17 Şubat 2015

Kadın çevik, kadın hakim, erkek avukat, kibar koca... #sendeanlat

Kızımın #sendeanlat'a yazacak bir şeyleri olduğunda karşısında dururuz. Ama oğlum o etikete konu olursa, bu nasıl kaldırılır bilemiyorum

“Kız çocuğu” olduğum gerçeğiyle ilk kez ne zaman yüzleştirildiğimi hatırlamıyorum. Annem beni ilk defa ne zaman yabancılara karşı uyardı, babam oturuşumu ne zaman düzeltti bilmiyorum.

Ama daha okula başlamamışken, ergenliğe girmemişken, ergenliğimde, üniversite öğrenciliğimde ve yetişkinlik günlerimde başıma gelen her şey aklımda.

Gördüklerim de öyle.

Ortaokuldayken kısa süreliğine eczanede çalışmıştım. Ara sıra genç kadınlar gelip hamilelikte düşüğe sebep olacak bir ilaçtan istiyorlardı. Eczacı ablam soruyordu tabii,

- Bunu neden kullanmak istiyorsunuz?

- Günüm gecikti de…

- Ama bunu öylece veremem, doktora gitmelisiniz.

O kadınların zaten doktora gidemedikleri için böyle bir şey yaptıklarını, giderler de hamile oldukları anlaşılırsa kaderlerinin belli olduğunu, çünkü bedenlerinin aslında kendilerine ait olmadığını çok sonra anladım.

Gün geldi, kendi hayatımı kurdum. İstediğim doktora gidebildiğim ve bedenimin sahibi olduğum bir hayat. İyi insanlardan oluşan bir çevre, hepsi “okumuş çocuklar.”

Ama bir sorunumu kendim çözdüğüm zaman, şaka yollu da olsa yorumlar gelmeye devam etti: “Kadın başına iyi becerdin.”

Eve tamirci çağıramamak, gece vakti dönerken yaşanan tedirginlik, perdenin aralık olması ihtimali, toplu taşıma cehennemi… Bunlar bizim hayatımızdan bağımsız gerçeklikler.

Tıpkı, Taksim’de Özgecan için yapılan eylemde beş kadını yaka paça gözaltına alan çevik kuvvet polislerinin de kadın olması gibi, tamamen akıl durduran ve izah edilemeyen hayat gerçekleri.

Pazar günü başlayan #sendeanlat etiketinde hepimiz bir şeyler anlattık. “Bunlardan herhangi birine en ufak bir şekilde sebep olmuş muyumdur acaba” diye düşünen erkek arkadaşlarımız oldu. Ama işte en çok o polislere söylemek istedim ben bunu, kadın çevik, sen de anlat… Polis olmakla yetinmemiş bir de bize düşmana saldırır gibi saldıran çeviklerden olmuşsun, “kadın başına iyi becermişsin” ama sevgili bacım, sen kendin, kadın olmaktan hiç mi çekmedin? “Ruh halinin güvercin tedirginliği,” kadın olmanın o kadar mı doğal bir uzantısıydı? “Ben polisim bana bir şey olmaz” diyorsan eğer, kendini polisliğinle koruyabiliyor olmak sana hiç mi bir şey söylemiyor?

Sorun sadece fiziksel şiddet değil ki güzel kız kardeşim. Sorunun bundan ibaret olmadığının farkında dahi olmayışın.

Bundan sonra, Özgecan'ın dosyasında gizlilik kararı olduğunu öğrendik. Bir sulh ceza “hakimliği” kararıydı ve altındaki imza da bir kadına aitti.

Bu gizlilik kararından yola çıkarak ülkenin hukuk sistemi, kadın algısı ve bu algının kadınlarda dahi ne kadar kökleşmiş olduğu hakkında saatlerce konuşabiliriz.

Konudan sapıyor görüneceğiz ama; hakaret suçundan sürekli birilerinin tutuklandığı günler işte bu “hakimlik” günleri. Sulh ceza mahkemelerinin kapatılıp hakimliğe dönüştürüldüğü yeni Türkiye'de, “Hırsız katil Erdoğan” demek artık net bir tutuklanma sebebi.

Hakaret gibi bir suçtan tutuklamaya nasıl ulaşılıyor, bu pek anlaşılacak bir şey değil. Ama şunları hala söyleyebiliriz:

1) Recep Tayyip Erdoğan, başbakanlığı sırasında yaşanan Gezi direnişinde insan öldüren polisler için “Polise emri ben verdim” ikrarında bulunmuştur.

2) Kamuoyu hafızasında “paraları sıfırla” olarak kalan ses kaydının Recep Tayyip Erdoğan'a ait olmadığına ikna olmak için yeterli objektif sebep bulunmamaktadır.

Şimdi kendi meselemize geri dönelim, ama konuya uzaktan bakmaya da devam edelim...

Hırsız diyeni yaka paça gözaltına alıp tutuklayacak kadar kendine aşık olan zihniyetten, şiddete karşı nasıl bir önlem bekleyebiliriz?

İktidarına direneni öldüren kişi için “emri ben verdim” diyenden, üzerimizde iktidar kurmak isteyen erkek bizi öldürdüğünde, gerçek bir destek görebilir miyiz?

“Kadın hakkı” rafine bir algı noktasıdır, daha insana insan muamelesi yapmayı beceremeyene bunu anlatamazsınız. Hayattaki her şeyi birer mülkiyet konusu olarak gören zihniyetle mücadele ederken, önce bu adamların dünyada sadece kendilerinin yaşamadığını idrak etmeleri, hayata toz ve gaz bulutu seviyesinden yeniden başlamaları lazım. Çünkü o kadar, hatta belki daha da gerisindeler her şeyin.

Bu rafineliğe ulaşamayanları düşünürken, avukatların 16 Şubat'ta Ankara'daki eylemlerinde Özgecan'ın fotoğrafının arkasında saf tutan Barolar Birliği başkanı Av. Metin Feyzioğlu'nun akla gelmemesi mümkün değil.

Üzerine düştüğünü düşündüğü şeyi yaparak vahşeti o da lanetledi. Fakat bu yanlış bir düşünceydi zira lanetlemek kendisine pek düşmezdi. Nitekim insan sormadan edemiyor, failin soyadı Garipoğlu olsaydı Metin Bey'i yine o fotoğrafın arkasında görecek miydik, yoksa kendisi duruşma salonunda yine sanık müdafii yerinde mi olacaktı? (Metin Bey Cem Garipoğlu'nun değil, Cem'e yardımcı olmaktan yargılanan babasının avukatıydı. Bence önemli bir fark değil ama belirtmemiş olmayalım.)

Öte yandan, bu sanığın Metin Bey'e ihtiyacı zaten yok. Başta Mersin Barosu kanunen atama yapmak zorunda kaldı ama, artık kendi avukatı var. Aldığı hukuki yardım, failin iki ifadesi arasındaki farktan açıkça anlaşılıyor. İlk ifadedeki soğukkanlı sapık katil, ikinci ifadede karşımıza “yardım etmeye çalışırken Özgecan'ın sınırı aşan hareketleri sebebiyle kontrolünü kaybedivermiş biri” olarak çıkıyor.

Bu davada verilecek kararın takibi çok önemli. Yargı bu konuda öyle sabıkalı ki, failde arbede izi bırakmışsak bu haksız tahrikte bulunduğumuzun; yok bırakmamışsak da rıza gösterdiğimizin delili oluyor.

Yargının kadına yönelik şiddete ve cinsel suçlara dair kararları çok uzun araştırmaların konusu. Fakat bir erkekle alkol almış olmanın cezada indirim sebebi olduğu zihniyetin içinde, pembe metrobüs varken mavisine binmiş olmanın etkisini düşünebiliyor musunuz?

“İdam cezası” tamlamasının oksimoron niteliğini bir kenara bırakıp kitabın ortasından girelim; tecavüzden kurtulmaya çalışırken ittiğiniz adam düşer de ölürse, idam edilecek olan kim olur sizce? Yanlışlıkla değil kasten öldürürseniz de muhtemelen Taksim'de sallandırılmanız gerekir.

İşte bütün bunları düşünüp #sendeanlat etiketini okudukça, bir gün erkek çocuk annesi olmaktan daha çok korkuyorum. Olur da bir eksik bırakırsam, kendini kadının “inayet makamı” olarak gören bir erkek yetiştirmiş olma sorumluluğunu nasıl taşırım?

Kızımın #sendeanlat'a yazacak bir şeyleri olduğunda, hepsinin karşısında kadınlığımızla ve beraberce dururuz. Ama oğlum o etikete konu olursa, bu nasıl kaldırılır bilemiyorum.

İşte bu yüzden, çok ve her yerde olmalıyız. Kızlarımız olmalı, ne olduklarını bilmeli bu kızlar, kendilerinden utanmadan. Hiçbir mahcubiyet duymadan, kimseden korkmadan. Birinin başına bir şey geldiğinde buna hep beraber ses çıkararak. “Biz buradayız” diyerek, “öğreneceksiniz bizimle yaşamayı, sizi bizim yaşattığımızı, hayatın bizimle mümkün olduğunu” diye bağırarak.

Öyle kızlarımız olmalı ve bunlar öyle erkekler yetiştirmeli ki, erkek torunlarımızın kadın eşleri şükranla anmalı bizi.

Yani erkeklerden ani bir değişim beklemek pek pratik değil kızlar, kendi işimizi yine kendimiz göreceğiz. Çünkü bu adamlara bir aydınlanma gelecekse, o aydınlık yine ancak biz olabiliriz.

Çünkü yeryüzünün tanrıları biziz. Bence hiç abartmıyorum.

*

Peki siz, incelikli erkekler? Okur yazar, iyi kötü bir yaşam standardına sahip, eşine çocuğuna saygı gösteren kibar beyler?

“Evde hanım bekler” diyerek sorumluluk hissetmeniz takdire şayan. Peki aynı şekilde, “evde eşim bekler” diyebiliyor mu bu hanım, yoksa zaten yine evde mi oluyor kendisi? Durumlar nasıl?

 

@goksungokce

Yazarın Diğer Yazıları

Avukatların mesleki kuşak çatışması

Yargının, hukukun ve mesleğin geldiği halden genci yaşlısı bütün avukatlar şikayetçi. Her baro seçim döneminde de aynı şey oluyor; "üstatlar" sorumluluğu gençlerin ilgisizliğinde, gençlerse "üstatların" bu düzeni aslen kendilerinin var etmiş olmasında buluyor

Hayvanları Koruma Kanunu neye çare oluyor ki?

Devletin kurumlarından ve kendi seçtiğimiz belediye başkanlarından bile görmediğimiz feraseti, yalnızca hayatta kalmaya çalışan hayvandan bekleyebilir miyiz, kabahati hayvanda bulunca sorun çözülmüş olacak mı? 

Danıştay’ın gerekçesi: “Başkan ne derse o olur"

Çoğunluk şunu demiş oluyor; cumhurbaşkanı istediği yetkiyi kendisine yine kendisi verir, bu yetkiyi uygun gördüğü zaman yine kendisi kullanır ve biz sadece oturup izleriz