Hayatı kolaylaştırmak için bulunduğu söylenen kelimeler bazen nasıl ağır balyozlar gibi iner insanların tepesine. Kendini öteki kelimelerden üstün gören, onlardan koşulsuz itaat isteyen, seslendirildikleri anda tüm istek ve eğilimlerin üzerine bıçak gibi saplananlar vardır bazen.
Caiz, mübah, helal, haram gibi kelimeler, taşıdıkları dinsel vurgu nedeniyle Müslümanların dikkatini çekme, onların hayatına çekidüzen verme, hatta onları korkutma yeteneğine sahiptir…
Dindar biri olmadığım halde bunu az çok tahmin edebiliyorum; çünkü bir zamanlar ben de kendimi “koşulsuz bağlı” hissettiğim ideolojiye ilişkin “temel eserler”in ve “kutsal kurallar”ın her satırına, her virgül ve noktasına aynı sadık-muhafazakâr duygularla yaklaşıyordum. Bir şeylerin “tartışmasız” ve “kuşkulanılmaz” derecede kesin doğru sayılması, adı ne olursa olsun benzer sonuçlar üretiyor.
AKP iktidarı, Başbakan Erdoğan’ın yavaş yavaş dinsel motiflerin de yardımıyla sosyal hayata müdahale etmeye başlamış olması (misal, “tıksırana kadar içme”ye karşı takınılan tutum ve giderek bunun siyasi ve idari-yasal çerçevelere oturtulması), özellikle son dönemler, eh, malum, şimdi bir de Ramazan ayı, "Caiz midir, değil mi?” türü muhabbetlerden geçilmiyor.
Bir de şu “helal” meselesi var…
Benim doğduğum yerde, erkek çocukların doğru bulunan hareketleri sık sık “helal olsun” övgüsüyle kutlanırdı. Sonradan bir de “hakkını helal etmek” konusuyla tanıştım. Benim bu kelimeyle ilişkim yıllar boyu neredeyse bu düzeyde kalmıştı.
Son zamanlarda bir de baktım hayatımdaki “helal”li kelimeler epeyce çoğaldı. Başta “helal gıda” geldi. Moskova’da yaşarken bir dönem sıkça duyar olduğum “helal et”, orada et satan Türkler açısından önemli bir güven işareti ve etkili bir reklam unsuruydu.
Bakıyordum, konu ne zaman Türkler arasında konuşulsa, Rusların pek sevdiği, hatta pembe renkli çizgi film kahramanı yaptıkları domuz, dünyanın en korkunç yaratığı haline geliyordu. Açıklaması da – “din öyle diyor”un yanı sıra veya onun yerine – “temizlik-pislik” ölçütüne dayandırılıyordu. Bunu savunanların en az bir bölümünün gündelik hijyen bakımından, benim tanıdığım Rusların çoğunun gerisinde olduğunu dile getirmek de “pek uygun düşmüyordu”. Çünkü Ruslar ya ateisttiler, ya da Hristiyan; “bazı tuvalet alışkanlıkları” onları müebbet olarak “Müslümanlardan daha pis” olmaya mahkûm ettirmişti bir kere.
Sonra “helal kesim”dir, “helal standardı/sertifikasyonu”dur, “Dünya Helal Birliği”dir, derken, daha birçok kavram duydum veya okudum. En ilginçlerinden biri “helal bira” idi.
Dinsel açıdan yol gösterici ölçüt ve ceza uyarısı tadında bir yere yerleşen bu kelime, bir taraftan da her yönden “dünyevi kazanç kapıları”na doğru çekiştiriliyordu. “Müslüman müşteri”… Bu neredeyse şiirsel kavram, para kazanılırken asla unutulmaması gereken bir şeylere işaret ediyordu.
* * *
Son örneğin nurlu ışıkları – 2013 Erdoğan Türkiyesi'nin son aşaması da diyebiliriz buna – birkaç gün önce “aydınlatttı" bizi: “Helal kan”…
Ne olduğunu duymayanınız var mı?
Kızılay Başkanı Ahmet Lütfi Akar, hem “dışardan ilaç alıp fuzuli para harcamama sorumluluğu”, hem de “Müslüman hassasiyeti” ile, Türk insanından alınacak “helal kan”dan “milli ilaç” üretilmesi projesinin müjdesini verdi. Tabii Başbakan Erdoğan’ın da buna destek verdiğini ekleyerek.
Van Depremi’nden Gezi Parkı’na kadar bir dizi sıcak olayda itibar kaybı yaşayan ve kurumdaki yolsuzluk söylentilerini bir türlü aşamayan Kızılay’ın Başkanı, birdenbire hem dinî-ideolojik-siyasi, hem de ticari olarak konuya “damardan girmiş” bulunuyor. İlaç sektörünün son zamanlarda ne kadar iştah kabarttığı herhalde sır değil...
Büyük Türk bilim insanı Akar’ın açıklamasından, kanın “dışardan alınmasında mahsur bulunduğunu”, çünkü “yabancıların beslenme alışkanlıklarının farklı olduğunu”, bizim “Müslüman bir toplum olarak - yüzde 95 oranıyla - domuz eti yemediğimizi” ve Türklerin “mahsurlu gıda tüketmeyen kendi neslinden elde edilen ürünlerin 'daha şifalı' olacağını” öğrenmiş bulunduk. (Tek cümlede ne kadar fazla ve derin enformasyon, değil mi?)
Bunun üzerine yorum yapmak öyle zor ki! Çünkü insan öylesine duygulanıyor ki bu tür “çılgın projeler”i duydukça.
Yüzümde sımsıcak ve huzurlu bir “milli” gülümsemeyle bir an için gözlerimi kapatıp yakında yaşanacakları canlandırmaya çalışıyorum:
Kızılay’ın yenilenmiş ve her birinin açılışı Başbakan tarafından yapılmış şubelerinden birindeyim. Duvarlarda duvarlardan bile daha büyük bayraklar… Kan verme merkezlerinde kutsal kitaplar ve ilahi müzik…
Girişte formu dolduruyorsunuz. Sözlü olarak mutlaka cevap vermeniz gereken sorular da var:
- Hangi millettensiniz? Babanız? Ya dedeniz?
- Dininiz? Mezhebiniz? Babanızın inancı? Ya dedenizin?
- Yabancılarla temasınız oldu mu? Son 5 yılda yurtdışına çıktınız mı?
- Yabancı restoranlarda neler yediniz?
- İçkiyle aranız nasıl? Hiç tıksırana kadar içtiğiniz oldu mu?
- Domuz kelimesi size neler düşündürüyor? Hayatınızda canlı veya ölü bir domuzla (bütün veya parça halinde, çiğ ya da kızartılmış olarak) herhangi bir ilişkiniz oldu mu?
Hayalim birdenbire parazitleniyor. Ama ben bu "çılgın proje"ye sığamam! En başta, dindar değilim! Üstelik hayatımın yarısından çoğu yurtdışında geçti. Votkalar, şaraplar, domuz falan da dâhil “yabancı beslenme alışkanlıklarına ait ürünler” ve burada yazmayı T24’ün geleceği adına uygun görmediğim daha bir sürü günah yazılı sicilimde…
Yani?
Yani benden “helal kan” adına damla almaz bu Kızılay.
Benim gibi ve başka ayıpları olanların kanlarını da kabul etmez. Kimisi Türk değildir, kimisi Müslüman değildir, kimisi Sünni değildir…
Bir de tersinden bakacak olursak, bizim kana ihtiyacımız olsa, ya “Yürü git işine!” derler, ya da “plazma kusurlu”, “çürük alyuvarlı”, “kullanım süresi dolmak üzere olan trombosit konsantresi” filan tutuştururlar elimize.
* * *
Eğer dini, onun ahlaki özünden soyutlayıp “bir sonraki dünyaya yatırım” pragmatizmine bağlarsanız, elbette helal ve haram kavramlarının ne yolsuzluklarla, ne düzmece ihalelerle, ne kamu mallarını ucuza kapamayla, ne de haksız yere öldürülen, yaralanan ve hakları yenen insanlar için adaleti sağlama göreviyle bir ilişkisi kalır.
Artık ondan sonra kimse tutamaz sizi!
Milliyetçilik, Türk-İslam sentezi, “Ortadoğu’da Sünni Blok”, “dış mihraklar”, “faiz lobisi”, “dindar nesil yetiştirmek”… derken, bir garip uçuruma doğru sürüklenirsiniz ve ülkeyi de beraberinizde sürüklersiniz.
Demokrasi ve barışın zemini eriyip giderken “yaratılanı yaratandan ötürü sevdiğiniz” şarkısı eşliğinde ayrımcılık uygulamalarını, dinsel ve sosyal baskıları giderek yoğunlaştırırsınız; Kürtler’e verilen sözleri yerine getirmeden siyasi manevralarla oyalanırsınız; Alevilerle alay eder gibi “Ben sizden daha Aleviyim” havasında konuşursunuz; Gezi Parkı’nda “dış parmak” arayıp özgürlük isteklerini polisle, gazla boğmaya çalışırsınız…
Ama helal gıda, tamam! Helal ticaret de OK! Eh, şimdi bir de “helal kan” üzerine “faiz lobisine darbe vuracak milli şirketler”in üreteceği ilaçlarla atılacak devasa adımlar!..
Helal olsun, gerçekten!..
Bu arada "dinî hassasiyetleri" ile durmadan oynanıp karanlık yaraları parmaklanan insanların içinden, yaşamak için ihtiyacı olduğu halde “domuz kalp kapakçığı taktırmak caiz olur mu?” çelişkilerini acıyla yaşayan yüzlerce Müslüman hastanın var olduğu bir memleketteymişiz; ne gam!
Duydunuz mu, ne demiş, tanınmış organ nakli uzmanlarından Prof. Dr. Alper Demirbaş twitlerinde:
- Yıllardır hastalarımıza kullandığımız ilaçlar ve kan ürünleri nedeniyle günah mı işledik?
- Polonyalı bir vericiden Türk ve Müslüman bir hastaya yapılan yüz nakli helal midir, haram mıdır?
Boş verin siz bunları! Yakında bu sorular unutulur.
Çünkü bu topraklarda “iktidar tarafından gündem yapılmayan” her şey çabucak unutulmak zorundadır.
Unutulan bir konuyu da – fuzuli yere - ben hatırlatarak bitireyim yazıyı:
2007'de, üç yılı diyalize bağlı olmak üzere toplam on yıllık böbrek hastalığı sonucunda Ukraynalı bir kadının böbreğiyle sağlığına kavuşan Saniye Şahin’in eşi, AKP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin, o zaman kendisine yöneltilen “helal-haram” sorularını ne güzel cevaplamıştı:
- Ne fark eder ki! Hristiyan da olsa, sonuçta o da insan değil mi!..