İngiltere’de olağan bir haziran günü, saatlerce yağan yağmur biraz önce durdu. Şimdi açan güneşin altında bahçedeki tüm çiçekler ışıl ışıl; açelyalar, papatyalar, karanfiller ve güller.
Özellikle güller. Yaprak katmanlarında birikmiş su damlacıklarıyla çok hüzünlü görünüyorlar, bir o kadar da asil ve alımlılar.
Gülleri niçin bu kadar seviyorum, ve niçin kendimi hep arkasında leylak ağaçları olan pembe güllerin önünde buluyorum? Sadece bu kadar güzel ve hüzünlü oldukları için mi?
Bu sorunun cevabı, şimdi üzerinden bir asır geçmiş gibi gelen bambaşka bir dünyada. İngiltere’ye binlerce kilometre uzakta, Türkiye’nin doğusunda çok özel bir yer olan Kemah’ta (Erzincan), babamın büyülü gül bahçesinde.
Onun gülleri de leylak ağaçlarıyla çevriliydi, aradan geçen bunca zamana rağmen şimdi burada bile burnuma gelen mis kokularıyla başınızı döndürürdü.
Babamın gül bahçesinin esas anlamı yetiştirdiği güller değildi tabii, bizleri o güllerin temsil ettiği sevgiyle, aşkla yetiştirmesiydi. Size öğretilen ne olursa olsun koşulsuz sevgi eşliğinde sunulduğunda bambaşka birşeye dönüştüğünü de o gül bahçesinde öğrendim.
Dokuz, on yaşlarında olmalıyım. Sıcak bir yaz günü, bahçede sadece babam ve ben varız. Annem misafirlikte olmalı.
Babam sandalyede oturuyor, arkası bana dönük. Benim gözüm komşumuzun bir alt sekide olan kırmızı erik ağacında. Ağaç komşumuzla bizim bahçenin sınırında, leylakların hemen arkasında.
Babam fark etmiyor, ben ağaca tırmanıyorum, tam gözüme kestirdiğim bir eriği koparacakken bastığım dal kopuyor, ağaçla duvar arasına sıkışıyorum.
Zor durumdayım, canım yanıyor, yalvarmaya başlıyorum. ‘Baba n’olur yardım et’, ve ‘Allah’ım n’olur yardım et’ yakarışları arasında gidip geliyorum. Babam aniden kafasını çeviriyor, durumu anlıyor, aynen geri dönüp, hiç istifini bozmadan oturmaya devam ediyor.
Önce anlayamıyorum, çünkü babamın bana çok düşkün olduğunu bilmeyen yok, hatta alay konusu, şimdi niye böyle davranıyor, çözemiyorum.
Sakince, ‘Kızım, başkasının meyvesini yemek için çıkmışsın, benden yardım isteme’, diyor. Hemen cevap yetiştiriyorum, ‘Her zaman birbirimizin bahçesinden yemiyor muyuz?’ diyorum, düşmek üzereyim.
Yine bana dönmeden, ‘Şu anda komşular evde yoklar, izin almadın, haram yiyene yardım edemem, Allah’ta yardım etmez’ diyor. Halbuki komşumuz büyük bir ihtimalle annemle aynı misafirlikteler, hergün beraberiz, o kadar yakınız birbirimize.
Zaten o söyleyene kadar paldır küldür düşüyorum, ağacın dikenleri kollarımı, bacaklarımı yaralıyor. Ama babamın söylediklerinden o kadar utanıyorum ki acı hissetmiyorum bile.
Olayın ilk şokunu atlatınca biraz önce duyduklarımın çok tanıdık geldiğini fark ediyorum. Babamın her zaman büyük maharetle anlattığı ve benim dinlemeye doyamadığım masalların dünyasında buluyorum kendimi. Her biri kıssadan hisse ile biten, ve doğru yolu seçmenin hep daha zor olduğu ama muhakkak sonunda doğruların kazandığı masal dünyasında.
Bir de beklemediğim bu tutumuna rağmen, erik ağacı maceram süresince babamın sevgisinden bir an bile şüpheye düşmediğimi fark ediyorum, inanılmaz bir rahatlık kaplıyor içimi.
Böyle koşulsuz, sonsuz sevgiyle yetişmenin ne büyük bir ayrıcalık olduğunu o gün bir kez daha anlıyorum.
Birlikte paylaşacağımız kısa zaman diliminde her yaşanan olaya damgasını vuran bir ruh hali bu. İlk yemek dersini ondan aldığım gün gibi. Bahçemizin altından kıvrıla kıvrıla akan dereye bakan mutfaktayız. Büyük bir sabırla mercimek çorbasının nasıl yapılacağını anlattıktan sonra pişirdiğim, çorbaya hiç benzemeyen şeyi büyük iştahla yeme cömertliğini de en güzel anılarım arasına özenle yerleştiriyorum.
Bahçe kapımızın önündeki ağaçtan, tadını bir daha hiç bir yerde bulamadığım armutları, ben daldan dala zıplarken, onun aşağıdan uzattığı maskalın yardımıyla birlikte toplarken attığımız kahkahaların yanına.
1970’lerin Türkiye’sinde, küçük bir Anadolu kasabasında bir kız çocuğuna, hayatta isteyip de gerçekleştiremeyeceği hiçbir şey olmadığını aşılayabilmenin paha biçilmez bir kazanım olduğunu anlamam uzun sürmüyor tabii. Ama bunun aynı zamanda büyük bir mucize olduğunu uzun yıllar sonra ancak kendim çocuk yetiştirirken idrak edebiliyorum.
Ne yazık ki ben henüz on üç yaşındayken ve daha paylaşacağımız çok şey varken, bizi de, gül bahçesini de ardında bırakarak ayrıldı aramızdan, babam.
Onu, o günden bu yana hayatımın dönüm noktalarındaki yokluğuyla değil, büyülü çocukluğumdaki varlığıyla ve sonsuz minnetle anıyorum.
Ve bir de bana miras bıraktığı gül tutkusuyla.