10 Ekim 2014
Kamusal alanda şeffaflığın önemi ile ilgili olarak 24 Haziran 2014’te yazdığım yazıda yasama işlemlerinin şeffaflığının sağlanması gerektiğini vurgulamıştım ve torba yasaların arkasına saklanılarak katılımcı yönetişimin sakatlanmasının demokratik gereçlerle devlet yönetimine katılmak isteyen vatandaşı dışladığını ifade etmiştim. Arada sırada seçime gidebilmekten öteye bir demokratikleşme marifetimiz olacaksa, yasama organının işlemlerinin yangından mal kaçırır gibi yürütülmemesi ve uygun tartışma zeminine imkan tanınması gerektiği ortada. Yeni hükümet de “6552 Sayılı Torba Yasa” ile bu kötü alışkanlığı sürdürünce bir anda karşı karşıya kalınan yeni mevzuata katkıda bulunulamamış ve tepki gösterilememiş oldu. O kadar ki, ifade özgürlüğüne temel bir darbe vuracak hükümler hiç demlenmeden ve tepki almadan yasalaştı. Bunun üzerine, 22 Eylül 2014 tarihinde yazdığım yazıda “6552 Sayılı Torba Yasa”nın Anayasa’ya açıkça aykırı olduğunu yazmıştım.
Hatırlatmıştım, demek lazım, zira ifade özgürlüğüne dair evrensel ilkelere tamamen aykırı olan ve bu hususta yakın tarihte verilmiş Anayasa Mahkemesi kararlarını da açıkça ihlal eden bu hükümlerin hukuken değerlendirilmesi çok kolaydı. Daha ziyade böyle bir yeni denemeye girişildiğinin tespit edilmesi önem taşımaktaydı. Nitekim, yazdığım yazıdan 10 gün sonra, 2 Ekim tarihinde, Anayasa Mahkemesi ilgili hükümlerin Anayasa’ya aykırı olduğuna karar verdi.
Sonra? Bağırış, çağırış, kıyamet. Bireysel özgürlükleri koruyan bazı temel hakları üstün tutan bu kararı milli iradeye saygı eksikliği olarak gören, siyaset sahasındaki arzulara etki eden her unsurun sadece sandıktan çıkması gerektiğine inanan bir tuhaf devlet teorisi altında, veryansın. “Cübbeni çıkart da gel”ler. “Gezi’ci misin ey AYM” diye çıkışan milletvekilleri.
“Karara uyacağız ama saygı duymuyoruz” duruşunun devamı niteliğinde bir çekişmeli dil.
Normal şartlarda, herhangi bir medeni memlekette, yürütme organı (hükümet) ve yasama organı (meclis) yargı organından (mahkemelerden) mütemadiyen hukuka uygun davranma daveti almak ve bu konuda sert yönlendirmelere maruz kalmak zorunda kalıyorsa, hukukun üstünlüğüne saygı eğilimlerinin eksikliği yönünden eleştirilirler. Toplum, normal şartlarda, bu tür sistematik haşarılıklara ve uyanıklıklara tepki duyar. Hukuku kendi özgürlüğünün güvencesi olarak görür ve bununla oyun oynanması eğilimlerini tehlikeli bulur. Gereğinde sandıkta verdiği yetkiyi sandıkta geri alır. Oyuyla “ben sana hayatımın öngörülebilirliğiyle oynayasın, özgürlüklerimi kaygan zemine taşıyasın diye iktidar vermedim” der.
Bütün medeni memleketlerde gözlenen bu durum Türkiye’de yaşanmamaktadır. Bundan medeni olmadığımız sonucu çıkartmaya kalkan bizi buralara getiren hatalar ve tepeden bakmalar sarmalı içinde yuvarlanmaya devam eder. Türkiye’de hukuka sistematik biçimde tecavüz edilmesinin sandıkta bir sonucu olmamaktadır ama buna “insanımız bilinçsiz” etiketleriyle yaklaşmak hatalı olur. Üstelik, Cumhuriyet tarihi boyunca kendisini sandıkta mükemmel ifade edebilmiş bir millete ayıp da olur. Millet bir şey demektedir. Türkiye’deki ortalama bireyin devletle ve hukukla ilişkisine yakından bakmak lazımdır. Bu ilişkide, birey tarafından hukukun devletin hizmetkarı gibi görüldüğü, birey tarafından devletin özgürlükler üzerindeki asıl yük olarak görüldüğü, devletin hizaya getirilmesi ve bireyin devletten gelen yüklerinin azaltılması için siyasetçilerden, milletvekillerinden ve hükümetlerden medet umulduğu, dolayısıyla siyasetçinin pozitif hukuk normlarını (ve o normları uygulayan mahkemeleri) devletin köhnemiş yüzü olarak hasımlaştırabildiği ölçüde halkı da hukuktan (ve yargıçlardan) kopartabildiği görülmektedir. Özellikle de yargı sistemi gerçekten halkın adalet duygusunu yaralayacak şekilde yavaş ve etkinsiz çalıştığında, her yönüyle devletin soğuk yüzünü ifade ettiğinde, “adliye koridorlarında süründürmek” tehdidinin halk diline yerleşebildiği bir ülkede, hukuk iyice sevimsizleşmekte ve halk korumasından uzaklaşmaktadır. O kadar uzaklaşmaktadır ki artık yargının can suyu, her şeyi, olan “bağımsızlık” konusu açıktan açığa saldırıya uğrar olduğunda siyasetçi halka “bağımsızlık da önemli elbette ama tarafsızlık gerekliliğini de unutmayalım” diyebilmektedir. Bu suretle halkı yargıyı kendisine bir süreliğine emanet etmeye çağırabilmekte, bunun gerekçelendirilmesinde de yine aynı yabancılaştırmayı kullanabilmektedir. Elbette, yargının da gerçekten tarafsızlığına gölge düştüğü bir iklimde halk haklı olarak kendisine yabancı mekanizmalarla belirlenen yargı organlarını, yani onlara göre “devlet”i, koruyacağına kendisinin getirip kendisinin götürebildiğini düşündüğü –hiç değilse doğrudan etkileşim içerisinde olabildiği- siyasetçileri korumayı seçmektedir. Üstelik, bir de paralel devlet şüphesi yargıyı devlet olmaktan bile çıkartır hale geldiği takdirde, halkın yargı bağımsızlığı kavramından, dolayısıyla yargının ta kendisinden, kopması iyice anlaşılabilir hale gelmektedir. Zira, gerçekten de, tarafsız olmayacaksa yargının bağımsız olmasının erdeminin ne olduğu tartışmalı hale gelmektedir. Elbette, 2002’den bu yana kuvvetli tek parti iktidarı altında bulunan bir ülkede yargının neden tarafsızlığını kaybetmiş duruma düştüğü ve bunun sorumluluğunun kimde olduğu da sorulması gereken sorulardır ama bu soruların haklılığı halkı şu anda hukukun ve yargının ta kendisinin ayrı bir değer olarak korunması gerekliliği sonucuna götürmemektedir.
Her durumda, öğrencisinden hocasına, avukatından savcısına, hakimine, hukuk müşavirine kadar tüm hukukçuların, birey merkezli özgürlüğe dayalı olarak siyaset yapmak isteyecek tüm siyasetçilerin ve memleket meseleleri üzerinde iyiniyetle kafa yoran herkesin üzerinde öncelikli olarak düşünüp çare üretmesi gereken bir konu şudur ki hukuk da adliyeler de Türkiye’de halkı kazanamamıştır. Türk halkı kuralların etrafından dolanmasıyla meşhur bir toplum halini aldıysa bu boş yere olmamıştır. Hukuk Türkiye’de tepeden inme hareketlerin, halktan kopuk mekanizmaların, halkın istediğini elinden almaların ve halka buyurmanın formülü olarak o kadar sık manipüle olmuştur ki, toplumsal mühendisliğin geri tepme noktasında, “hukukun üstünlüğüne saygı” gibi temel bir nosyonda bile toplumsal destek bulunamayacak noktaya düşülmüştür.
Şu şartlar altında, tüm kavramlar birbirine karışabilmektedir. Anayasa’nın temel hak ve özgürlükleri koruyan hükümlerini durmadan ihlal etmeyi alışkanlık haline getirmiş bir iktidar partisi 2015 seçimlerinde Anayasa yazabilmek için yeterli sandalye sayısını elde etmeyi hedeflerken bunu özgürlükler adına yaptığını ifade edebilmektedir. Bu Anayasa’nın bir Özgürlükler Anayasası olacağına inanılması istenmektedir. “İhtilal Anayasası”nın artık dar gelen tüm noktalarının medeni prensiplere kavuşturulacağı beklentisi dillerdedir. Zaten, “bu ülkede yeni Anayasa lazım mı?” sorusuna “hayır” cevabı veren herkes o yetki bir defa verilirse bu yetkinin nasıl kullanılacağı hakkındaki korkusundan bu oyu vermekte, “evet ama”cılar da “evet”cilerden sayılırsa “evet”ciler çoğunluk görünmektedir.
Bugün mevcut Anayasa’nın 2014 Türkiye insanına yakışır Anayasa olduğunu düşünen kimse yoktur. Nitekim, sınav sorusu gibi, bağlamından kopuk bir evet-hayır ekseninde sorulduğunda, yeni Anayasa ihtiyacının yoğun olduğu hemen dillendirilmektedir. Mevcut iktidarın daha da kuvvetlenmiş halinin bu işe girişmesinin temel hak ve özgürlükleri artırması olasılığının ne olduğu ise apayrı ve fevkalade önemli bir başka tartışma konusudur. Birey merkezli bir özgürlük anlayışının egemen kılınmasının vesilesi olamayacak dinamikler içerisinde yoğurulacak bir yeni anayasanın ciddi yapısal problem ve eksikleri getireceği korkusu yabana atılamayacak bir ciddi korkudur. Peki ama milli irade bu korkuyu yenerse ne olacaktır?
O hal başa gelirse hukukun koruduğu temel hak ve özgürlüklerin üstünlüğüne dair son kalenin de siyasetçinin hukuku yabancılaştırmasına ve temeli belirsiz özgürlük vaatlerine kurban gittiğini düşünmek, yine kolay bir etikete sığınmak olacaktır. Türkiye’yi kutuplaşmış ve çözümsüz ayrılıklara düşmüş görüyorsak bunun tek sebebi son dönemde iktidardakilerce kullanılan dil değildir. Modernist tepeden bakışın bu kolay etiketlere hemen sarılıverip sorunlara yabancılaşabilme kabiliyeti de, kuşaklar boyu, bunda rol oynamıştır. Aslında, milli irade bu korkuyu yenerse ve bireysel özgürlüklerin daha da egemen kılınacağına itimatla iktidara Anayasa yapıcı bir irade kudreti bahşederse, bu nihayet bir ilk samimi adım olasılığını da barındırıyor olabilir. Derinleşen çelişkilerin konsolidasyonu nihayet üzerinde inşaat yapılabilecek bir zemini ortaya çıkartıyor olabilir. Temeli kendisinden sadır olmamış bir tuhaf pozitif hukuk ekseninde değil kendisinin açık iradesiyle başa getirilen görüşlerle yazılmış bir yeni pozitif hukuk ekseninde şekillenecek olan hukukun üstünlüğü kavramına artık nihayet halk tarafından sahip çıkılabilir. Halkın benimsediği bir hukuk rejimine bakılıyor olabilir. Aslında kendi cebine dokunan ekonomik gelişmeler ve kendi sülalesine yahut yakın çevresine dokunan iç güvenlik/terör konuları hariç olmak üzere hemen hemen hiçbir konuda oy verme davranışı anlamında tepki göstermeyen ve hatta bu esnada oy verme davranışı itibariyle yolsuzluğu da hoş görebilen ifade özgürlüğünü de öncelikler listesinin alt kısımlarına koyabilen toplum çoğunluğunun kavuşacağı Anayasa da elbette buna uygun olmaya adaydır. Öte yandan, bazı asgari insan özgürlüğü değerlerini riske atsa dahi, bu da bir konsolidasyondur. Bir başlangıç noktasıdır. Samimiyettir. Gerçeğin kağıda dökülmesidir. Durumumuzun ortaya koyulmasıdır.
Ana muhalefete defansif sebeplerle oy vermekte olan azınlıktaki toplum kesiminin içselleştirmekte zorlandığı görülen husus da bu değil midir? Muasır medeniyetler seviyesine gelinebilmesi yolundaki patenajın yerini doğru yöndeki samimi bebek adımlarının alabilmesi için, muasır medeniyetlerde hiç yaşanmayan yürütme organı tasarruflarına rağmen o iktidar partisine bir de Anayasa yapma yetkisi verilmesi gerekiyor olabilir. Böylece hiç değilse ortada bir başlangıç noktası olabilecek, kaybedilenin peşinden koşulabilecek, eksik olana işaret edilebilecek, çelişkiler derinleştikçe çözüm noktasına yaklaşılabilecek, mücadelenin adı koyulabilecektir. Artık “korunacak” birşey kalmadığı için, örneğin, CHP seçmeninin CHP’yle girdiği “yaptırtmama ilişkisi” son bulacak, “mevcut durumu koru yeter, senden plan/program/proje/ürün bekleyen yok, zaten seni sevmeden sana oy veriyorum, başkasının bir şey yapmadığından emin olman kafi” garabeti yerine kaybolmuş bireysel özgürlükleri geri getirme cephesine ateşli bir tutkuyla koşma üzerine “yaptırtma ilişkisine” girilen bir politik yapı doğurulabilecektir. Milli irade ile hukukun üstünlüğü arasında yaratılan mücadelede artık hukuk, evrensel standartlarda eksik ve topallayan yönleri olsa da, halkın kendi oyuyla yaptığı bir hukuk olacak ve bu yönden üstünlüğü halk tarafından benimsenebilecektir. Bu da üzerinde inşaat yapılabilecek ilk samimi temeli oluşturacak olabilir ve nihayet “yaptırtma” vekaletini alanlar bu temel üzerine doğru inşaatı yapma heyecanıyla iyi işler yapabilirler.
Zira bugün “milli irade” ile “hukukun üstünlüğü” arasında müsabaka tertiplendiğinde, kimse çıkıp da “böyle tuhaf bir maç oynanamaz, ortada rakip yok” yahut “durun, siz kardeşsiniz” diyememektedir. Zira birey ile devlet arasında siyasetçiler üzerinden yapılan müsabakada hukuk devlet algısı içerisinde kalmış, o müsabakanın parçası olmamayı başaramamıştır. Nitekim ana muhalefet partisi dahi bu derin problemi ve bunun kendi duruşuna etkisini gözden kaçırıyor olmalıdır ki daha yakın tarihte genel başkanı eliyle hemen seçimlerden evvel “yürekli savcı arıyorum” söylemine sapabilmiştir. Halk devletle güreşip devletin kendisi üzerindeki yükünü azaltacak siyasetçi aramaktadır. Hukuk yoluyla devlete eklemlenecek siyasetçiyi kendisine yakın bulmamaktadır.
Öte yandan, yakın gelecekte siyasette bireysel özgürlükleri icraat gündeminin merkezine koyacak olan gelişmeler sadece seçmenin ekonomik büyüme ve iç güvenlikten oluşan iki ana konu dışındakilere sırtını dönerek iktidar partisini daha da güçlendirmesinden ve bu olurken de CHP seçmeninin kendi partisiyle gittikçe daha yaptırtmama-odaklı bir negatif ilişkiye giriyor olmasından kaynaklanıyor olmayacak gibi görünmektedir. İktidar partisi, kendisini iktidara getiren ana talimatın seçmenin devletin kendisine yük getiren unsurlarının törpülenmesi ve o alanlarda özgürlüğe yer açılması talimatı olduğunu unutmaya başlamış görünmektedir. Devletin bürokrat tahakkümüne dayalı unsurlarıyla mücadele edilmesi yönündeki halk talebi bugün başta inanç hürriyeti ve ana dilde eğitim alma hakkı olmak üzere bazı başka evrensel temel hak ve hürriyetler etrafında odaklanmış olmakla beraber, eğer bu adımlar kafi görülerek durulur ve bu esnada başka bazı temel hak ve hürriyetlere tecavüz için aynı bürokratik tahakküm kullanılacak olursa, elbet sıra bu düzenin de tasfiyesine gelecektir. Zira kendisine sandık verildiğinden beri bu halk hep devlete eklemlenen düzenlerin rahatlığına giren yapılardan kaçmış, kendisine odaklanan yapıları ve kendisine odaklanılması vaadini baş tacı etmiştir.
Dolayısıyla, esas olan, bireye birey odaklı biçimde özgürlüğünü yaşatabilecek ve devleti bireyin tepesinden çekecek bir düzenin kurulmasıdır. Türkiye buna doğru kendi hızında ve kendi usulüyle gitmektedir. Zaten her millet kendi dur kalklarıyla ve birkaç nesillik trendleriyle nihai olarak buna doğru gitmektedir. Bugün “içki içen sarhoştur”a ve “sosyal medya baş belasıdır”a başka bir yolculuğuna verdiği öncelik sebebiyle sahip çıkmakta olan halkın bu kısıtlı özgürlük yaklaşımına istikrarla orta vadeli olarak sahip çıkacağı öngörüsü insan denilen yaratığın temel hak ve özgürlüklere hava gibi, su gibi, ihtiyaç duymaya programlı olduğunu anlamamaktır. Bu ihtiyacın her an yeni düşman ilanıyla bürokratik tahakkümü ve eskiden kalma teknikleri, birçok iktidari iktidardan götürmüş olan teknikleri, artan yoğunlukta kullanmakta olan bir iktidarı da tasfiye edebileceği görülebilmelidir.
Anayasa Mahkemesi bireysel özgürlükleri savunmak için kan ter içinde çalışan ve mütemadiyen devreye girmek durumunda kalan bir ülkede oyun tek kaleye yığılmış şut yağmuru şeklinde oynanıyor demektir. Emniyet hattı olarak son mevki olan kaleci arka arkaya çok iyi kurtarışlar yapmakta ise o takımın taraftarı buna memnun olamaz. Niçin bu oyun bu kaleye yıkıldı sorusu sorulmalıdır. Maç kimle kim arasında oynanıyor, niçin mütemadiyen şut çekiliyor, soruları sorulmalıdır. Bu soruyu soran ve gerçekçi cevap verip buna uygun biçimde bireysel özgürlükler odaklı politikalar üreten, tartıştığımız sebeplerle, halkla kucaklaşma ödülünü almaya adaydır.
2019 seçimlerini de dikkate alacak olursak önümüzdeki 5 yıllık dönemde AKP içerisinden bireysel özgürlüklere saygı duyan bir fraksiyonun çıkması suretiyle mi yoksa CHP içerisinden böyle bir yapı çıkması suretiyle mi yoksa bu iki partiden birinin yön değiştirmesi suretiyle mi bu yeni nefesin geleceğini hep beraber göreceğiz. Bireysel özgürlükler temelinde politik kuramını şekillendirdiği ölçüde bu yeni nefes halkı heyecanlandıracak, yeni siyasi lider üretilmesine el verecektir.
O noktada, yeni bir nefes ihtiyacı tespiti ile beraber, an itibariyle ne ölçüde hayatta olduğunun tartışılması gereken ilk yapı CHP’dir. Omurgasında ve DNA’sında taşıdığı bazı ana unsurlar sebebiyle, ciddi bir yeniden yapılanma ve gençleşme hareketiyle beraber içeriğe ve bilgiye yönelme kalkınması yaşayarak misyonunu bireysel özgürlükler etrafında yeniden tanımlamazsa, CHP’nin ideolojisi ve misyonu tükenmiş bir eksende tamamen tıkanması olasılığının yüksekliği göz alıcıdır.
Son dönemde özellikle Bilkent Üniversitesi İktisat Bölümü Başkanı Selin Sayek Böke’nin CHP’de Genel Başkan Yardımcısı mevkiine getirilmesi ile yüksek içerikli ve yüksek pozitif enerjili genç bir kadın en üst yönetsel kadroya alınmış olduğu için “CHP’de hala hayat var” hissi edinilmiştir ve böyle yerinde seçimler artıp bu değerlerin görünürlükleri de ileri gittiği ölçüde CHP’nin yön değiştirerek halk tarafından kucaklanmaya aday hal alması mümkün olabilir.
Bu umutlu hissin yeniden ayaklanıp toparlanmış olması önemlidir, zira milyonlarca oy alıp bugün “şimdi aceba ne yapıyordur” sorusunu sorduracak şekilde siyaset sahnesinden seçim gecesi itibariyle tamamen çıkan Ekmeleddin İhsanoğlu adımını atarak CHP ve MHP önemli bir enerji birikmesini bilerek veya bilmeyerek ziyan etmişler ve bu arada kendileriyle “yaptırtmama ilişkisi” kurmayan, birşeyler üretmelerini bekleyerek kendilerinden somut söylem ve yapılanma bekleyen pozitif seçmen kesimlerinin de gözlerinin akıyla karşı karşıya kalmışlardır.
Bu yolda Metin Feyzioğlu yahut Mansur Yavaş gibi bir adayın yürümüş olması CHP’ye her durumda seçim sonrasında bir katma değer ve momentum ile dönmüş olabilecekken, bir bütün cumhurbaşkanlığı seçimi tüm yenilenme süreçleri ve kazanma olasılıklarıyla beraber heba olup gitmiş, bu vesileyle yenilenme konusunu daha erken demlendirmeye başlayan iktidar partisi olmuştur. Bunun CHP ile “yaptırtma ilişkisi” geliştirmek isteyen pozitif talepli seçmene CHP içinde yenilenme kapılarının ne kadar kapalı olduğuyla ilgili sinyali oldukça açık ve ağırdır.
Üstelik, her durumda, halkın bireysel özgürlükçü bir eksende CHP markasını kabullenip kabullenmeyeceği ve o eksene geçecekse CHP’nin bu sefer de kendisiyle sadece yaptırtmama üzerine negatif ilişki kuran ve bu suretle kendisinden birşey üretmesini değil mevcudu savunmasını bekleyen seçmen kesiminin desteğini kaybedip kaybetmeyeceği de tayin edici önemdedir. Bu sebeple, konunun 2019 seçimlerine kadar CHP içinden bireysel özgürlükler etrafında yapılanan bir fraksiyon çıkmasıyla hareketlenmesi olasılığı CHP’nin yön değiştirmesi suretiyle samimiyetle iktidara talip olması olasılığından yüksek hissedilmektedir.
AKP bakımından da, zaten bireysel özgürlükler etrafında ve bütünü kucaklayarak kurulmuş olan bir partinin bu sebeple ve balkon konuşması çizgisinde iltifat görmüş olması sonrasında Türkiye’deki her siyasi partinin girdiği bürokratik tahakküm ve muhalifini yarın yokmuş gibi baskılama eksenine girmiş olması sebebiyle, durum benzer görünmektedir. Eskiden partisiyle sadece defansif bir yaptırtmama ilişkisi içinde olan bir kısım CHP seçmeni türbanlı hanımları sosyal hayatın üst katmanında yahut gösteri halinde sokaklarda gördüğünde “ay ne kadar çokmuşlar, hala bu kadar yüksek sayıdalar mı” yabancısamasına nasıl giriyor ve baskıladığı kitleden kopukluğu sebebiyle nasıl şaşkınlık yaşıyorsa, AKP’nin bir kısım kurmayları ve AKP ile “yalnız benim gibilerin inanç özgürlüğünü koru başka ihsan istemem” ilişkisi içerisine girmiş olan seçmen kesimi de Gezi Parkı gösterileri esnasında yer gök Atatürk resimleri ve bayraklarıyla dolduğunda “hala kaldı mı bu işler, ne kadar çokmuşlar” yabancısaması ve ötekileyip baskıladığının çokluğuna şaşma durumu içerisine girmekteydi. Dolayısıyla, hem yönetiminin hem tabanının bir kesiminin tavrının tahakküm sever hale gelmiş olması ve bürokratik devlet tahakkümü pınarından kana kana içmeye başlamış olması sebebiyle, AKP’nin yön değiştirmesinden ziyade AKP içi fraksiyonla yine geleneksel ama bireysel özgürlüklere de çok daha bütüncül ve samimi bir biçimde bağlı bir yeni oluşum doğabileceği düşünülebilecektir.
Her durumda, fraksiyon da olsa ana parti örgütü de olsa, bu dönüşümü kim başarırsa, tartıştığımız sebeplerle, 2019 seçimlerine umutla girmek için sebebi vardır.
Zira, siyasetin yakın geleceğindeki asıl mesele milletin benimsediği ve üstünlüğüne samimiyetle inandığı hukuk rejimini ve yargı sistemini üreterek, devlet millet çekişmesini tüm bireysel özgürlüklerden yana bütüncül tavır alarak millet lehine çevirmek meselesi olacaktır.
Baskının yoğun olduğu toplumlarda, toplumun genel olarak eksikliğini çekmesi muhtemel olan unsur, cesaretten ziyade iyimserliktir
Demokrasi, kendi verdiğimiz tankların işgalini engellemek için onların önüne yatabilme özgürlüğü müdür?
Sayın Cumhurbaşkanı’nın şu anda Türkiye’de yapmak isteyip de yapamadığı ne vardır?
© Tüm hakları saklıdır.