Sosyal bilimlerin mutlaka karşılaştırmalı çalışılması gerekir, çünkü dünyanın neresinde olduğumuzu ancak öyle anlayabiliriz. Hukuk da kuşkusuz böyledir. Toplu iş hukuku çalışırken, sendikalılaşma oranlarının neredeyse tüm dünyada düştüğünü görünce bir düşünmemiz gerekir.
Dünya, vahşi kapitalizmle “olduğu gibi” yüzleşmenin pratik olmadığı gibi mümkün de olmadığını gördü. İşte o müşteri odaklılıktır çalışan sadakatidir filan bu yüzden kafamıza kakılıp duruyor. İnsanların kendilerini değerli görmedikleri bir sistemin bekasını sağlamak imkansız, o halde neden kendilerini sadece bu sistemle değerli hissetmelerini sağlamıyoruz?
Madem değerlilik illüzyonunu sağladık, sıra geldi “toplumsal değer verme” üzerinden iş ilişkilerini kurban etmeye. Çünkü mutlu etmemiz gereken milyonlar varken, birkaç işçinin lafı mı olur? Mutlu ettiğimiz milyonlar aslında başkalarının “birkaç işçisi” ise ama bunu fark etmiyorlarsa, bu da sistemin başarısı.
O milyonları mutlu etmek için, her yerde olmalıyız. Kolay ulaşılabilmeliyiz, pratik olmalıyız, hızlı ve kaliteli hizmet sunmalıyız. Tuzlukla koşanların en önünde gitmeliyiz, hizmet kalitesini (!) düşüremeyeceğimiz için maliyetleri düşürmeliyiz, malzemeden çalamayacağımızdan ötürü işçiden çalabiliriz. Bir işçinin maliyeti, ücreti artı yaklaşık %80. O halde neden alt işveren bulmuyorum, ben alt işverene aylık ödemesini yaparım, o ne yaparsa yapsın. Nefis fikir.
Bu maliyet kaygısı öyle bir hale gelmeli ki, şöyle olaylar yaşanmalı:
A kişisi, B şirketinde işe giriyor. Görevi, C firmasının ürünlerini tanıtmak. Bu tanıtım ise, D firmasına ait dükkanda gerçekleşecek. A kişisi D’nin dükkanında çalışırken, o dükkanın temizlik işlerini alan E firmasının çalışan olan F kişisi yüzünden iş kazasına uğruyor.
Başka bir örnek düşünelim. Aynı iş örgüsü içindeki A kişisi, kendisiyle benzer şekilde çalışan ama başka bir firmanın tanıtımcısı olan G’ye yardım etmek için onun yerine bakıyor. Bu esnada müşteri H geliyor, ayağında uzun etek, dalga dalga saçları… A H’ye bakakalmışken H Hanım “Kim bu serseri!” diye ortalığı ayağa kaldırıyor.
Buralarda sorumlu kim dersiniz? Bordroda görülen, işi yapılan ve işin yapıldığı yerin sahibi olan işverenler tamamen farklı. Borçlar Kanunu’na göre işçi edimlerinden, İş Kanunu’na göre iş kazalarından işverenin sorumluluğu vardır. Hangi işverene nasıl gidilecek?
Temizlik çalışanı olan F sendikalı olmak isterse, fiilen çalıştığı işyerinin işkoluna göre mi sendikalanacak, kendi işvereninin işkoluna göre mi? Eğer kendi işverenine göre olacaksa, aynı işyerinde birden fazla işveren şirket olduğuna göre, her biri kendi işkolunda mı sendika bulacak? Yok eğer işyerini esas alacaksak, seneye nerede olacağı ve ne iş yapacağı belli olmayan taşeron işçisi, üstelik kendisiyle alakası olmayan bir sektör içinde mi örgütlenmiş olacak?
Aynı örnekten devam edelim. Hatırlarsanız adamımız A, C’nin ürünlerini tanıtmakla görevliydi. Yine C’nin ürünlerinin başka bir tanıtımcısı daha olsun, hangi harfe geldik, I kişisi. Bu I ise, B’nin değil İ’nin bordrolusu olsun. Aynı işyerinde aynı işi aynı şekilde yapan iki kişi, bordro işverenleri farklı diye, birbirinden farklı haklara sahip olursa ya? Aradaki farkı talep edebileceğiniz taraf kim? Kendi işvereninize gidip “ona verdiğini bana da ver” diyemezsiniz ki, çünkü o kişi başka işverenin görünüyor.
Hukuk yolunuz var ama çok meşakkatli, dava açmanın ise ölüsü birkaç yüz lira. Çünkü artık tüm harç ve masrafları davayı açarken peşin ödemek zorundasınız. İki bin lira alacağınız için ki bu miktar çok büyük bir kesimin aylık ücretinin çok üzerindedir, bin lirayı gözden çıkarabilecek misiniz? O üç bin lirayı davaydı temyizdi derken ancak birkaç yıl sonra alabileceğinizi bilerek?
Örgütlenme düşüklüğünün tek sebebi ya da iş hukukunun tek sorunu elbette bu değil. Fakat bu noktanın sıklıkla gözden kaçırıldığını düşünüyorum. Çünkü örgütlenme algısının sosyolojik analizini yapabiliriz. Toplu iş mevzuatını inceleyip işçiye nerelerde zorluk çıkarıldığını teker teker saptayabiliriz. Sendikaların davranış şekillerini saatlerce eleştirebiliriz. Bunların hepsi, sorunun çevresindeki birinci halka olarak görülüp rahatlıkla tespit edilebilir. Fakat ya bunlar aslında en dışarıdaki halkaysa ve biz buraya takılıp suya atılan taşı bulamıyorsak?
Hak arama özgürlüğü mutlaktır. Ama bu arayış önce hakkın farkında olmayı, sonra yüzlerce lira harç ödemeyi, akabinde yıllarca beklemeyi, en nihayetinde girişeceğin icra takibinden sonuç almayı gerektirir.
Örgütlenme özgürlüğü de mutlaktır. Ama örgütlenme fikrinden korkmamak, örgütü sadece maaş zammı veya kendine pusu kuran bir kan emici olarak görmemek, sırf bu hakkını kullandığın için işsizlik tehdidiyle karşılaşmamak, işsiz kalırsan da hukukun seni zora koşmayacağını bilmek gerekir.
Sosyal güvenlik de yine, hak arama ve örgütlenme gibi, devletlerin teminatı altına girmiş bir haktır. Fakat çalışma hayatınız boyunca bunun için prim ödeyip, aslında kendi hakkınızı kendiniz – ve üstelik son derece pahalıya satın alırsınız. O primleri hiç vermeyip saklasanız, çalışmayı belki de yıllar önce bırakıp kendi serbest zamanınıza kavuşacaktınız.
Yaşadığımız dünya sayısız haktan bahseder, sanki bunu kendisi bahşetmiş gibi. O hak orada durmaktadır, fakat almak için düşeceğimiz yolu gözümüz kesmez. Kendimizi işe yarar hissettiğimiz sürece pek de ses etmeyeceğimiz sistemin içinde yaşayıp gideriz. Çünkü gecenin bir yarısı internetten sekiz yüzüncü ayakkabımızı alırken kredi kartımızda sorun çıkıp da bankamızı aradığımızda duyacağımız “İyi geceler ben Pelin, nasıl yardımcı olabilirim?” nezaketine ihtiyacımız var. Tıpkı o sekiz yüzüncü ayakkabıyı almazsak öleceğimiz gibi.
@goksungokce