Ben tarihçi, sosyolog ya da araştırmacı değilim. Bir olayın varlığı ya da yokluğu hakkında karar veremem, ancak fikir yürütebilirim. Eğer siyasetçi olsaydım her konuda hüküm verebilirdim tabii, ama ben siyasete atılacak biri de değilim. Eziksem demek ki...
Ermeni “münferit olayı” hakkında yürüttüğüm fikrin iki yönü var. Birincisi, Türklerin ve müslümanların fetih kültürüyle övünen gruplar olmaları. İslamiyet öncesindeki atalarımızı da pek memnun eden fetih ve yayılmacılık, müslümanlığın cihat kültürüyle birleşince muazzam sonuçlar verdi. Zaten müslümanlığa geçişin emir haline gelip yayılması da, bir zafer uğruna değil miydi?
Fethin ve toprağı “kendine aitleştirmenin” gurur kaynağı olduğu iki kültürün bileşkesinden, barışçıl bir tehcir politikası beklemek bana gerçekçi gelmiyor. Sayısını bilmiyorum gidip saymadım, ama rica ediyorum kalkıp da “Maki onlar maki” filan demeyin. Soysa soy boysa boy; bu insanlar kırıldı.
Bu konuyu burada bırakıp ikinci yöne, yani bana göre asıl meseleye gelelim.
Diyelim ki, 1915’le ilgili hiçbir kötü anımız yok. Hatta diyelim ki, o esnada tehcir bölgesinde Ermeni dahi yoktu, Kürtlerin de araya karıştığı bir “tatsızlık” hiç yaşanmadı. Bu arada Kürtler deyince, bu konuda kaynak bulmak için Google’a “Ermeni sorunu Kürtler” yazdım. Çıkan sonuçlardan bir kısmında “Ermenileri Kürtler katletti” minvalli şeyler varken, diğer kısmında “PKK’nın Ermenilerle işbirliği” konusu incelenmişti. Ah şu biz karabıyıklı Türkler, kendimize konduramadığımızı komşumuzdan bilmeye bayılmakla kalmamış, üstüne iki komşuyu birbirine de düşürmüşüz ki namımız yürüsün.
Araya bir daha Google sokup konuyu tekrar dağıtmamaya söz vererek, son kez asıl meseleye geliyorum. Çok fazla sorum var.
Diyelim ki, Ermenilerle tarihte hiçbir sorunumuz olmadı. İnsanların milliyetinden “afedersiniz” diye bahseden siyasetçiler yönetmiyor bizi. Şaşmış beşerin biri bir kere öyle diyecek oldu da, ertesi seçimde sıfır çekti adamlar, bir daha da kimse yeltenmedi.
Peki yıl olmuş 2014, siz bu ülkede vaktiyle milyonları bulan Ermeni nüfusundan ne kadarını tanıyorsunuz? Örneğin bir Adanalı olarak, daha 100 yıl önce memleketimin belki de yarısından çoğunun Ermeni olduğunu çok geç öğrendim ben, çünkü yaşadığım bölgede tek bir Ermeni görmüşlüğüm yoktur. Belki vardır ama artık Ermeniliği “bıraktığından” ben anlamamışımdır, aynı kapıya çıkıyor.
Bu ihtimali beğenmezseniz, asıl Ermenilerin bizi kestiği bir dünya da düşleyebilirsiniz. Nitekim biz hep bu doğrultuda okutulduk. Adana’daki kurtuluş bayramlarımız, memleketimizi Ermenilerden kurtaran ecdadımızla övünerek geçti. Belki o törenlerde Ermeniler de vardı, hatta belki kim olduklarını dahi bilmeyip, gurur dalgasına onlar da kapılmışlardı. Ne saadet.
Peki o vakit insana sormazlar mı, kardeşim madem sen katletmedim diyorsun, nerede bu insanlar? Dağa mı kaçtı? E dağa biz kaçmıştık? Bizim orada “kaçkaç” hikayesi çoktur, savaş zamanı Toroslar’a sığınmaya denir. Tamam sığındık kabul. Geri döndüğümüzde ne olmuştu, insanlar buharlaşmışlar mıydı? Ne oldu sonra, birden buharlaşan komşularımızın anısına saygı olarak, kültürlerini yaşatacak girişimlerde mi bulunduk? Kalanlara “Bir histeri haline girdik ama artık savaş bitti, gelin ülkemizi yeniden beraber kuralım” mı dedik? Gerçi demiş sayılabiliriz aslında, varlık vergisi ve azınlık malvarlığına el konmasıyla sonuçlanan her tür hareket böyle değerlendirilebilir. Beraber kurma fikrini öyle anlamışız demek ki.
Eğer “Yapma yahu, milliyetçiliğin en zirvede olduğu dönemden bahsediyorsun, o dönem tüm milletler öyleydi” derseniz, derhal bugüne dönelim.
Şahsen tanıştığım Ermeni, sayayım, sekiz kişi. Hayatımda bulunan Ermeni sayısı ise dört; ortalamanın hayli üzerindeyim. Tabii ki hiçbiri Adana’dan değil. Hiçbiri “devletlü” de değil. Muhtemelen kendileri istememişlerdir, ama kafalarımız Ermeni bir Anayasa Mahkemesi üyesine neden aşina değil? Bu onların Anayasası mı değil? Şu etnik kökenlerin birer “renk” olması söylemine de çok sinir oluyorum, alttan alta “Ahah işte bunlar da renk oluyorlar burada böyle” mesajı varmış gibi geliyor. Ne rengi kardeşim, o insanlar kenar süsü değil, senin işgal ettiğin hayatların sahipleri.
Gerçi Anayasa yargılaması yapmaya ehil olmadıkları düşünülebilir, zira ülkenin en büyük hukuk kurumu olmakla övünen ve bunu sadece üye sayısına bağlayan İstanbul Barosu, “Saf Türk olmayan hiç kimsenin bu ülkede hiçbir hakkı yoktur, onlar sadece ve sade hizmetçi ve köle olma hakkına sahiptirler” diyen Mahmut Esat Bozkurt adına ödül vermeye devam ediyor. Üstelik ödülü bu sene tüm avukatlara verdi, “saf Türk” olmayan avukatlar da nasiplendi. Allah razı olsun, çok lazımdı. (Araya gireyim, bu ödüle karşı bir faks eylemi yaptık bugünlerde. Eğer ödülü reddediyorsanız Baroya siz de öyle bir faks gönderin derim.)
Yüksek yargı demişken, lütfen unutmayalım, eğer siz “1 milyon Ermeni’yi öldürdük” gibi bir söz ederseniz, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde yaşayan her bir vatandaşın size manevi tazminat davası açma hakkı var. Bu bir Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kararı, yani mahkemelerin aksini pek kolay iddia edemeyeceği bir bağlayıcılığı var.
Hakkında bu kararı verdikleri kişi Orhan Pamuk’tu. Kendisinin kimliği ve ödülleri, hukuki gerçekliği ilgilendirmez. Eğer burada kalkıp “Ne bir milyonu, bir buçuk milyon Ermeni öldürdük biz!” dersem, sizin de bana aynı davayı açma hakkınız olacaktır. Yüksek yargımızın etnik köken farkı tanımadığı muhtemelen nadir noktalardan biri de, bu konuda benden tazminat talep etme hakkınızdır.
Diyelim ki kimseyi kesmedik. 24 Nisan 1915 gecesi İstanbul’da derlenip toplanıp bir trene bindirilen Ermeniler için de mi özür dilenmeyecek?
Askerlik fikrine zaten karşıyım; hele işin içine etnisite girince bu fikir bana iyice anlamsız geliyor. İnsanları sıraya dizip, sizin dedelerinizin onunkileri öldürerek ne güzel iş çıkardığına iman etmesini emrediyorsunuz. Sevag Şahin Balıkçı’ya emredilen de buydu, üzerinden uzun yıllar geçmedi. Ulu Önder Atatürk’ün ebedi istirahatgahındaki müzeyi gezenlerden Türk olmadıkları için adeta özür bekleniyor olması, 1915’in değil, günümüzün gerçeği.
Sahi, peki 19 Ocak’ta ne olmuştu? Kanınızdaki zehri yüzünüze vurmasından hoşlanmadığınız birini, sokak ortasında vurmuş olabilir misiniz?
İşin bir de inanç boyutu var. Son yıllarda zorunlu bir doğum kutlama haftasına tabi tutuluyoruz. Doğum günü partileri beni zerre kadar ilgilendirmez, isteyen kutlasın. Fakat neden ben yedi gün boyunca sokaklarda bangır bangır bir şeylere maruz bırakılırken, Paskalya bir pazar günü sessiz sedasız idrak ediliyor? Paskalya dediğin bir gündür de doğum bir hafta mı sürmüştür?
Ermeni ve Rum Paskalyaları arasında bir hafta var aslında, bu sene aynı güne denk geldi. Ermeni ve Rum patrikhaneleri bir olup, o haftayı “Kutlu Diriliş Haftası” yapmak istese mesela, yeni bir (ya da birçok) Zirve Katliamı olmayacağından emin misiniz? Buna misyonerlik deyip lanetler okurken, kendi haftanıza kutsiyet atfetmek size hiç mi utanç vermeyecek? Üstelik birinin kutsal kitapta yeri olan bir ibadet, diğerinin yeni icat edilmiş bir “PR çalışması” olduğu gerçeğini hiç sorgulamıyorum bile.
Siz buraya gelmek Tanrı’nın emriydi ve sizin dışınızdakilerin tasfiye edilmesi de bu emrin gereğiydi mi sanıyorsunuz? Bunu dedikten sonra örneğin monarşi fikrine nasıl karşı olabiliyorsunuz, kraliyet ailesinin tahakkümü de bir Tanrı emri, bu sizi neden bozuyor? Konuyu Tanrı’yla değil güçle ilişkilendiriyorsanız, sizin tasfiyesini bir politika olarak yürüttüğünüz insanlardan itaatsizlik ve şiddet görünce neden ağlıyorsunuz, güç hırsı sadece size mi özgüdür? Ne güzel dünyalarınız var ya, helal süper devam.
1915’te ne olmuş, aslında kim kime ne yapmış, daha uzağa kim ulaşmış, bunların hiçbiri 2014’te bulunulan noktanın ayıbını örtmez. Tehcir sırasında isterse tek bir Ermeninin burnu kanamamış olsun, şu an hala etnik köken bir özür vesilesi oluyorsa, ağlatıp da gülene yazıklar olsun.
(Bonus track: “Adana Ağıdı” - Ermenice)
@goksungokce