29 Kasım 2022

Tanrılar, mezarlar ve komplocular

Ülkemizdeki bazı arkeolojik yerleşmeler ayrıcalıklı bir şekilde Netflix'in bu serisi için açılmış ve aslında bilimsel gerçeklikle ilgilenmeyen birine üfürmesi için malzeme sunulmuş

Graham Hancock

Graham Hancock'un Netflix için hazırladığı 'Kadim Uygarlıklar' isimli kurgu belgesele ilişkin geçtiğimiz hafta pek çok şey yazıldı. En çarpıcılarından biri de Cardiff Üniversitesi'nden Flint Dibble'in (yazıyı Ferhat Boratav'ın çevirisi ile buradan okuyabilirsiniz) yazısıydı.

Tekrara girmemek için aynı şeyleri yazmayacağım Hancock'un geçmişi ele alış biçimindeki dili ve tarihsel anlatım biçiminin kolonyalist, beyaz, ayrımcı hatta ırk bilimci bir çerçeveden olduğu yorumuna katılmamak mümkün değil. Nedense bu tür kitaplar yazan, belgeseller çeken komplocuların pek çoğunun dünya görüşü aynen bu şekilde. Ben meseleye başka bir bağlamdan yaklaşmak istiyorum. Kadim Uygarlıklar yayınlanır yayınlanmaz arkadaşlarımın soru yağmuruna maruz kaldım. Hemen hepsi biraz da çekinerek "Ne diyorsun" diye sordular. Bu sorular bana üç farklı şeyi düşündürdü.

İlki, kendisi Durham Üniversitesi sosyoloji mezunu olan Graham Hancock bu anlattığı şeylere gerçekten inanıyor muydu yoksa bütün motivasyonu kazandığı milyon dolarlar mıydı? İkinci soru ise, ona milyon dolarlar kazandıran ilginin temel nedeni neydi? İçimizde bir yerlerde uydurma gerçekliğe dair bir inanç reseptörü mü vardı? Uzaylılar, yok olan görkemli medeniyetler, Atlantis, Mu, kadim bilgelik vb. içinde gerçeklik barındırmayan bir geçmiş anlatısına tutunmak çoğunluğu iyi eğitimli insanımızı bile neden bu denli cezbediyordu? Bütün bunları insanların değil de uzaylıların yapmış olması insanlığı her şeyi çözmüş ve mutlu kişi mi kılacaktı? İnsanlık uzaylılara ya da sular altına gömülen kadim bilgeliğe çıraklık ederek mi bu noktaya gelmişti? Türümüzün tüm o tuhaf ve sıra dışı bulduğunuz şeyleri yapmış olması neden bize inandırıcı gelmiyor? Neden hep bir yaratıcı arıyorduk? Her şeyin yavaş yavaş, milyonlarca yılda gerçekleşmiş olabileceği; 27 bin yıl önce Chauvet mağarasındaki muazzam mağara resimleri yapanların da, mühendislik harikası olan piramitleri inşa edenlerin de, Rüstem Paşa Camisi'ndeki çinileri tasarlayıp, uygulayanların da bizim türümüzün kümülatif ürünleri olabileceği neden bize inandırıcı gelmiyor?

Son ve üçüncü soru ise biz arkeologların bir kabahati var mı?

Fransa'da bulunan Chauvet mağarasındaki bir duvar resmi

Lise yıllarımda -o yıllarda sadece kitaplar vardı, belgeseller ve özel kanallar yoktu malum- Erich Von Daniken kitapları epey ilgi çekmişti. Ben de okuduklarımdan etkilenmiştim açıkçası. Çünkü aynı yıllarda sinemalarda izlediğiniz, Indiana Jones filmlerinde de kutsal hazine sandıkları, eski eserlerin peşinde olan Naziler'e verilen ders, gizli servisler ve doğaüstü olaylardan etkilenmiştik. Aslında hiçbirinin gerçek olmadığının farkındaydık ama bir yanımız bu atmosferin büyüsüne kapılmıştı. İtiraf etmeliyim ki beni arkeolojiye çeken de Indiana Jones oldu.

2000'lerin başında -ki o yıllarda da yeni moda olan zincir kitapçıların en çok satanları spiritüel kitaplar oldu. 1970lerde dünyayı kasıp kavuran "New Age" inanç arayışı ülkemize gecikmiş ama bayatlamamış bir ürün olarak gelmiş en çok da beyaz, eğitimli insanımızın imdadına yetişmişti. Aynı yıllarda Türkiye'de toplum ölçeğinde arkeolojiye ilgi o kadar azdı ki, arkeologlarla toplum arasındaki kopukluğun giderilmesine nasıl katkı sağlarız diye bir süre kafa yorduk, toplantılar yaptık. O yıllarda sosyal medya yoktu. Arkeologlar, toplumla aralarındaki kopukluğu gidermek adına hemen hiçbir çaba içinde değillerdi. Şimdilerde pek çok arkeoloji haber sitesi var. Bunların bazıları bu kopukluğun giderilmesine önemli katkılar sağlarken çoğu ne yazık ki haber dili, hatalı çeviriler, bilginin çapraz kontrolünü yapmadıkları için hatalı ifadelerden geçilmiyor.

Fakat onlardan da fenası sosyal medyanın hayatımızın merkezine oturması ile pseudo-arkeoloji, komplocuların pek çoğunun ilgi odağı oldu. YouTube başta olmak üzere pek çok platform gerçekle en ufak ilişkisi olmayan, bu yüzden de şaşırtıcı bir izlenme sayısına ulaşan programlardan geçilmiyor. Bu ilginin Türkiye'deki en önemli motivasyonlarından biri de Göbeklitepe oldu. Komplocuların belgesellerinden, Netflix'te yayınlanan saçma ama masum bir seyirlik olan Atiye dizine, hepsinin yarattığı ya da ilgi uyandırdığı geçmişin hakikisinden çok daha mistik ve merak uyandırıcı olduğu kesin. Nitekim bu tür uydurma varoluş senaryoları şaşırtıcı bir Erken Neolitik sit alanını ve yeni kazılmakta olan diğer benzerlerini bir anda mistik cazibe merkezilerine çevirdi. Mevcut turizm politikaları da, arkeologlar da ilginin her türlüsünden pek bir memnun görünüyor. Bizim 2000'lerde amaçladığımız arkeolojik bilginin toplumsallaşmasıydı, ne yazık ki toplumsallaşan arkeolojinin sözde kısmı oldu.

Göbeklitepe

Basit bir Google araştırması ile Graham Hancock'un, Türkiye'de de kitapları çevrilen ve uydurma arkeoloji ile milyonlarca dolar kazanan biri olduğu, çizdiği çerçevenin bilimsel gerçeklikle bağdaşmadığı rahatlıkla anlaşılabilir. Buna karşın görülen o ki arkeologlar yerleşmelerinin bu tür uydurma, mistik hikâyelerle anılmasından rahatsızlık duymuyorlar. Ülkemizdeki bazı arkeolojik yerleşmeler özenli ve ayrıcalıklı bir şekilde Netflix'in bu serisi için açılmış. Aslında bilimsel gerçeklikle ilgilenmeyen birine üfürmesi için malzeme sunulmuş. Malum Hancock arkeolog olmayan kişileri sorduğu yönlendirmeli sorularla, arkeologların gerçeği sakladıklarını ya da önlerinde duran sözde gerçekliği göremediklerine ilişkin cevaplar almaya çalışıyor.

Devletin resmi söylemi olan "tarihin sıfır noktası Göbeklitepe" ifadesi pseudo bir arkeoloji iken, buna ses çıkaramayan arkeologların bir uydurma geçmiş anlatısı ya da ilgisinden rahatsızlık duymaları içinde bulunduğumuz post hakikat çağı için fazla iyimser bir beklenti elbette. Dahası kendilerine savaş açan Graham Hancock gibileri kazı alanlarında özenle ağırlamak, ilk ve özel çekimlere izin vermek bin bir zahmetle ortaya çıkarılan bilginin eğilip bükülme ihtimalinden rahatsızlık duymamak bir yana, yönlendirmeli sorulara memnuniyetle cevaplar vermenin ardında reklamın iyisi kötüsü olmaz sloganı yatıyor olsa gerek.

Yazının başında kendime sorduğum sorulara dönersek; Hancock belki de canı gönülden uzaylılara ve Atlantis'e inanıyor, bilemeyiz. Bu inancı da hatırı sayılır bir kapitalle dönüştürmeyi başarmış çalışkan biri olabilir. Ya da yıllar süren sosyolojik deneyinin bir parçasıyız, kim bilir. Espri yapıyorum.

İkinci sorumu şöyle cevaplamaya çalışacağım; anlıyorum, insan uzunca bir süredir varoluş nedenini düşünüyor, sorguluyor. Cevap bulamadığı durumlarda merakı onu içinde bilinmez bir yolculuğa sürüklüyor. Kimimiz farklı inanç biçimlerinde, kimi edebiyatta, sanatta kendini buluyor. Kimi Tanrı'da huzur ve cevaplarını bulurken, kimileri de galiba uzaylılar ve komplocular da hayatın gerçekliğine ilişkin cevaplar buluyor.

Üçüncü merakımın cevabı ise bir miktar ikinci soruyla dolanık. Biz arkeologların amacı ise geçmişi en küçük ayrıntısına kadar anlamaya çalışmak. Türlü zahmet ve özveriyle ortaya çıkarmaya çalıştığımız geçmişe ilişkin hakikati ne diye insanlıktan saklamaya çalışalım ki? Var olma nedeni kazarak, araştırarak geçmişi anlamak olan bir bilim alanının komplocular tarafından geçmişin gerçekliğinin üzerini örtme misyonu olarak görülmesi hakikati değiştirmiyor ama arkeologların kendilerini sıkıcı ve anlaşılmaz olmaktan öte daha iyi anlatmaları gerektiği de ortada. Bizler ne kadar ulaşılır ve iyi anlatıcılar olursak geçmişin daha iyi anlaşılacağı malum.

Yazarın Diğer Yazıları

İhtiyacımız daha iyi bir arkeoloji

Bir avuç arkeolog olarak, neredeyse 25 yıldır özellikle kuramsal arkeolojinin yaygınlaşması için düzenlediğimiz toplantılarda arkeolojinin içinde bulunduğu bilim ortamı, bilimsel etik, devlet, hiyerarşi, iktidar, milliyetçilik, ayrımcılık gibi konuları tartışıp duruyor, daha nitelikli bir arkeoloji ortamı için yorumlayıcı ve eleştirel bir anlayışa ihtiyaç duyduğumuzu söylüyoruz. Bambaşka nedenlerle üretilmiş yerli, milli ya da dayatmacı, tek tipçi olmak gibi bir gayemiz yok. Amacımız çok sesli, hiyerarşilerden uzak, liyakat ve bilime odaklı evrensel ve iyi bir arkeoloji ortamı yaratabilmek

Bira bu çanağın içinde: Taş kaplardan, kil kaplara

On binlerce yıl öncesinden başlayan insan-bitki etkileşiminin ürünleri olan mayalar, doğal aromalar, sterilizasyon ve saklama koşullarına ilişkin edindiğimiz tecrübeleri yeni arayışlara ve inovasyonlara borçluyuz. Anadolu bu yeni arayışlara ve inovasyonlara ev sahipliği yapan en önemli kültürel coğrafya. Tahılların insan yaşamının vazgeçilmez unsurlarından olmaya başlaması, bir başka deyişle tarımın ortaya çıkışı ve nedenlerini bu inovasyonlara borçluyuz. Bira bu inovasyonların en önemlilerinden, tarımın motive edici unsurlarından biri. Biranın her yudumda bizlere biraz daha tanıdık gelen tatların ardında binlerce yıldır tükettiğimiz, kökeni Anadolu'nun kadim coğrafyası olan tahıllar var. Doğal yollarla, su ile fermente olan yabani arpa ve yabani buğdayın bol sulu bir tür lapa gibi tüketilmesinden, biranın yüzeye çıkan tahıl tanelerini yutmamak için saz kamışlarla, ortaya konan büyük kaplardan içildiği zamanlara, metal süzgeçli pipetlere ve bira imalathanelerine kadar pek çok gelişme bu toprakların, Anadolu biracılığının ürünü 

Biranın anavatanı: Anadolu

Son arkeolojik bulgulara göre biranın tarihçesi en az 12-13 bin yıl öncesine dayanıyor. Gelişen arkeolojinin sunduğu olanaklar bize biranın insanlığın en eski içeceği olduğu ve Anadolu'nun malta, biranın üretimine ve gelişimine ev sahipliği yaptığını gösteriyor. Bira, insanların doğa ve bitkilerle kurduğu etkileşimin en önemli belirleyicilerinden biri. Geçmişte ani değişkenlik gösteren iklim koşullarında besin değeri sayesinde toplulukların hayatta kalmasında bir etken. Üstelik bu besini yıl boyu sağlayabilmek ve koruyabilmek için tahıl üretimine, dolayısıyla tarıma vesile olduğunu görüyoruz. On bin yıldan daha uzun süren hikâyesi ile bu toprakların belki de en eski içeceği olan bira, bu toprakların, Anadolu'nun ürünü ve geçmişte gördüğümüz en önemli inovasyonlardan biri