbiye eder. Veya tutar anında "Twitter-mwitter" fişini çeker. Ya da kısa bir veda mektubundan koskoca bir zulüm romanı çıkarır.

Böyledir devletimiz, böyledir memleketimiz.

Onun için siz isterseniz Evren'le Şahinkaya'ya ceza kesilmesinden "tarihî bir yüzleşme" ve "büyük demokratik dönüşüm" yorumları üretmekte acele etmeyin.

@AksayHakan

 

Yazarın Diğer Yazıları

Cihatçılar Halep’e saldırdı, Rus basını Erdoğan’a ateş püskürdü

Rus Tsargrad sitesinin başlığı: Erdoğan Putin’i kandırdı: Kremlin suskun, Türkiye Cumhurbaşkanı yine ihanet yolunu seçti

Savaşın yayılma eğilimi Türkiye için bir tehdittir

Toprak ve insan hayatı: Ben ikincisini daha çok önemserim, siyasiler ise genellikle toprağı seçer

Hayat ve ölüm üzerine biraz karamsar bir yazı

Almodovar’ın ölümü kabullenmek konusunu işleyen Yandaki Oda filmi ve T24'ün bir haberi

"
"