Devlet-i âlimizin Osmanlı lisanı hamlesi münasebetiyle girift hisler içreyim. Bu duyguları pek çok gündelik kaygıyla ilişkilendirmek olası. Yanı sıra, konuyu enternasyonel konjonktürde değerlendirmek de bambaşka bir vizyon problemi.
Önümüzdeki meselelerin ilki, Osmanlı diline ne deneceği konusunda bile hala bir karar verememiş olmamız. Malum, an itibariyle bu dile Osmanlıca ve Osmanlı Türkçesi diyenler arasında yeni bir terim savaşı ortaya çıktı ve bu savaş bile, dilin kültür üzerindeki etkisini göstermeye yetiyor.
Sorun şu ki, Osmanlıcayı farklı bir dil kabul edeceksek, tedavülden kaldırılalı daha yüz yıl bile olmamış bir dilin topraklarında “kendi dilimizle” nasıl var olabiliyoruz? Yok eğer malum dili “Türkçenin yazılış şekli” olarak düşüneceksek, bir toplumun kendi kültürüyle var ettiği seslerin başka bir toplumun icat ettiği şekillerle gösterilmesi acı değil midir? Öte yandan eğer bu soruya “evet” diyeceksek, aslen “gavurun alfabesi” olan günümüz Türkçe alfabesinden kopup Göktürklere dönmemiz gerekmez mi? Peki diyelim ki döndük, lisana “ırk atfetmek” fikri insanın kanını dondurmuyor mu?
Bunu şunun için düşünmemiz lazım; dil bir devlet ya da millet meselesi değildir. Toplum ve zaman meselesidir; zaten tam da bu yüzden, dünyada aynı dili konuşan bir sürü devlet varken bunların aksanları ve kullanımları farklılaşmıştır. Yani 100 sene önceki Türkçeyle şimdikinin aynı olması zaten pek mümkün olmayacaktı, çünkü aynı dünyada yaşamıyoruz. Fakat dilin devinimi değil de olduğu gibi değişimi iddiası içindeysek, bu biraz komik duruyor.
Özetle, Osmanlıca demek bugünkü dilimizi gökten zembille inmiş bir konuma getirdiği için bence isabetli değil. Osmanlı Türkçesi demek ise, Osmanlıya Türklük atfedip etmeme yönünde bir karar gerektiriyor. Ben bu konuda peşin hüküm vermek istemeyen biri olduğumdan, Osmanlı dili demeyi tercih ediyorum. Bu noktada şunu da belirteyim, Osmanlıya Türklük atfetme yönündeki çekincemin milli duygularla filan alakası hiç yok. Tamamen, Osmanlının kendi kimliğini nasıl gördüğünü bilmediğimdendir. Nitekim etnisite, 600 küsür yıllık Osmanlı’nın ancak ucuna yetişmiş bir mesele.
Peki halihazırda yürüyüp giden bir lisan çarkı varken, bunu değiştirmek isabetli miydi? Olabilir veya olmayabilir, bu dil üzerine çalışan antropolog ve sosyologların konusu. Buradaki konu bu değil.
Konu, yüzyıllarca konuşulmuş ve yazılmış bir dilin, yeni kurulan devletin getirdiği eğitimde tamamen yok sayılması. Bu cümleyi açmakta fayda var, çünkü dil derken aslında çok fazla şeyden bahsediyoruz.
Bir şeylere yüzyıllarca karşılık gelmiş bir sürü şeyin, aniden başka bir şey haline dönüşmesi. Bu esnada kavramların kaçınılmaz olarak karışması, bir sürü kelimenin aslında olmadığı bir şey haline gelmesi, eskinin ne demek istediğini anlamaz hale gelen yeniler, geçmişi olmayan gelecekler, var olmaya 1920’lerde başladığına inanmak üzere oluşturulmuş bir toplum…
Dil bir toplumun kendini ifade ediş şeklidir, histir, ifadedir, üsluptur, bilinç ve bilinçaltıdır. Bu bilinci 1920’lerden başlatırsanız, daha önceleri nerelerde olduğunuzu açıklamanız gerekir. Biz bu konuda maalesef pek başarılı değiliz. O yüzden de, Osmanlı dilinin toplumda biliniyor olması mutlaka gereklidir.
Eğer bunu biliyor olsaydık, geçmişten kaçarak modernleşmenin sonucunda gün gelip o geçmişin bizim geleceğimizi mahvetmekte kullanılabileceğini düşünebilseydik, bugün bunların hiçbiri büyük ihtimalle olmazdı.
Son yıllarda kanunların “Türkçeleştirilmesine” çok özen gösteriliyor. Ama biz o “Osmanlıca” kelimenin vaktiyle neden oraya konduğunu yeteri kadar düşünseydik, bugünkü kanunlarda görülen zorlama ve anlamı tam karşılamayan bir sürü terim hiç var olmayacaktı.
Eğer biz eski kaynakları doğrudan okuyabilseydik, Osmanlı eğitiminin şimdiki gibi tek tip olmadığını, her azınlığın kendi kimliğini yaşatıp kendi okuluna gittiğini, okullarda Osmanlıca diye bir dersin zorunlu olmasının da Osmanlı eğitim sistemiyle alakasının bulunmadığını da bilirdik. Bu bilinç, bizim ortak kültürümüz olurdu ve örneğin Ruhban Okulu bizim için tartışma konusu dahi olmazdı.
Hele şu değerler eğitimi denen safsatayı bir Osmanlı padişahına anlatmak isteseniz, muhtemelen sağduyunuzdan epey şüphe edilecekti.
Osmanlı’da bizim şimdi yüklediğimiz etnik anlamı karşılayan türde “millet” diye bir şey yoktu, hatta “Osmanlıcılık” bile son anda çıkan bir akımdır. Ama biz bunu hiç bilmeyip, kendimizi tarih boyunca bir millet bütünlüğü içinde var olmuş insanlar sandık. Bu sanrımızı destekleyecek tek şey ise, kerameti devlet inisiyatifinden menkul ortaokul ve lise ders kitaplarıydı.
Şimdi ise, şikayet edip durulan Türk ulusalcılığının yerine getirilmek istenen ve kökeni dahi belli olmayan bir Osmanlıcılık var. Ama bu öyle sakil ve çirkin bir şekilde yapılıyor ki, Muhteşem Süleyman bir dizi karakteri olmaktan çıkıp bizim meclise bir sefer düzenlese yeridir.
Çünkü günümüzde, TC’leştirilen bir Osmanlı var. Asıl sorun budur. Tarihini bilmeyen insanlara, tamamen uydurma, gerçeklerden apayrı bir tarih vermektir. Bunun da, bugüne kadar süren ve şimdiki devlet büyüklerimiz tarafından yerin dibine sokulmak istenen eğitim politikasından, tehlike anlamında hiçbir farkı yoktur.
Osmanlı ne salt iyi, ne de salt kötüdür ve zaten sevilecek ya da sevilmeyecek bir kavram değildir. Etnik dayatma geleneğinin olmamasından tutun kuyucu paşalarıyla, somut bir geçmiştir ve kaçınılmaz bir gerçektir. TC ulusalcılığı yerine neredeyse hiç var olmamış bir Osmanlı ulusalcılığını koymanın ise, günümüzde artık iyi niyetle açıklanacak bir tarafını bulmak pek mümkün görünmemektedir.
Osmanlı dili de bir yabancı dil değildir. Nasıl ki hep beraber yaşadığımız insanların dilini bilmek bir kültür unsuruysa, geçmişimizin dilini bilmek de öyledir ve bu yüzden gereklidir.
Bununla birlikte geçmişe bu denli sorunlu bir köprü kurmak, köprü kurmaya dahi karşı duran yepyeni bir kitle yaratır. Bundan ötesini ise artık hiç toparlayamazsınız.
Çünkü insanlara “dedelerinin mezarından” yaklaşırsanız, o insanlar da size “çocuklarının mezarlarını” sorarlar.
Okuyamadığınızı biliyoruz, ben birini söyleyeyim, şöyle yazıyor:
1999 – 2014.