Gezi’nin olağan kalıplara uyacak bir yanını bulmak zor. Kaldı ki bulmayalım da zaten;
bu kadar plansız, örgütsüz, kendiliğinden ve beklenmedik bir direnişi “olağanlaştırmanın” alemi yok. Gezi bir mucizeydi ve onu biz yarattık.
Öte yandan, direnişin bana göre en derin unsuru, sürekli eleştirilen 80 sonrası kuşak tarafından başlatılmış olmasıydı. Buradaki derinliğin bir boyutu malum, sözkonusu kuşak olarak sürekli bir eleştirilme halinde olmamızdı. Bu zaten çok konuşuldu, “Biz bu çocukları dünyadan habersiz bilirdik” minvali üzere pek çok şaşkınlık ifadesi dinledik. Kimse bizden böyle bir şey beklemiyordu.
Diğer boyutun üzerinde ise biraz daha durmakta fayda var. Nitekim aslında ilginç olan taraf da bu; aslında Gezi’ye biz kendimiz de şaşırdık. Çünkü “80 sonrası kuşak” sohbetini biz de yapardık, yaşımıza bakmadan. Büyüklerimiz haklıydı, biz 80’lerde doğanlar, onlar gibi değildik. Hele 90 kuşağı, iyice çoluk çocuktu.
1 Mayıs 2013 sonrasında, yani Gezi’den birkaç gün öncesinde dahi, “Bu ülkede yaşanmaz arkadaş!” söylemi almış başını gitmişti. Yurtdışına gitmeyi düşünenler, yaşananlara artık tahammül edemeyenler, insanların tepkisizliğine oturduğu yerden isyan edenler, “Kendimiz söyleyip kendimiz dinliyoruz, ama aynı şekilde yaşamaya biz de devam ediyoruz, vallahi bu memleketten bir şey olmaz.” diyenler… Bizlerdik yine, yabancı değil. Pek çoğumuz için, yapılacak tek şey kalkıp kendine başka bir ülke bulmaktı. Çünkü en duyarlı bizdik (!), ülke bizden başka kimsenin umrunda değildi, toplum zaten şu anki yönetim şeklini meşru görüp destekleyen bir yapıdaydı, o halde bize gitmek düşerdi. Meğer böyle düşünenler olarak ne kalabalıkmışız da, birbirimizi beklermişiz.
Bizim en başta kendimizden bu kadar umutsuz olmamız, bence tamamen büyüklerimizin aklımıza soktuğu bir şey.
Sürekli ama sürekli, 80 sonrası kuşağın “bu işlerden pek anlamadığından” bahsedildi ve buna en çok kendimiz inandık. Çünkü geçmişe baktığımızda Deniz Gezmiş vardı, grev üzerine grev yapan sendikalar vardı, sayısını bilmediğimiz kadar örgüt vardı ve hepsi de sıcak çatışmanın içindeydi. Karakol penceresinden atlayarak intihar edenlerden (!) sonra biz, karakola ancak pasaport almaya giden bir nesildik ve hiçbir zaman onlar gibi olamayacaktık.
68 devrimcilerinden olan babama “Baba ben devrim yapacağım, öptüm byes.” diye bir mesaj göndersem, herhalde gelir beni kulağımdan tuttuğu gibi memlekete geri götürürdü. Ama neyse ki 80 sonrasında doğmuştum, bizim kuşakta öyle şeyler yoktu.
Gezi’yi efsane yapan da, işte bence tam olarak “apolitiklik” sanılan şeydir. Politika, hep siyasi partilerle ve diğer örgütlerle özdeşleştirildi. Bizim çocukluğumuzda, örgüt kavramı adeta terörle bağdaştırıldı, hatta bu kelime artık bir terim halini aldı. Dernek, birlik, platform, parti, ne dersek diyebilirdik ama “örgüt” olmazdı. Sendika üyeliği zaten patrona ihanetti. Sol ideoloji mi o nedir, Allah muhafaza. Zaten ideoloji kelimesi başlı başına sıkıntılı da, bir de komünizm filan, aman diyeyim. Yahu anarşizm = terörizm sanılıyordu, tövbe ya Rabb’im acayip acayip şeyler…
İşte gün geldi, “aman iki tanesi bir araya gelip de kendine örgüt demesin” diye uğraşılan gençler, sosyal medyayı öğrendi. Örgütlü olanlar zaten bir mücadelenin içindeydiler, olmayanlar ise o mücadeleyi keşfetti. Örgüt aidiyeti kimi zaman uç noktalara varabilir, eğer amacınızın yeterince farkında değilseniz “örgüt faşizmine” yakalanma riskiniz olur. İşte bizim nesil, örgütlenme fikrinden o kadar uzak yetişmişti ki, kendini ait hissedip bu aidiyetin ucuna varacak bir şeyi yoktu.
Hal böyle olunca, gündemi takip eden koskoca bir kesim, onlarca ayrı örgüte değil, sadece ikiye ayrıldı. Vicdan sahibi olanlar ve olmayanlar.
Darbe gençleri siyasetten uzak kıldı, ama insan olmaktan kılamazdı. Zira aileler çocuklarını “Aman evladım parti marti şeylerinden uzak dur” diye yetiştirebilirdi elbet, ama “Aman evladım haksızlık yapılırken sen zalimin yanında ol e mi” diye yetiştirmezdi.
İnsan olmakla siyasetin bu kadar iç içe geçtiği bir dönem yaşamasaydık, bu derece güçlü bir direniş hiçbir zaman görülmeyebilirdi. Direnmeye parmak arası terlikle gelmiş gence dış politika ya da gayri safi milli şeyler sorsanız, size verecek sağlam bir cevabı olmayabilirdi. Ama artık iş soyut bir siyasetten çıkıp somut bir müdahaleye varmıştı, yediğimiz içtiğimizden gölgesinde oturduğumuz ağaca kadar. Devlet sizin olabilirdi, ama dünya bizimdi.
Derken baktık, yaralayan, kör eden, öldüren ve bununla gurur duyan bir devlet var. İşte bundan gerisi tamamen insanlık, konunun siyasetle hiçbir ilgisi yok.
Bir deniz gözlüğünü tehdit saymanın, cenazeye gitmiş birini öldürmenin, senin öldürdüğün kişinin cenazesine gidenlere saldırmanın, barışı sağlama iddiasıyla yaptığın savaş üssünü çıplak elle protesto edeni kalbinden vurmanın insanlıkla; bunlara karşı çıkmanın da siyasetle hiç alakası yok.
1980’de 17 yaşındaki çocuğu öldürmek için mahkeme kararını yeterli gören devlet, 2013’te 15 yaşındakini öldürecek ateşleme için hiçbir şeye ihtiyaç duymadı. İşte bizim neslimizin baş ettiği budur.
Evren Paşa vaktiyle bizim nesli siyasetten uzak tutup “baş ağrısı” olmamamız yönünde planlar yaparken bunları düşünmüş müydü bilmiyorum.
@goksungokce